Showing posts with label Anne Karenına. Show all posts
Showing posts with label Anne Karenına. Show all posts

Saturday, July 12, 2014

Murakami's Character on Anne Karenina

I thought I’d read a book until I got tired again. I went to the bedroom and picked a novel from the bookcase. My husband didn’t even twitch when I turned on the light to hunt for it. I chose Anna Karenina. I was in the mood for a long Russian novel, and I had read Anna Karenina only once, long ago, probably in high school. I remembered just a few things about it: the first line, “All happy families resemble one another; every unhappy family is unhappy in its own way,” and the heroine’s throwing herself under a train at the end. And that early on there was a hint of the final suicide. Wasn’t there a scene at a racetrack? Or was that in another novel?


***

Though it hadn’t occurred to me before, I couldn’t help thinking what an odd novel this was. You don’t see the heroine, Anna, until Chapter 18. I wondered if it didn’t seem unusual to readers in Tolstoy’s day. What did they do when the book went on and on with a detailed description of the life of a minor character named Oblonsky—just sit there, waiting for the beautiful heroine to appear? Maybe that was it. Maybe people in those days had lots of time to kill—at least the part of society that read novels.

***

I went back to the sofa and started reading the rest of Anna Karenina. Until that reading, I hadn’t realized how little I remembered of what goes on in the book. I recognized virtually nothing—the characters, the scenes, nothing. I might as well have been reading a whole new book. How strange. I must have been deeply moved at the time I first read it, but now there was nothing left. Without my noticing, the memories of all the shuddering, soaring emotions had slipped away and vanished.

What, then, of the enormous fund of time I had consumed back then reading books? What had all that meant?

I stopped reading and thought about that for a while. None of it made sense to me, though, and soon I even lost track of what I was thinking about. I caught myself staring at the tree that stood outside the window. I shook my head and went back to the book.

***

After checking to see that my husband was asleep, I would go sit on the living-room sofa, drink brandy by myself, and open my book. I read Anna Karenina three times. Each time, I made new discoveries. This enormous novel was full of revelations and riddles. Like a Chinese box, the world of the novel contained smaller worlds, and inside those were yet smaller worlds. Together, these worlds made up a single universe, and the universe waited there in the book to be discovered by the reader. The old me had been able to understand only the tiniest fragment of it, but the gaze of this new me could penetrate to the core with perfect understanding. I knew exactly what the great Tolstoy wanted to say, what he wanted the reader to get from his book; I could see how his message had organically crystallized as a novel, and what in that novel had surpassed the author himself.




Wednesday, June 4, 2014

Kuyudaki adam: Tolstoy, Bediüzzaman ve Buda


1996 yapımı Anna Karenina filmini izleyen bir Bediüzzaman okuyucusu filmin girişini görse hayretler içinde kalır. Çünkü dünyada sadece Bediüzzaman’dan okuduğu bir hikâyenin (Sekizinci Söz’deki temsili hikâyeciğin) sinemadaki hâlini görecektir. Tolstoy’un Anna Karenina romanında olmamasına rağmen, onun İtiraflar’ında yer alan hikâye bu film için başlangıç fragmanı olarak kullanılmıştır. Hikâye arslandan kaçarken bir kuyuya atlayan adamın vaziyetine dairdir:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrup etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhul edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyveleriniyemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ... ‘Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.’ İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-i hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor.” (BediüzzamanSekizinci Söz)

Tolstoy’un anlatımı aşağı yukarı aynıdır. Bir tek incir ağacındaki meyveler yerine kuyuya düşen adamın yediği şey ağaçtaki petekten damlayan baldır. Ölüm gerçeği karşısında hayatın anlamını sorgulatan bu meseli Tolstoy eski bir şark hikâyesi olarak zikreder ve kendi vaziyetini tarif için anlatır.

Peki, nasıl oldu da Said Nursi ve Leo Tolstoy bu hikâyeyi birbirlerinden habersiz kullandılar. Bediüzzaman’ın Sözler’inin sonundaki Fihrist bölümünde bu hikâye “Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil” olarak tarif edilir. Hıristiyan gelenekte de bulunan bu hikâyeBarlaam ve Josaphat adlı eserde vardır. Barlaam bilge bir zahit, Josaphat ise birşehzadedir. David M. Lang’in 1966 tarihli kitabına göre kuyudaki adam meselinin de dâhil olduğu Barlaam ve Josaphat isimli bu hikmetli hikâyeler topluluğu, Ortaçağ Avrupa’sına bir Gürcü Hıristiyan kesişin tercümesiyle 11. asırda geçiyor. Aynı eser, 6. veya 7. asırda eski İran üzerinden Pehleviceye tercüme ediliyor ve daha sonra 8. asırda Arapçaya Bilawhar wa Yudasaf adıyla geçiyor. Eserin Gürcü versiyonunda adamı kovalayan arslan yerine fil,kuyu yerine uçurum vardır. Diğer unsurlar tamamen aynıdır.

Kadim Hıristiyanlıktan Bizans ve Roma’ya geçen bu hikâyelerin anlatıcısı ve muhatabı olan Barlaam ve Josaphat Avrupa’da azizleştiriliyor. Hıristiyanlar çok zaman sonra öğreniyorlar ki Barlaam ve Josaphat hikâyesinin aslı Buda’nın öğretilerine dayanıyor. İnsan ruhunun bu dünya tünelindeki yolculuğunu anlatan bu hikâyeyi Buda, kendisini dinlemeye gelen bir genç kral olan Şoko ’ya anlatır. Genç kral Şoko şok olur: “Bu hâldeki bir insan nasıl öyle gafletle meyveleri yer, o balı yalamaya çalışır?” Buda ise der ki “Bu hikâye senin hikâyendir, bütün insanların hikâyesi”. Budistler hala bu hikmetli hikâyeyi okurlar. İşte bu güzel mesel BudaBediuzzaman ve Tolstoy’un yollarını kesiştiren kadim bir hakikattir.

Bu metaforik hikâyenin anlam ve yorumunu merak edenler Bediüzzaman’ın Sözler kitabından Sekizinci Söz’e bakabilirler.