Showing posts with label küfür. Show all posts
Showing posts with label küfür. Show all posts

Wednesday, February 17, 2016

Hakikî Tevhide Ulaşma Yolu

Cenab-ı Allah’ı tanımak, yani ma’rifet üzerine hakikî Tevhid’e ulaşmak için dört veya üç yol vardır.

KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.

Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır: 

1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi. 

2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi. 

İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.

Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.

KELÂM’IN YOLU

Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:

İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).

Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).

Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki 
 İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.

İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.

Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.

KUR’ÂN’IN YOLU

İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.

Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.


Tuesday, February 16, 2016

Küfrün Çeşitleri

Küfrün çeşitleri veya şubeleri vardır. Bir küfür şekli vardır ki, cehaletten kaynaklanır. İman hakikatlerini bilmez, bilmediği için inkâr eder. Bu tür küfrün izalesi kolay olabilir. Fakat cehaletin de mertebeleri sözkonusudur. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğinin farkındadır, dolayısıyla anlatılınca kabûl eder. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğini de bilmez. Bu cehaletin giderilmesi zordur. Bazı cahil vardır, hem bilmez, hem bilmediğini bilmez, hem de kendisini bilir zanneder. İşte bu tür cehalet bilhassa enaniyet ve inatla birleşince, giderilmesi mümkün olmaz. Cehaletten kaynaklanan küfür sözkonusu ikinci, özellikle üçüncü tür cehalete dayanırsa, onun izalesi, Cenab-ı Allah’ın çok husu-sî rahmeti imdada yetişmezse mümkün değildir.

Küfrün bir diğer çeşidi, iman hakikatlerini bilir, fakat kabûl etmez.Kabûl etmemenin arkasında pek çok sebep bulunabilir. Kabûl etmeme, günümüzde olduğu gibi ‘bilim’e dayanırsa, bu tür küfür, ancak bilime dayandırılmasının yanlışlığı ortaya konur ve kâfir de hakperest olursa izale olunabilir. Fakat küfrün ‘bilim’e dayandırılması inat ve ‘bilim insanı’ olmak gibi gibi bir gurur ve kompleksle veya nefiste kara delik halini almış menfaat, statü, şöhret ve mevki gibi menfîliklerle birleşirse, artık o küfür, çok büyük ölçüde onulmaz bir hal almış demektir.

Bir diğer küfür çeşidi, aklen kabûl eder, fakat iman etmez. Aklî kabûlle iman farklıdır. İmanın yeri kalbdir; dolayısıyla bir hakikati aklen kabûl etmek, onu tasdik manâsına gelmez. Böyle bir küfür, yukarda zikredilen imana mâni faktörler sözkonusu olursa, yine izalesi çok zor olur. O faktörleri kıracak hadiselerin yaşanması veya durumların ortaya çıkması, ekstradan İlâhî yardım veya Rahîmiyet tecellileri, bu küfrü kırabilir.
Bilmeye dayanan üçüncü bir küfür çeşidi, tasdik eder, fakat imanı ve İslâm’ı benimsemez, onun tarafını tutmaz. Birtakım sâiklerle küfürde, küfrü seslendirmede ve kâfir gibi yaşamada devam eder. Bu da, yine önceki paragrafta ikinci tür küfürle ilgili olarak arzedilen faktörler ışığında değerlendirilebilir.

Monday, February 15, 2016

İspat ve Nefiy

Kimse, –hâşâ– Allah’ın, meleklerin, ruhun, Âhiret’in, kabir hayatının yokluğuna delil gösteremez; özellikle pozitif, yani beş duyuya dayalı veya “bilimsel” delil gösteremez, çünkü bu, imkân dışıdır. Gerçek bu iken, modern bilim, “Allah’ın varlığı ispat edilemez.” iddiasında bulunur. Oysa, tam tersidir; Allah’ın –hâşâ– yokluğu ve diğer iman esaslarının –hâşâ– geçersizliği ispat edilemez; çünkü en açık bir kaide olarak, yokluğu ispat mümkün değildir. Buna rağmen, modern bilim, bir yandan kendisini maddî âlemle sınırlamakta, maddî âlem dışındaki âlemleri ve gerçekleri felsefeye havale etmekte, yani sahasının dışına çıkarmakta, sahasının dışındaki alanla ilgili cehaletini itiraf etmekte, ama öte yandan ilmi ve gerçeği sadece kendi sahasına ve tekeline alarak, hakkında cehaletini itiraf ettiği sahaya ilmî gerçeklik vermemekte ve onu spekülasyonlar meydanı olmaya indirgemektedir. Bu, cehaletin hokkabazlığından, ancak kendisini mahkûm ve maskara edecek cesaretinden başka bir şey değildir.

İşte, iman ispat, küfür ise nefiy, yani sadece bir spekülasyon, indî yani subjektif ve ispatı muhal üstü muhal bir iddiadan ibarettir.



Saturday, October 18, 2014

Muhabbet

Muhabbete gelince, o da belâlı bir musibettir. İnsan öylelerine gönül verir, öylelerine bağlanır, öylelerinin arkasına ümitle düşer ki, onlar onu tanımaz, yüzüne bakmaz ve giderken de “Allah’a ısmarladık” demeden çeker giderler. Evet, gençliğin, gücün, kuvvetin, tâkatin giderken sana “Allah’a ısmarladık” bile demeden çekip gittiler. Hayat arkadaşın, annen, baban, evlâdın da giderken sana “Allah’a ısmarladık” demeden çekip gidiyorlar. Öyle ise, muhabbet dahi belâlı bir musibet oluyor. Kötüye kullanıldığı zaman insanın başına neler neler açıyor. Hele bazen insan, gönül verdiği, ümitle bağlandığı şeye o türlü bağlanır. Ona gönlünü öylesine verir ki, bütün bütün onun kulu-kölesi olur. Ona öyle bağlanmıştır ki, muhabbet onu kör ve sağır etmiştir de mâşuku, mahbubu, mâbudu aleyhinde söylenen hiçbir şeye kulak vermez ve ona ait fena ve zevalden hiçbir şeyi görmez.

İşte bütün şirkler, puta tapmalar, Allah’a karşı eş ve ortak koşmalar bu duyguyla meydana gelmiş ve zamanla korkulan ve sevilen şeyler birer mâbud hâline getirilmişlerdir.

Tuesday, June 3, 2014

Gençlik Rehberi Üzerine

  • “Ey insan! O’nun esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sâir bekâsız mevcudâta verme; faydasız mahlûkâta dağıtma. Çünkü âsâr ve mahlûkât fânîdirler. Fakat o âsârda ve o masnûatta nakışları, cilveleri görünen esmâ-yı hüsn. bâkîdirler, dâimîdirler. Ve esmâ ve sıfâtın her birisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki; cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet, bir katresidir.”

  • Mânâ-yı harfiyle sevmeye şu âyet işaret etmektedir: “Hani bir gün ikindi vakti ona (Süleyman aleyhisselâm’a), durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli safkan koşu atları gösterilmişti. Onlarla ilgilenip “Ben Rabbim’i hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu. Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” ( Sâd Sûresi, 38/31-33).
“Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”
(Niyazi)

  • [İnsan] bazı vakit lisân-ı hâl duasıyla hâsıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.


  • Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

  • Küfre rıza küfür olduğu gibi; zulme rıza da yani yapılan o zulmü hoş görmek de zulümdür, zalimliktir.

Wednesday, April 2, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 73: Mü’min Sûresi’nden



“Küfürde direten ve kâfir olarak ölenlere (Cehennem’de azap görürlerken) şöyle seslenilir: “Allah’ın size olan ‘buğz u nefret’i sizin şu anda, (Cehennem’e girmeye sebep bizzat kendiniz olduğunuz için) kendinize olan buğz ve nefretinizden daha şiddetlidir.” (Mü’min 10)

Kâfirler, Cehennem azabını hak eden, Cehennem’e girmelerine sebep bizzat kendileri olduğu için kendilerinden nefret edeceklerdir. Ne var ki, küfür ve/veya şirk, hem Allah’a, hem başta Allah (c.c.) olmak üzere bütün iman esaslarına şahitlik yapan, delil teşkil eden topyekün kâinata ve hem de yeryüzünde şuurlu varlıkların yaratılmasından Kıyamet’e kadar gelmiş gelecek ve içlerinde yüzbinden fazla peygamber, milyonlarca evliya bulunan bütün mü’minlere karşı işlenmiş öylesine büyük bir suç ve günahtır ki, sebep olduğu Allah’ın “buğz” ve “nefret”i elbette kâfirlerin kendilerine olan buğz ve nefretini kat kat aşacaktır. Dolayısıyla bu âyet, esasen küfür ve şirkin emsalsiz çirkinliğini ifade etmektedir.

Tuesday, April 1, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 56: Şuara Sûresi’nden – Küfür

Küfür, inanmak için yeterli delilin olmamasından kaynaklanmaz; tam tersine kibrine, cehaletine, zulmüne, yanlış bakış açışına, şartlanmışlığına ve nefsaniyetine mağlûp olan insanın bu delilleri bilerek örtmesinden kaynaklanır. Geçmişte helâk edilen kavimlerin açık tarihleri, bunu apaçık göstermektedir.

Tuesday, March 4, 2014

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 40: Hicr Suresi'nden - Küfrün Asıl Sebebi

Küfrün ana sebebi kibir, gurur, zulüm, yanlış bakış açısı, şartlanmışlık ve dünya, makam-mevki tutkusudur. Peygamberlerden farklı farklı mucizeler isteme, küfürde ısrar adına sadece birer bahanedir. Kur’ân-ı Kerim, dikkatleri mucizeye çekmek yerine, Allah’ın her biri gören gözler, işiten kulaklar ve idrak eden kalbler için birer mucize olan kâinattaki eserlerine çekmektedir.

Tuesday, December 31, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 23: En'am Suresi'nden 5 - Küfür ve Kibir

Küfür ve şirkte diretenler, toplumda zayıf, herhangi bir statüden yoksun gördükleri kişilerle bir arada bulunmayı kibirlerine yediremezler. Dolayısıyla, onların iman edip, kendilerinin etmemiş olmasını sanki iman etmemeye bir gerekçe gibi görürler. Çünkü şeytanın iğvasıyla, kendi sosyal statülerini, makam ve zenginliklerini akıllı oluşlarına bağlar, bir insanın akıllı oluşunu onun sahip olduğu makam, mal ve statüyle ölçerler; dolayısıyla kendi yaptıklarını beğenir ve bu şekilde kendilerini kandırırlar. Oysa insanın aklı ve zekâsı, hiçbir zaman malı, makamı ve statüsüyle ölçülemez. Ne çok bilgili, zekî ve akıllı insanlar vardır ki, fakirdir ve herhangi bir makamdan yoksundur. İmam-ı Gazalî, sadece dünya işlerine eren akla akl-ı maaş der. Bir insanın akl-ı maaşta ileri olması, onun hayata, varlığa, eşya ve hadiselere yön veren, onların altında yatan değişmez doğrulara ve prensiplere ulaşmasına, onların manâsını kavramasına yeter diye bir kaide kesinlikte yoktur. Ayrıca, Allah katında değerler çok farklıdır; bunların başında, söz konusu değişmez doğruları ve kaideleri, ayrıca eşya, varlık ve hadiselerin anlamını kavrayıp, dolayısıyla Allah’a ve diğer iman esaslarına inanmak ve takva, yani Allah’a saygıyla dopdolu olarak, hayatı sözü edilen doğrulara ve kaidelere göre tanzim etmek gelir. Eğer varlık, hayat ve bilgi ekonomiden ibaret olsaydı, din, felsefe ve tefekkürî düşünce, hattâ sanat, edebiyat gibi yüksek insanî ürünler olmazdı. Bu bakımdan, insan düşüncesinin temelini de söz konusu doğrular ve kaideler oluşturmalıdır ki, inkâr ve şirke sebep olacak düşünce kaymalarına (inhiraf) düşülmesin.


Sunday, December 29, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 20: En'am Suresi'nden 2


  • Küfür, gözü güneşe karşı yumup etrafın karanlık olduğunu iddia etmekle aynı şeydir.
  • İnanmayanların en büyük kuvvetinin inananların zaafı olduğu unutulmamalıdır.
  • Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun ve boş oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah’a gönülden saygı besleyen ve O’na karşı gelmekten sakınanlar için çok daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? (En'am 32)
  • O’dur ki, geceleyin (ölümün kardeşi olan) uyku ile sizi kendinizden geçirip alır; o durumda, gündüz vücudunuzun organlarıyla ne yapmış, (sevap-günah olarak) ne kazanmışsanız hepsini bilmektedir. Sonra sizi, uykunuzda âdeta ölü halde iken diriltir ve takdir edilmiş bulunan ömür müddetiniz doluncaya kadar bu böyle devam eder. (Ömrünüz dolup da, ölüp kabre yattıktan sonra, her uykunun sonunda diriltildiğiniz gibi yine diriltilirsiniz) ve nihayet dönüşünüz O’nadır. Sonra o, dünyada iken ne yapıyordu iseniz size bir bir haber verecek ve bunlardan sizi sorguya çekecektir. (En'am 60)
  • Mü'minler, dünyada kalb gözleriyle Allah'ı müşahede ve marifet ufuklarına göre, bir bakıma bunun mükâfatı olarak, Âhiret’te en azından dünyadaki kalbin görme keskinliğine ulaşacak olan gözle O’nu her türlü nicelik ve nitelikten uzak olarak müşahede edecekler, bir açıdan O’nu seyredeceklerdir. Bununla birlikte Allah, yine orada da idrak edilemeyecektir. Çünkü idrak, kuşatmayı gerektirir ve nâmütenahî olan Allah, kuşatılmaktan berîdir.
  • Buna rağmen yine de seni yalanlayacak olurlarsa, onlara şöyle de: “Rabbiniz, (her varlığı kapsamına alacak derecede) geniş rahmet sahibidir (–yaptıklarınızdan dolayı hemen ceza vermez; tevbe etmenizi bekler ve sizi affetmek diler. Bununla birlikte, eğer halinizi düzeltmezseniz bilin ki) O’nun o çok çetin azabı, günah hasadına dalmış inkârcı suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez. (En'am 147)








Friday, November 22, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 9: Âl-i İmran Suresi'nden



  • Muhkem, anlamı açık, ifade ettiği manâ kesin olup, izahı için başka delile ihtiyaç bulunmayan demektir. Müteşabih, birden fazla manâya ihtimali bulunduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren âyettir.
  • Sevgi, kâinatın bağı, varlığın mayasıdır. Kemal, zatından dolayı sevilir. Allah, Zâtı, şuûnu, sıfatları ve isimleriyle mutlak kemaldedir. Vedûd olan Allah, Kemalinden dolayı Kendi Zâtına olan kudsî ve münezzeh sevgisi, yani Kendi Kendisi’ndeki kudsî sevgi tecellisi sebebiyle kâinatı yaratmıştır. Mutlak kemaldeki bu saf ve katışıksız sevgi, varlığın mayası, kâinatın bağı ve özüdür. Allah’ın, yaratıklarına olan sevgisi, O’nun kemali nisbetindedir ve her türlü tarifin üstündedir. Bu sonsuz ve sınırsız sevgi de, öncelikle ve bütün kemaliyle, kâinatın hem çekirdeği, hem meyvesi; bütün hayatında Allah’ın tecelli ettiği ve O’nu kullarına tanıtan ve sevdiren Allah Rasûlü’nde odaklanmıştır. İnsan gibi şuurlu varlıklara düşen, Allah’ın kâinata ve bilhassa insanlara olan sevgisine mukabele etmektir; Allah’ı tanımak ve O’nu sevmektir. Allah’ı sevmek, Rasûlüllah’ı sevmeyi gerektirir; çünkü gerçek Allah sevgisinin kapısı Rasûlüllah’la açılır. Rasûlüllah’ı sevmenin hem gereği, hem ölçüsü O’na uymak, O’nun getirdiği Din’i hayata hayat yapmaktır.
  • Hz. İsa’nın Kıyamet’e yakın yeryüzüne inmesiyle ilgili hadis-i şeriflerden, O’nun misyonundan hareketle, Kıyamet’e yakın tıp ilminin her zamankinden daha fazla önem ve değer kazanacağı, dolayısıyla tıp ilminde çok büyük gelişmelerin olacağı ve o zamanda İseviyet’i temsil edenlerin, bir yandan iman nuruyla kalbleri diriltirken, bir yandan da tıp ilmiyle maddî hastalıklara çare olacakları manâsı çıkarılabilir.
  • Allah’ın varlığını, birliğini ve hakimiyetini kabulden diğer iman esasları, ibadeti O’na has kılmaktan bütün türleriyle ibadet, hayatı Allah’ın dinine göre tanzimden muamelat esasları doğar. Peygamberlere itaat ise, rehberlik kurumunun esasını teşkil eder.
  • Kur’ân, her türlü inatlarına ve direnmelerine rağmen Ehl-i Kitap’la diyalogu kesmemekte ve bu diyalogun önce müşterek noktada başlaması gerektiğinin sinyalini vermektedir.
  • Esasen, insanların çoğu iman etmese de, insan vicdanı küfre, zulme ve fıska evet demez. Ancak insan, nefsine uyarak vicdanını susturmakla ebedî azabı hak edecek şekilde küfre düşer. Ayrıca, bilhassa böylesi bir küfrü ve ona sebep olan zulmü, fıskı her insan vicdanı lânetlediği gibi, bunların ferdî ve içtimaî hayatta yaptıkları tahribat da zamanla ortaya çıkar ve dolayısıyla en azından sonraki nesillerin lânetine maruz kalır. Aradan binlerce yıl da geçse peygamberler rahmetle anılırken, zalimlerin, tağutların lânetle anılması bundandır. Asıl lânet ise, bütün gerçeklerin en açık biçimde ortaya çıkacağı Âhiret’te olacaktır.
  • Sünnet’e ittiba, Kur’ân’a ve bu iki temel esasa dayanan İslâm Dini’ne ittibaın da yoludur. Sünnet, en geniş manâsıyla, Allah Rasûlü’nün fert ve toplum hayatının her bölümünde İslâm’ı uygulama yol, yöntem ve düsturlarının bütünüdür.
  • Allah’ın nimetlerini sürekli hatırlama ve dolayısıyla sürekli şükür, kişiyi imandan sonra küfre düşmekten alıkoyar. Bu şekilde insan, bütün hayatı boyunca herhangi bir konuda yanlışa sapmaktan korunur.
  • Apaçık gerçekleri gördükten ve tecrübe ettikten sonra insanın sapmasının en büyük sebebi, nefse uymaktır. Nefse uyma, insanları birbirlerine karşı bağye, haksız tecavüze iter. Bu da, toplumda farklı menfaat gruplarının oluşmasına yol açar ve neticede kendinde hiçbir çelişki ve ihtilâf olmayan Din’de de ihtilâflar baş gösterir. Bu ise, fert ve toplum hayatı adına artık ölüm hastalığı demektir.
  • O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.(Al-i İmran-134)

Monday, November 4, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 4: Bakara Suresi'nden 3 - Küfrün 3 Sebebi

Küfrün en önemli üç sebebi kibir, düşünce ve davranış sapması ile bu sapmadan kaynaklanan veya ona yol açan yanlış ve şartlanmış bakış açısı, bir de zulümdür. Bir insan, bilhassa bu üç önemli faktörün tesirinde, esasen Allah’a ayna olarak yaratılmış bulunan kalbini karartır, onu asıl fonksiyonundan saptırır ve onu âdeta bir mezbeleye çevirir. Nasıl dünyada kanunlara ve yapılış gayesine aykırı olarak kullanılan binalara mühür vurulur, Allah da, inanma kabiliyetini ebediyen kaybetmiş böyle bir kalbi mühürler.