Showing posts with label İbrahim Canan. Show all posts
Showing posts with label İbrahim Canan. Show all posts

Tuesday, April 12, 2016

Kıble Evler 4


“O evlerde ki, -Allah onların yüceltilmesine (tâzim ve tebcil edilmesine) ve İsminin zikredilmesine izin vermiştir- ne ticaret ve ne de alışverişin Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyduğu erkekler, sabah akşam O’nu tesbih ederler: Bunlar kalplerin ve gözlerin (dehşetten) kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur, 24/36-37).”

Âyet-i kerîmede sabah ve akşam vakitlerinde, evlerde yapılacak zikrullahtan maksadın “namaz” olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü, âyetin devamında zaten ayrıca namaz ve diğer bir kısım farzlar mevzubahis edilmektedir ve dinimizde normalde farz namazlar evde değil, mescitlerde kılınmalıdır. Öyleyse, buradaki “zikrullah”tan murat edilen şey namaz değildir. Asıl maksat, bizdeki marifetullahı artırmaya yönelik ilmî çalışmalardır. Daha açık bir ifade ile, bu âyette evlerde manevî değerlerin öğretilmesi manasını da ifade eden “evlerde zikrullah”a vurgu yapılmaktadır.

**
“Kişi evine girdiği zaman yemek yediğinde Allah’ı zikrederse, Şeytan (avanesine): ‘Bu evde size geceleme de yok, yemek de yok.’ der. Adam girişte Allah’ı anmazsa şeytan (avanesine): ‘Burada size geceleme var.’ der. Yemek yerken Allah’ı zikretmezse Şeytan: ‘Size geceleme de var, akşam yemeği de var.’ der.”


Kıble Evler 3

İlim ve medeniyetin gelişmesinde, müzâkerenin ve düşüncelerin birleşerek birbirlerini mayalayıp zenginleştirmesinin büyük yeri vardır. Bir meselenin müzakeresinde herkes mizacına, birikimine göre, bir tarafını görür. Bunlar müzakere ile ortaya konunca, herkeste yeni fikir kıvılcımları, uygulama şimşekleri çıkar; feyz dediğimiz ilmî, manevi bereketlenmeler hâsıl olur. İştirakçiler sadece bilgileri artmış, ufukları genişlemiş olarak değil, birbirlerine olan güven ve sevgileri de katmerlenmiş ve amel konusunda yeni bir şevkle donanmış olarak o cemaatten ayrılırlar.

Bu feyizlenme insanlık için o kadar önemlidir ki, bir kısım Batılı sosyologlar dünyanın kenarda kalıp farklı kültürlerle temas kurmamış olan milletlerin, medeniyet geliştiremediklerini, basit bir seviyede kaldıklarını söylerler. Buna Eskimoları, dış dünya ile temastan önceki hâlleri ile Japonları, Polonezleri vs. örnek gösterirler. Şu halde, eş-dostların, akrabaların, komşuların, meslektaşların kendi aralarında teşkil edecekleri nezîh, ilmî cemaatler, sohbetler ilmimizi, feyzimizi, Allah nezdindeki değerimizi artıracaktır.

Radyo, televizyon ve her köşe başında mantar gibi biten sağlıksız kahvehane ve eğlence yerlerinin insanları iyice ferdileştirip yalnızlaştırdığı günümüz şartlarında, üzerinde durduğumuz, küçük samimi dost guruplarına şiddetle ihtiyaç vardır.

Bu çeşit gruplara imkân sağlayan evler sayıca arttıkça ve hatta evlerimizin her biri, aile efradı ve yakınları için bu manada hizmetlere şuurla yöneldikçe, bir başka ifade ile, hususî evlerimiz, -ayet-i kerimenin emrine uygun şekilde- kıble kılındıkça, milletçe içine düştüğümüz atalet ve geriliklerden kurtuluşumuz kesinlik kazanacaktır.

Friday, April 1, 2016

Dini Hassasiyeti Tekrar Yakalama

Kur’ân-ı Kerim’in kesin bir hükmüne göre, içinde bulunduğumuz gevşeklik ve uyuşukluktan çıkabilmek için kendi irade ve gayretimizle bir şeyler yapmazsak, gökten inme bir kurtuluş beklemeye hakkımız yoktur: “Şurası muhakkak ki, bir kavim, kendinde olan (kötülüğü iyiye tebdil etmedikçe) Allah, o kavimde olan (kötülüğü) değiştirmez.” (Ra’d, 13/11) Eğer hâlimizin değişmesini, daha iyiye gitmesini istiyorsak, kendi irade ve gücümüzü kullanarak, arzu ettiğimiz istikamette yol alma gayretine gireceğiz. Bu da, temel değerlerimizi önce kendimize kazandırıp, bu değerlere uygun bir hayat düzenine girmemize bağlıdır. Bunu temin edebilmek için ev dersinin gereğine inananlar, yarını, yeni şartların oluşmasını beklemeden bu işe hemen başlamalıdır.

Resûlullah, İslam’a girenlere, her seferinde, ailelerine de İslam’ı öğretmelerini tembih ettiği için, aile fertlerinden bilenlerin, bilip öğrendiklerini bilmeyenlere, yeni yetişenlere öğretmesi bir vazife olmuştu. Bazı açıklamalara göre, Hz. Ömer halife oluncaya kadar, kişi kızını ve küçük kardeşini kendisi okutuyor, büyük olan da zihinlerinin canlılığı sebebiyle büyükten karşılıklı olarak alıyordu. Fetihler artıp, Arap olmayanlar ve çöllerde yaşayanlar da İslam’a girince çocukların sayısı çok arttı. Bunun üzerine Hz. Ömer, çocukların talim ve te’dibi (eğitimleri) için müstakil mektep binalarının inşasını ve muallimlerin tespitini emretti…”

“Bidayetteki bu uygulama, aile fertlerini yetiştirme işinin aile reisinin sorumluluğunda olduğunun ve hatta eğitim işinin öncelikle de, evlerde olması gerektiğinin tespitinde önemli bir delil olarak değerlendirilebilir diye düşünüyoruz. Nitekim Resûlullah, etrafındakileri öğrenmeye teşvik ederken, öğretmeye de teşvik etmiştir. Yani insan, bildiğini, en yakınlarından, ailesinden başlayarak başkasına da öğretecektir.

“Benden bir şey [söz, amel] öğrenip, onu başkasına da, öğrendiği şekilde öğreten kişi(nin yüzünü kıyamet günü) Allah taze kılsın. Nice sonradan öğrenen, bizzat dinleyenden daha iyi kavrar.”

Bıktırmamak

Evlerde yapılacak dost ve akrabalar arası irfan sohbetlerinin bıktırıcı bir kesafet ve çoklukta olmamasına dikkat edilmelidir. Bu nevi toplantılar çok fazla olursa, iştirakçileri bıkma ve usanmaya sevk edeceği gibi, faaliyeti yapanları, kendi evleriyle meşguliyette ihmale sevk eder; ikisi de zararlıdır. Nitekim İslam’a hizmet için fedakârâne çalışan nice hizmet erlerinin çocuklarında zaman zaman görülen eksiklikler dikkat çekmekte ve haklı dedikodulara sebep olmaktadır. Bu durumun, büyük ölçüde, metotta yer verilen gayr-ı İslâmîlikten kaynaklandığı kanaatindeyiz. Yani dışarıda koşarken ev ihmal ediliyor olmalı.

Bu noktada, halka umumi dersler veren İbn-i Abbâs’ın, İkrime’ye (radıyallahu anhumâ) yaptığı bir nasihati yeri gelmişken hatırlatmak isteriz: ‘İkrime rahimehullah anlatıyor: İbn-i Abbas (radıyallahu anhumâ) dedi ki: “İnsanlara haftada bir kere hadis konuş. Buna uymazsan iki kere olsun. Daha çok yapmak istersen üç olsun. Sakın halkı şu Kur’ân’dan usandırma! Halk kendi meselelerini konuşurken, senin onlara gelip sözlerini keserek, bir şeyler anlatıp onları bıktırdığını görmeyeceğim. Onlar konuşurken sus ve dinle. Onlar sana gelip ‘Konuş!’ diye talepte bulununca, istiyorlar demektir, o zaman konuşursun…”

Burada halkı irşat ve talimde dikkat edilmesi gereken bazı mühim edepler beyan edilmektedir:

1- Haftada birçok kere değil, en ziyade üç kere irşat etmek. Normali bir defadır. Sebebi de açıklanmaktadır: Usandırmamak.

2- İkinci bir husus, talip olmayan, istek izhar etmeyene de konuşup davette bulunmamak. Bazı âlimler buna mekruh demiştir.

3- Ayrıca hadis, insanların konuşmalarını keserek talimde bulunmayı da yasaklıyor. Âlimler buradan hareketle, “İlim, isteyene ve hırs gösterene öğretilmelidir.” demiştir. Öyleyse, ilmi neşredenler, önce öğrenmeye arzu uyandırıcı tedbirler almalı, arzuların uyanacağı fırsatları kollamalı, ondan sonra anlatmaya geçmelidir. Bu durumlar göz önüne alınmadan yapılacak irşat faaliyeti nefret uyandırır, akim kalır. Resûlullah’ın tebliğde önem verdiği düsturlardan birinin bu olduğunu, telkinden önce insanları almaya hazırladığını, onların alıcı durumlarını kollayıp fırsatları değerlendirdiğini bilmeliyiz.



İstişare Liyakatı ve İslam'da Kadınla İstişare Mevzuu

Kadınla istişare meselesini, istişare adabı üzerine, âlimlerin sünnete dayanarak tespit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşavirin “liyakat”ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişare etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse, elbette ona müracaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münâvi, “Kadınlara itaat pişmanlıktır.” rivayetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- “erkeklere ait işlerde” diye kaydeder.

Liyakat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi, müracaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf “erkek olduğu için” erkeğe müracaat hiçbir âlim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb’ın kızının, o meselede bilgi ve dirayet sahibi olduğunu gösteren rivayetleri müfessirler kaydederler.

Şu halde liyakatli olan herkes, kadın veya erkek, istişareye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil, liyâkattir. Ne var ki, bir beldenin veya bir milletin hâkim kültüründe, kadın, sadece mutfak ve diğer günlük işlere hapsedilir, okuyup mânen-ruhen-ilmen yetişip gelişmesi önlenirse istişare dışı bırakılmaya mahkum edilir. Bu hâlin elbette İslamla bir ilgisi yoktur.

Töre Cinayetleri ve Sünnet


Aleyhissalatu Vesselam,  hanımına iftirada bulunulduğu zaman, meseleyi -bir kalemde reddederek- kapama cihetine gitmemiş, aksine, işi geniş çaplı bir tahkikata tâbi tutmuş, Hz. Aişe’nin azatlı cariyesi Berîre’ye varıncaya kadar birçok kimseye başvurup Ayşe Validemiz hakkındaki kanaatlerini sormuştur.

Şurası muhakkak ki, Aleyhissalatu vesselam, iffet âbidesi, mutahhar yüce validemiz hakkında taşıdığı herhangi bir şüphesi sebebiyle böyle bir davranışa yer vermiş değildi. O, ümmetine, insanların en hassas bir meselesinde nasıl davranacaklarına dair örnek sünnetler göstermekte idi. Bugün ümmet, namus meselesi diyerek, töre cinayeti kulbu takarak nice kanların döküldüğü, nice masum canların kıyıldığı bu meselelerde Resûlullah’ın canlı örneğine ne kadar muhtaç. İşte ibret alınması gereken bu noktaya, bu ciddi meselede Resûlullah’ın davranış tarzına dikkat çekmek için bu bahse yer verdik.

Bu meselede esas bilinmesi gereken husus şudur ki, Resûlullah namus meselesinden zanlı duruma düşürülen hanımına, vahiy gelip onu tebrie etmezden önceki zanlı hâli esnasında, ithamkâr, rencide edici, kalp kırıcı bir tek söz bile sarf etmemiştir.

Aile ve Kadın

Ailenin öncelikli vazifelerinden biri, gelecek nesillerin hazırlanması, yani çocuk terbiyesidir. Kadının ev işlerini yapmakla mecbur kılınmamasından başka, kendisine bir hizmetçi edinme “hakkı”nın da tanınması, annenin kendisini çocuklarına daha ziyade vermesini sağlayan bir âmildir.
**
“Kadınlara hayırhah olun, zira kadın bir eyeği kemiğinden yaratılmıştır. Eğe kemiğinin en eğri yeri yukarı kısmıdır. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan eğri halde kalır. Öyleyse kadınlara hayırhah olun.”
Bu hadisin bir başka vechi şöyledir: “Kadının eğe kemiğinden yaratılmıştır. Asla bir istikamet üzere doğru olmayacaktır. Ondan istifâde etmek istersen eğri haliyle istifade et, doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Onun kırılması, boşanmasıdır.”

Hadisten açık olarak anlaşıldığı üzere Aleyhissalatu Vesselam, fıtratın bir gerçeğini teşbihli bir üslupla gündeme getirmektedir: Kadınların kendilerine has tabiatları vardır ve bu tabiat fıtridir, yaratılıştandır, erkeğin hevası ile değişmeyecektir. Öyleyse, onu kendine has mizacıyla kabullenmek gerekir. Aslında erkekler de öyledir. Can çıkar da huy çıkmaz deyimiyle ifadelendirdiğimiz kanun, kadın-erkek herkese hâkimdir. Resûlullah, her erkek gibi kadının da şahsî farklılıklarıyla kabul edilmesi gerektiğine bu üslupla dikkat çekiyor. Ailenin devamı ve huzurlu geçimi için en uygunu, mevcut hâl üzere uyuşma yolları aramaktır. Eşlerin birbirlerinin eğriliklerine, yani hoşa gitmeyen huylarına, alışkanlıklarına tahammül etmektir. “ksi halde, eşlerin ilk anlaştıkları, birleştikleri, birbirlerini sevdikleri yönleriyle yola devam etmeleri yerine; birbirlerinin sevmedikleri, belki de nefret ettikleri yönlerini öne çıkararak, bu hoş bulmadıkları tarafları düzeltmeye gayret ederek gerekli uyumu tesis etmeye çalışmak gibi yanlış bir düşünceyle hareket edip uyum meselelerini bu şekilde ele almakla yol alınamayacağı, müspet bir neticeye varılmayacağı açıktır.

Resûlullah bu nevi hadisleriyle, karı ve kocaya, “Birbirinizin fıtratından gelen ve hoşunuza gitmeyen huylarını değiştirmek gibi yanlış bir yola girmeyin... vs.” manasında tavsiyede bulunmaktadır. Aksi takdirde, mesela erkek, kadından ileride olan erkeklik gücünü kullanarak onu değiştireceği zannıyla böyle bir işe girişecek, hanımına kendi istediği şekli vermeye kalkacak olursa, kuvvetle muhteledir ki bu davranış, eşiyle arasında kırılmalara sebep olabilecektir.

Tekrar edelim ki, bu durum her iki taraf için de söz konusudur. Hz. Peygamber’in kadınların zikrine öncelik vermesi; karşı tarafı kendi istediği şekle koyma düşüncesinin, gerek içtimaî gerekse fizikî durumları sebebiyle genellikle erkeklerde bulunmasından dolayıdır. Meseleyi gerektiği şekilde değerlendiremeyen bazı kimselerin, bu çeşit hadislerde kadınların istiskal edildiği manasının mevcudiyetini iddia etmeleri yanlıştır.

Yeri gelmişken hadiste mevcut bir diğer inceliğe daha dikkat çekmek isteriz. Hadisin, “Kadın eyeğidendir, doğrultursan kırarsın. Ona iyi muamelede bulun, onunla yaşa.” veçhinden daha iyi anlaşılacağı üzere, Aleyhissalatu Vesselam, kadınların hassas bir mizaç üzere yaratıldıklarına, onlara iyi muamele yapıldığı takdirde, onlarla uyum içinde yaşanabileceğine dikkat çekmektedir.

İmam Gazâli, hadisten, kadında rastlanabilecek bir kısım huysuzluklara, müsamaha ve anlayışla mukabele etmek gerektiğini anlar: “Kocanın karısı ile iyi geçinmesi, ona karşı güzel ahlâkla muamelede bulunması, kadının hakkıdır. Güzel ahlâktan murat kadına eza-cefa etmemek değil, onun ezasına tahammül göstermek, Resûlullah’ın yolundan giderek kadının taşkınlık ve gazabına karşı halîm selîm davranmaktır.” der.

Nevevî gibi bir kısım âlimler bu hadiste, Resûlullah’ın kadınlara olan şefkat ve merhametini görürler. Nevevî yorumunda haklıdır kanaatindeyiz, çünkü, Resûlünün sünnetine uyarak Rabbinin rızasını kazanmak isteyen samimi bir mümin; hanımında, hoşuna gitmeyen davranış ve hallerle karşılaştığı zaman bunları düzeltmeye giderek kıracağı, kavgalara, huzursuzluklara sebep olacağı yerde, dünya ve ahiret rehberi olan Allah Resûlünün bu sözünü hatırlayarak ondaki eğriliği (!) doğrultmaya kalkmaktan vazgeçer. Erkeğin böyle bir durumda kendini frenlemesi, kadın için bir rahmet değil de nedir? Gazali merhum da, bir erkeğin, Resûlullah’tan aldığı “Kadınına karşı iyi davran.” emrini yerine getirmiş olma rahatlığına, “Onların, hoşuna gitmeyen taraflarına tahammül etmekle” ulaşabileceğini söyleyerek, bir başka üslupla aynı noktaya parmak basmış olmaktadır.

Şunu da belirtelim ki; âlimler kadınların eğriliği deyince onların hırçınlığı, hissiliği, en basit bir hadisede boşanma talep etmesi, kocanın gücünü aşan talep ve isteklerde bulunması, aile sırrını ifşa etmesi, nankörce davranması, dedikodu yapması gibi umumiyetle fıtrî olan zaaflarını anlarlar. Şu halde Resûlullah, sadedinde olduğumuz hadiste, kadınların bu fıtrî hallerine dikkat çekerek, onların bu zaaflarını gidermeye kalkma yanlışlığına düşmeden, bu hâllerine tahammül ederek geçinme yolları aramayı tavsiye etmiş olmaktadır.
**
“Kanaatimizce, kadınların farklı bir mizaca sahip olduğunu önceden hususî bir dersle öğrenerek uygulamaya koymayan bir erkek, evlilik hayatında, aslında hiç de arzu etmediği kabalıklara düşerek, yanlış davranışlar sergileyebilir. İyi davranış iyi davranışı cezbettiği gibi, kötü davranış da kötü tepkileri tahrik edecektir. Aleyhissalatu vesselam efendimiz, bunu önlemek için, erkeklere kadın halet-i ruhiyesi ile ilgili sağlıklı bilgiler sunmuş ve bu temel bilgilere muvafık düşen ve uygun gelen davranış örnekleri ortaya koymuştur.”





Aile İçi Eğitim

Fransa, 1976 yılında, nine ve dede gibi yaşlıların, aile muhitinden uzakta yaşamalarının, yeni nesillerin yetişmesi açısından husule getirdiği mahzurları göz önüne alarak, devlet eliyle yapılan toplu mesken dediğimiz blok inşaatlarında % 20 nispetinde, tek kişilik dairelerin planlanmasını kararlaştırılmıştır. Bundan maksat, yaşlıların buralarda iskânı suretiyle, torunlarla olan münasebetlerinin çokça azalmasını veya tamamen kesilmesini önlemektir.

**
Bilhassa süt devresi olmak üzere, temyiz yaşına kadarki devrede ailevî hayat, çocuğun şahsiyetinin teşekkülü açısından da büyük ehemmiyet taşımaktadır. Yeni araştırmalar sonucu artık anlaşılmıştır ki, çocuğun fikrî gelişmesinde bilhassa ailevî ve içtimaî şartların rolü büyüktür. Müreffeh muhitlerin çocuklarının daha doğuştan, fakir muhitlerin çocuklarına üstün olacağına dair (Batılılardaki) eski inancın yerini, “Çocuğun gelişmesinde, konuşma kapasitesini kazanmasında, tecrübeler edinmesinde hayatının akışına yön veren sâiklerin inkişafında ailevi şartlar rol oynamaktadır.” şuuru almıştır.

**

En son nazariyelere göre, insandaki kabiliyetler, hayatın ilk yıllarında süratle gelişmektedir. O kadar ki, zekâya müteallik hassaların yarısı, dört yaşından itibaren teşekkül etmekte; altı yaşına ulaşınca üçte ikisi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Üç yaşında bir çocuğun (terbiyede) maruz kalacağı bir yıllık bir tehir, altı ve yedi yaşlarında iki yıla bedel olmakta, on beş veya on altı yaşlarında da dört yıla bedel olmaktadır. Bu durumu göz önüne alan pek çok Amerikalı iktisatçı en verimli, en kârlı terbiyenin ilk yıllarda verilecek terbiye olduğunu ifade etmiştir. Bazı terbiyecilerin, kişinin şahsiyetini altı yaşında tamamlayacağını söylediğini ise daha önce kaydetmiştik.

Aileye ve aile terbiyesine ehemmiyet veren İslamî görüş de, çocuğun hayatında, ilk yılların ehemmiyetinde ısrar eder. Bu hususta İbn-i el-Kayyim’in sözü, diğer âlimleri temsilen kayda değer. Ona göre, ancak ölümle çıkacağı ifade edilen ve insanın şahsiyetinin ifadesi olan değişmez vasıflarını temsil eden “huy”; kişide, küçüklüğünde mürebbi tarafından alıştırılan gazap, inat, acelecilik, hafiflik, hevâperestlik, hiddet, hırs gibi ahlâklardan meydana gelmektedir. Mâverdî ve İhvânu’s-Safa risalelerinde de aynı şeyler ifade edilir.

**
İslam, aile içerisinde aile efradının terbiyesine yönelik gayretleri “en büyük cihat” olarak vasıflandırmıştır. Bediüzzaman, bu noktada şöyle der: 'Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihâd-ı ekber ile muvazzaftır.'
**
“İslam, aile planında, hizmetçiye varıncaya kadar bütün aile efradının eğitiminin ihmal edilmemesini talep eder. ”


Thursday, March 31, 2016

Geceyi İhya


Kıyâmu’l-Leyl’i, yani gece kalkışını, hep namaz kılmak olarak anlamak yanlıştır. Esas olan geceyi ihyadır, yani ölü geçirmeyip faydalı kılmaktır. Namaz, Kur’ân tilaveti ve evrat okuma gibi çeşitli zikirler yaparak geceyi ihya edebileceğimiz gibi, -âlimlerimizin belirttiği üzere- bilgimizi artırıcı meşguliyetlerle de ihya edebiliriz. Hatta bir müddet namazdan sonra, bilgi eksikliklerimizi tamamlayan gayretlerin ibadetten kat kat üstün olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Aleyhissalatu vesselam da bir hadislerinde, “Geceleyin bir müddet ilmî meşguliyet, onu (tamamiyle ibadetle) ihya etmekten hayırlıdır.” buyurmuştur.


Çocuk Hakları

İslam açısından insan, doğduğu andan büluğa erdiği güne kadar “çocuk” addedilir ve büyüklerden ayrı ele alınır. Bu yaklaşım, birçok açıdan ehemmiyetlidir:

1- Hukuk açısından önemlidir, çünkü büluğ anına kadar hukukî ehliyeti noksandır ve bir velinin nezaretindedir. Çocuk hukukî akitlerde bulunamaz. Çocuksu şeyler dışında veya örfen çocukların alıp-satması normal olan şeyler dışında alışveriş yapamaz. İşlediği suçlara ağır ceza verilemez.

2- Terbiye açısından da önemlidir. Çünkü terbiyesinden ailesi veya devlet sorumludur. Ailesi, onu hayata hazırlamakla mükelleftir. Çocuk büluğla birlikte Allah’a, ailesine, devlete ve çevresine karşı bir kısım sorumluluklar altına girdiği için artık mükelleftir ve şayet aklî bir noksanlığı yoksa üzerindeki vesayet kalkar, normal bir kimsenin bütün hak ve sorumluluklarına muhatap olur. İşte; ailenin, çocuğu, bütün bu sorumluluklarını tek başına yapabilecek formasyona kavuşturması gerekir. Açıktır ki, çocuğa bu seviyenin kazandırılması, onun başkaca meşguliyetlerden uzak olmasını gerektirir.

* Bu sebeple onun nafakası ailesinin üzerindedir.
* Ve onun hayata hazırlayıcı olmayan işlerle meşgul edilip istismar edilmesi caiz değildir. Bunu garantilemek üzere, İslam bazı tedbirler almıştır:

1- Nafakası aileye ait olduğu için çocuk, nafakası için çalıştırılmamalıdır.

2- Çocuğun, büluğdan önceki malı, kazancı yetim malı sayılır ve normal şartlarda anne-baba dahil herkese haramdır; son derece sınırlı şartlarda ve sıkı kayıtlarla anne-baba ondan istifade edebilir. Evladın malı, anne-babaya ancak büluğdan sonra helaldir.

3- Çocuğun, -herkese helal olan- kırların otu, ormanın odunu, derenin suyu… gibi emvâl-i mubâha’dan elde ettiği şeyler kendine aittir. Bunların ailesinin malına karışması, o malı aileye haram kılar. Öyleyse aile, çocukları bu nevi işlerde kazanç için çalıştırmamalıdır.

4- Baba, çocuğa, itibar ve değerce kendi mesleğinden daha aşağı olmayan bir meslek kazandırmalıdır. Çocuk, bu maksatla bir ustanın yanına konabilir. Fakihler, babanın, çocuğu ücretli bir işe de koyabileceğini söylerler; ancak çocuğun bu esnada elde ettiği kazançtan sadece çocuğun zaruri ihtiyaçları için harcayabileceğini, kendisi için harcayamayacağını belirtirler.

Görüldüğü üzere İslam hukukçuları; çocukları, hayata hazırlanma döneminde, ailenin bir kısım işleriyle meşgul ederek, daha iyi bir “formasyon” almasını engelleyecek istismarlardan korumak için, bugün çiftçi kesiminde ve hatta şehirlerde bile hiç uygulamada olmayan ve çoğunlukla da bilinmeyen inceliklere inerek, onları koruyucu hükümler getirmişlerdir.

Çocuk

“Allah sizleri annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmezler olarak çıkardı. Ancak sizlere işitme, gözler ve kalpler verdi, ola ki şükredersiniz.” (Nahl, 16/78)

İlk kısımda kaydettiğimiz âyet, çocuğun cahil olarak dünyaya geldiğini belirtirken, bu fıtrî cehaleti gidermede ona verilen ilim elde etme yollarına da dikkat çeker:

1- Kulak,
2- Göz,
3- Kalp

İlmi elde etmenin bu üç temel yoluna, aynı sıra ile başka sure ve âyetlerde de temas edilir. Kur’ân bazı kere, bu kelimelerin müteradiflerini (eş manalılarını) kullanır. Ayrıca sağır (summ), kör (umy), dilsiz (bukm, ebkem) kelimeleriyle de aynı mana ifade edilir. (Bakara 2/18) Bu âyetlerde çoğunluk itibariyle önce “kulağın” zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Böylece ilahî irşat, bize ima eder ki, çocukta şahsiyetin inşasında ve ilim kazanmada, kulağın rolü, -pratik hayatta “gözü” daha önemli addetsek de- gözden daha öncelikli ve önemlidir. Nitekim, sağır olan aynı zamanda dilsizdir ve hiçbir manaya intikal edememektedir. Hâlbuki işitmesi olanlar, gözleri görmese bile, -pek çok dalda ihtisas dâhil- yüksek tahsil yapabilmektedir. Dikkatimizi çeken başka bir husus, Kur’ân’da, göz kulak gibi duyularla alınan bilgilerin kalpte işlenerek faydalı hale getirildiğine değinilmesidir:

Burada geçen kalp; bir hâldir, maddi değildir, ruhanî ve manevidir. Akıl, ruh, nefis, fuâd gibi başka kelimeler de yer yer, kalp manasında kullanılır.

Kur’ân’da fuâd yani “kalp” kelimesinin -yukarıda görüldüğü ve ayrıca belirtildiği üzere- bilgi kaynaklarını sayan âyetlerde büyük çoğunlukla üçüncü sırada zikredilmesinden hareketle şunu söyleyebiliriz: Çocukta karakter ve şahsiyetin inşasında, kalbin ve aklın rolü sonradan devreye girmektedir. Yani çocuk önce, aile ortamında işitip gördükleriyle kişiliğini bulmaktadır. Zaten aklî meleke, temyiz yaşı da denen 6-7 yaşlarına doğru sonradan inkişaf eden ve büluğla kemâle eren bir hâldir.
**
Aleyhissalatu Vesselam, çocukta dinî vasfın, konuşma yaşından itibaren ebeveynin tesiriyle teşekkül ettiğini belirtir. Batılı bir kısım eğitimciler de, altı yedi yaşlarına geldiğinde, çocukta karakterin tamamen veya dörtte üç nispetinde teşekkül ettiğini iddia etmektedirler. Şu hâlde, hangi kaynak esas alınırsa alınsın ortaya çıkan beşerî bir gerçek var: Çocuk, hayatının ilk yıllarında, yani henüz aklî melekesi devreye girmeden, duydukları ve gördükleriyle, şahsiyetini büyük ölçüde elde etmektedir. Bu durum, çocuğun şahsiyetinin inşasında, anne ve babanın ne derece müessir ve dolayısıyla onun geleceğini ne derece belirlemede ne kadar etkin olduğuna delil olur. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, çocukların uhrevî saadet veya şekâvetinden anne ve babayı sorumlu kılmaktadır.
**
“… Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır işitmezler…” (A’râf, 7/179). Kur’ân böylelerini “sağır, dilsiz ve kör” olarak vasıflandırır. (Bakara, 2/18, 171; Enfâl, 8/22)

Bu son âyette, insan şahsiyetindeki olumsuz gelişmeye temas edilirken, dış âlemden bilgi edinme yollarından olan “kulak” kelimesiyle değil de, “kalb”le başlanması da dikkat çekicidir. Bu bize, temyiz yaşından ve hatta temyize götüren konuşma yaşından önce ruhî ve manevi terbiyeye öncelik verilmesi, çocuğun doğumdan itibaren kulaklarıyla işiteceklerine ve gözleriyle göreceklerine ihtimam gösterilmesi gereğini ifade eder. Çünkü âyet böylece, rüşdüne eren kimsenin, kulak ve göz yoluyla dış âlemden elde edeceği ham bilgilerin ilk yaşlarda teşekkül ettirilen kalp tarafından yoğrularak sağlıklı bilgiye dönüştürüleceğini ihsas ve iş’ar etmiş olmaktadır.

**
Çocuğun dinî şahsiyeti, hadiste geçtiği üzere, konuşmaya başladığı andan itibaren teşekkül ettiğine göre, öncelikle ilk yıllar olmak üzere büluğ öncesi eğitim, onu dinî bakımdan yüceltecek veya alçaltacaktır. Ya akledemeyen, anlamayan “kör”, “sağır” kılacak veya âlâ-yı illiyyîne, ahsen-i takvime (yücelerin yücesine) çıkaracaktır. Bu iki mertebe arasındaki müthiş uçurum, Kur’ân’a göre “kulak” ve “göz” yollarıyla elde edilen dışa ait ham bilgileri işleyen kalbe, kalbin bu ham bilgileri yorumlamasına bağlıdır.

**
Farz ve nafile olan bütün dinî değerlerin çocuklara mümkün mertebe erken yaşlarda öğretilmesi ve yaptırılması gerekir. Hz. Peygamber’in; kendi ailesinden bir çocuk konuşmaya başlayınca, itikada giren kısa âyetler ezberlettiği, keza ashabın da çocuklara kısa sureler, kısa dualar ezberlettikleri rivayetlerde gelmiştir. Özellikle farz olan ibadetlerin erken yaşlarda ele alınması çok önemlidir. Farz olan ibadetlerin çocuğa emredilmesinin, bu ibadetlerin farziyet, mecburiyet kazandığı büluğ çağına ertelenmesi yanlıştır. Aleyhissalatu Vesselam’ın, çocuklar yedi yaşına gelince namazın emredilmesi, on yaşına gelince namaz konusunda daha ciddi durulması hususundaki talimatı bilinmektedir (ki, az sonra hadisin metnini vereceğiz). İslam âlimleri “Temyiz yaşında namaz emredildiğine göre, namazın kılınmasında bilinmesi gereken nazarî bilgilerin, namazda okunacak âyetlerin, duaların, zikirlerin önceden öğretilmesi gerekir.” demişlerdir.







Ebeveyn vs. Dadı

Çocukların temel eğitiminde, ebeveyn ilgisinin önemine temas ettikten ve “Özellikle varlıklı İstanbul ailelerinde, bütün aile büyüklerinin iyi eğitim almış kimseler olmaları sebebiyle, çocuklarının temel eğitimini kendilerinin verdiklerini” belirttikten sonra, Osmanlılarda bir dönem mezkur geleneğin bozularak, bu hayatî işin başka ellere verildiğine de dikkat çekmemiz gerekmektedir. Yine Onur’un derlediklerinden öğreniyoruz ki, 19. asrın ortalarından itibaren, başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerin varlıklı ailelerinin çocukları, “Çerkez dayı”, “Arap dadı”, “yaşlı lala” gibi unvanlarla anılan mürebbiler tarafından büyütülmektedir. Osmanlı’nın yıkılışının derin sebepleriyle ilgili daha gerçekçi bir ipucunu teşhis düşüncesiyle özellikle üzerinde durulması gereken bir durum, Tanzimat döneminde “bütün üst tabaka ailelerinde” yabancı mürebbiye tutmanın moda olması hadisesidir. Geleneksel anne-çocuk ilişkisini değiştiren, annenin çocuk üzerindeki hâkimiyetini azaltan  mürebbiliğin vahim hâlini, Merhume Samiha Ayverdi’nin sunduğu nefis tasvirden dinleyelim:

“… Kırk sene evvel İstanbul’da mürebbiyelik, topsuz tüfenksiz bir imparatorluk demekti. Müreffeh her Türk ailesinin içine adım atmak demek, orada asla muaheze ve itiraza çarpılmadan saltanat sürmekle birdi. Mürebbiyenin hususi odası, hizmetine verilen cariye, kaprislerine körü körüne itaat edilen bütün bir ev halkı vardı. Mürebbiye evin içinde kimsenin anlamadığı bir dille okutup yazdırdığı çocukla, ne yapar, ne söyleşir kimse bilmezdi. Bilinmesi lâzım olan bir şey varsa onun her yaptığının, her işlediğinin ayn-ı hikmet oluşu idi. İşte bu yüzden de çocuk altı yaşına geldiği halde, “Ezan okunuyor.” diyeceği yerde “İmam bağırıyor.” derdi. Henüz büyükbabası, konağında cemaatle namaz kıldığı, kendi babası Cuma namazlarını kaçırmadığı halde, mürebbiyenin şaheseri olan bu körpe insana, mukaddesatı, bir yüz karası imiş gibi, silinmek, bertaraf edilmek zevki aşılandı. 
Fakat çocuk, bu darbeyi sade imanına yemedi. Din, merkezden muhite açılan iç içe halkaların hepsini birden kucakladığı için ilk kastedilen o oldu ise de, milliyeti, an’anesi, bağları, hâtıraları hülasa tekmil kıymetleri teker teker kurşun sıkılan hedefler arasında kolay kolay devrilip gitti.
Artık çocuk himaye çağından çıkıp, mürebbiye de dört başı mâmur zaferinin hazzı ile eve vedâ edeceği zaman, sanki bu zaferin mükafatı olarak o, bilgisi, dirayeti ve nezaketi medhedilerek bir başka aileye tavsiye ve devredilmek suretiyle önüne yeni ve elverişli bir zemin daha hazırlandı. Böylece mürebbiye denen canlı tehlike, hâmili olduğu mikroba karşı muafiyete sahip bir portör çalımı ile, taşıdığı mikroplardan bol bol ve rastgele etrafına dağıttı durdu…”

Thursday, March 24, 2016

Yeni Huy

Gazali merhum, İhya’da, kendilerine batâlet ve uyuşukluk galebe çalan kimselerin, gayret ve çaba gösterme yoluyla huyun değişip ahlâkın güzelleşeceğini inkar ettiklerine dikkat çeker ve bu kimselerin düşüncelerinin yanlışlığını belirtir. Âyet ve hadislerden getirdiği delillere, terbiye ile önceki huyu değiştirilerek ehlileştirilen hayvanlardan örnekleri de ilave eden Gazali, riyazet ve gayretle ahlâkın değişeceğini savunur. Ona göre, yaratılıştan cömert olmayan kimse, kendisini zorlamak suretiyle cömertliğe alışabilir; mütevazı olarak yaratılmayan kimse de buna alışma zahmetine girmesi hâlinde mütevazı olabilir. Ve meseleyi şöyle noktalar: “Diğer kötü sıfatlar da böyle, zıddı ile -gayeye ulaşıncaya kadar- meşgul ola ola ve keza ibadete devam ederek ve nefsanî arzulara muhalefet suretiyle bâtın güzelleştirilir.”

Terbiyede Annenin Sorumluluğu Daha mı Büyük?


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde, evlat üzerinde anne hakkının, manevi açıdan, baba hakkına nazaran üç misli fazla olduğunu ifade eder. Bu manayı pekiştirmek üzere: “Cennet annelerin ayağı altındadır.” buyurur. Çocuk üzerinde annenin bu ziyade hakkı; çocuğun terbiye döneminde annenin daha çok emeğinin geçmesinden, daha fazla etki ve katkısının bulunmasından ileri gelmiş olmalıdır.

Çocuğun, hamilelikten doğuma kadarki zamanda ve yine doğumdan başlamak üzere büyüyünceye kadarki dönemde anneye terettüp eden hizmet ve zahmetlerinin, babanınkiyle kıyaslandığında çok fazla olduğu anlaşılır. Âyet-i kerîme buna: “Annesi onu, karnında, zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur…” diyerek dikkat çeker. (Ahkâf, 46/15) Keza terbiye açısından da çocuğun temel karakterleri kazanıp, şahsiyetini büyük ölçüde bulduğu, doğumdan 7-8 yaşlarına kadarki -hidâne de denmiş olan- en kıymetli terbiye döneminin annenin yetki ve sorumluluğunda olması da, çocuk üzerinde annenin etki ve katkısının büyüklüğünü gösterir. Bu terbiye döneminin önemini teyide yönelik olarak kaydetmek isteriz ki; günümüz terbiyecileri de, çocukta şahsiyet gelişmesinin altı-yedi yaşlarına kadar büyük ölçüde tamamlanacağını söylemekte müttefiktirler. 

İslam dünyasında, çocuk üzerinde anne hakkının üstünlüğünde icmadan bahseden âlim çoktur. Bunun sebebini yukarıda kaydettiğimiz âyeti de delil göstererek: 1- Hamilelik zahmeti, 2- Doğum zahmeti, 3- Emzirme döneminin zahmeti diye üç sebebe bağlarlar. Ancak, en azından istiğna yaşına kadar olan dönemdeki hizmetlerin zahmetleri, talim-terbiyedeki zahmetleri bu hesaplamada zikredilmez. Biz annelerin hadîslerde dörtte üç nispetinde gelen tekaddümlerinde, çocuğun hayatı boyunca üzerinde tesir edecek olan terbiyevî etkilerinin de hatırlanmasını, o noktadan annelere terettüp edecek lehlerindeki veya aleyhlerindeki durumların iyi açıklanması gerektiğini belirtmek istiyoruz. Şahsiyetin büyük ölçüde inşa edildiği o dönemde, ister istemez anne ile birlikte olan çocukların daha ciddi bir anne ilgisi görmelerine annelerin uhrevî sorumluluk düşüncesi etkili olacaktır.
Asrımızın büyük İslâm alimi Bediüzzaman, çocuklar üzerinde annelerin etkisini, eğitim ve terbiyelerindeki katkısını vurgulamak üzere, çocukların meslekî yönlendirmelerindeki yanlışlık ve maddeciliğe dikkat çekerken, babayı değil anneyi zikreder. Hanımlarla ilgili bir risalesinde, bir kadının çocuğunu kurtarmak için, herhangi bir ücret beklemeden evladı için kendini feda edecek derecelere varan fedakârlıklarını zikrederek, kadınları “şefkat kahramanları” olarak vasıflandırdıktan sonra, zamanımızda bir annenin, bu yüce şefkatini çocuğun sadece dünyasını kurtarmaya sarf ederek kötüye kullandığını belirtir. Aynen şöyle der: “O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakarlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor: Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken, davacı ediyor. O çocuk: ‘Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslamiyeyi tam almadığı için vâlidesinin hârika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez.”

**
Şunu öncelikle belirtelim ki çocuğun icra planında ve terbiyesinde yetkiler, doğumdan istiğna yaşına (yani yeme, içme, giyme ve hatta taharetlenme gibi işleri kendi kendine yapabilme yaşına) kadar anneye; annenin olmadığı durumlarda, öncelik anne tarafından olmak üzere (anneanne, babaanne, teyze, hala gibi) bir kadına aittir. Çünkü Allah, kadınları çocuğun en ziyade muhtaç olduğu şeyle yani “şefkat”le mücehhez yaratmıştır. Şefkatte erkekler kadınlara yetişemezler.


Kıble Evler 2

“Evin kıble edinilmesi ne demek? Cenab-ı Hak, “Evlerinizde mescitler ittihaz edin!” demiyor, “Evlerinizi kıble ittihaz edin!” diyor. Âlimler bundan iki incelik çıkarmışlardır:

a- Bir kısım âlimler: “Hz. Adem’den beri, bütün semavî dinlerde kıble vardır.”, “Ortak kıble Kâbe’dir.”, “Tarih boyu evler, Kâbe istikametinde yapılmıştır. Sadece Resûlullah döneminde geçici bir süre için Kudüs kıble kılınmıştır.” vs. demiştir. Ancak, burada meselenin bu yönü üzerinde duracak değiliz, bu konumuzun dışına çıkmak olur.

b- Diğer bazı âlimler; “kıble” tabirinin ihtiva ettiği “karşılıklı (mütekâbilen)” manasını göz önüne alarak ‘evlerin kıble kılınması’ndan; evlerin, ‘karşılıklı olarak birbirine (mütekâbilen) yönelmiş kılınması’nı anlamış; bu manadan hareketle âyetten kastın “Birbirini destekleyen bir cemaatin husûlü” olduğu belirtilmiştir. Aynen şu ifade geçer: “Evlerin kıble kılınması(nın bir manası); onların, karşılıklı olarak birbirini destekleyen cemaatler şeklinde organize olmaları (veya organize edilmeleri)dir.”

Bu manadan hareketle, şu yoruma ulaşabiliriz: İsrailoğulları, Hz. Musa ve kardeşi Harun’un tedbiriyle mahallelerde hazırlanan -ve faaliyet merkezleri mahiyetinde olan- evler etrafında, birbirleriyle dayanışma ve irtibat içine girmişler, bilhassa ortak ibadet, çocukların ortak eğitimi gibi ihtiyaçlarını çözmeye çalışmışlar ve böylece âyet-i kerîmede Allah’ın kendilerine emrettiği, bütün evlerin kıble kılınması, yani her eve ulaşılarak, evlerin birer mescit ve mektep hâline getirilmesi suretiyle, yeni nesillerin bu evlerde yetiştirilmesi sağlanmıştır. Ve İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine olan emrini yerine getirerek, talep etmiş oldukları kurtuluşa erme lütfunu hak etmişlerdir. Âyetteki, müjdele tabiriyle vadedilen, müminleri ilahi şekilde kurtarma işi de, Kızıl Deniz’den mucizevî bir geçişle yerine getirilmiş oluyor.

Bu uygulama, kıyamete kadar gelecek müminlere bir örnektir. Müminler; Hz. Musa zamanında olduğu gibi, hâkimiyeti ele geçiren Firavunlar yüzünden, nerede bir surette hürriyetlerini kaybetmiş, dinin gerektirdiği şekilde yaşamakta sıkıntı ve zorluklara düşmüşlerse, çocuklarına hür ve meşru ortamlarda alenen eğitim vermekten alıkonmuşlarsa, evlerine yönelmelidirler. Evlerini mescit ve mektep şeklinde kullanmalıdırlar. Onlar için en selametli ortam ev ortamıdır. Eğitimle ilgili bir kısım problemlerin -meselâ bir öğretici tutma gibi- çözümü de, komşu veya yakınların birbiriyle dayanışma içine girecekleri cemaat veya gruplar oluşturmalarını gerektirecektir.
**

“Evi kıble kılma”nın bir başka mesajı daha var: Tıpkı eski âlimlerin, ilim alma yoluna giren talebelere yaptıkları: “İlmi hocadan alın, kitabı kendinize kıble kılmayın, kim bunu yaparsa, hocası şeytandır.” tavsiye ve uyarılarındaki “kitabı kıble yapmak” tabiri, Arap örfünde, “kitap üzerinde yoğunlaşma”yı ifade ettiği gibi,”evin kıble kılınması” da eğitim-öğretim-ibadet meselelerinde evde yoğunlaşmayı ifade eder.

Bir başka ve daha açık bir ifade ile; eve yönelmek, evi kıble edinmek elbette eve bir mescit hüviyeti kazandırıp ev merkezli bir eğitim faaliyetine geçmeyi gerektirir. Yani, mescitlerin gördüğü ibadet, eğitim, öğretim, cemaatleşme gibi bütün hizmetler evlerde yerine getirilmelidir. Evlerin bu suretle kullanımı, müminler arası irtibatı azaltacak, herkesi kendi başına kılan bir içe kapanma şekline döndürecek tarzda olmamalıdır. Karşılıklı dayanışma şeklinde olmalıdır. Yani nasıl ki mescitler herkese açıktır. Haftanın bir gününde mecburi olmak üzere, her gün namaz vakitlerinde müminleri bir araya getirme, aynı mekânda toplayarak içtimaîleştirme hizmeti veriyorsa, evler de öyle olmalıdır. Mütekâbil (karşılıklı) olarak birbirinize rahatça gidip gelmeyi kolaylaştırmalısınız, resmiyeti azaltmalısınız. Böylece, mescitlerin verdiği bütün hizmetleri evler verebilmelidir. Yani, konulan yasaklar sebebiyle, cami, mektep, mahalle veya köy odası gibi ortak mekânlarda bir araya gelmenin zorlaştığı veya imkânsızlaştığı şartlarda:

* İbadet ve zikirler için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Dinî bilgilerinizi tazelemek, öğrenmek için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Yeni nesillerin talim, terbiye ve eğitimi için evler kullanılmalıdır.
* Her çeşit dini ve içtimaî merasimler evlerde yapılmalıdır.
* Bütün evler bu hizmetleri verebilecek durumda olmazsa, bazıları mutlaka bu hâle getirilmelidir.
* Veya (duruma göre ve şayet imkan olursa) bu hâle uygun, “ev” adı altında yeni inşaatlar gerçekleştirilmelidir.
* Bir yerleşim bölgesinde (şehir, köy, mahalle, oba vs.) herkesin aynı evde toplanması imkânsız ya da mahzurlu olabileceğine göre, yakın komşular, meslek grupları, akraba grupları, yaş grupları, cinsiyet grupları gibi daha küçük guruplar hâlinde ikili veya üçerli gruplardan başlayarak değişik sayıda gruplar teşkil edilerek, sırayla yani mütekâbilen olmak üzere mescitlerin verdiği hizmetlerin yerine getirilmesi için evlerde toplantılar gerçekleştirilmelidir.


Kıble Evler


Mısır’da azınlık şartlarında yaşayan İsrailoğulları’nın mabetlerinin yıkılıp ibadetlerinin yasaklandığı, imanlarını izhar edebilme işinin, az miktardaki gözü pek delikanlılara inhisar edecek kadar devlet terör ve zulmünün arttığı bir dönemde, bu tahammülü çok güç şartlardan kurtuluş talebinde bulunan müminlere şu ilahî emir geliyor:

“Biz Musa ve kardeşine: ‘Mısırda, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın ve ibâdetinizi tam yapın, ey Musa (bu emri yerine getiren) müminlere (talep ettikleri kurtuluşu) müjdele!’ diye vahy ettik.” (Yunus, 10/87)

Evet, göreceğiz ki, bu vahiy onlara ve aynı şartları yaşayanlara bir kurtuluş reçetesidir.
**
Hz. Yusuf’tan sonra geçen uzun zaman içerisinde sayıları, Tevrat’ın bir âyetine göre (Çıkış 12,37) Mısır’dan çıkma anında altı yüz bin erkek olacak kadar artan Yahudiler, Mısır içtimai hayatında etkin bir hal alınca onlardan bir kısım tedirginlikler duyulmaya başlar. İşte bu safhada, -Taberî’de gelen rivayete göre, el-Velîd İbnu Mus’ab adındaki Firavun, onların sayıca artmalarını önlemek üzere bir kısım tedbirler alma gereğini duyar ve ağır işkenceler uygular. Tevrat’a göre, önce ağır işler vererek Yahudilerin çoğalmasını kontrol altında tutmayı dener, netice alamayınca, yeni doğan erkek çocukları öldürtmek suretiyle sayılarının artmasını önlemeye çalışır. Zamanla, erkeklerin tamamen tükenmesi halinde işçi sınıfının yok olacağı endişesi gündeme gelir, bu durumu önlemek için, istişare ile, erkeklerin bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılması kararına varılır. Kur’an’da açıklandığı üzere Hz. Musa, bu erkek çocuk katliamının uygulandığı bir yılda dünyaya gelir (Kasas, 28/7-ve devamı). Tevrat’ın Çıkış bölümünde, Yahudilere uygulanan ağır baskı biraz tasvir edilir: “Ve Mısır üzerine, Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı ve kavmine dedi: “İşte, İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki, cenk vuku bulunca, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarırlar. Ve onlara yükleriyle (verilen işleriyle) eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlar, ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler” (Çıkış 1,8-12) Tevrat, daha sonraki âyetlerinde, onların sayılarını azaltmak için Firavun’un, zulüm ve baskıyı artırmaya karar vererek, adam başına günlük olarak dökülen kerpiç sayısını sabit tuttuğu halde, saman vermeyi kestiğini ve samanı da kendilerinin toplamasını emrettiğini, Yahudiler’in Mısır diyarına anız toplamaya dağıldığını, aynı miktar kerpiç dökme işi yerine getirilemeyince Yahudilerin, Firavun’a müracaat ederek: kendilerine yapabilecekleri iş buyurmayı talep ettiklerini, taleplerinin kabul edilmeyip baskının artırıldığını belirtir: Firavun’un cevabı kayda değer: “Siz tembelsiniz, tembel! Onun için “gidelim Rabb’e kurban keselim” diyorsunuz. Ve şimdi gidin çalışın ve saman da verilmeyecektir, fakat kerpiçlerin sayısını vereceksiniz” diyerek onları reddeder.

Kur’an-ı Kerim, belirtilen bu endişeye Şuara suresi’nin 34-35’inci âyetleri arasında, çok veciz bir üslupla temasla Firavun’un, kurmaylarına, Hz. Musa’yı mülkünü elinden almak isteyen bir sihirbaz olarak takdim ettiğini belirtir. Onu sihirle mat ederek Beni İsrail üzerindeki tesirini kırmak için sahneye koyduğu tedbirleri oldukça teferruatlı olarak kaydeder: Belirlenen bir şenlik gününde mâhir sihirbazları merkeze çağırma, sihirbazların mükafat talepleri, Firavun’un onlara tatlı vaatlerde bulunması gibi pek çok teferruata yer verilerek, Hz. Musa ile sihirbazların yarış sahnesini “Firavun’un nasıl organize ettiği ortaya konur. Yine belirtilir ki, yarış sonunda, Hz. Musa’nın değneği, bir yılana dönüşerek, sihirbazların göz boyamak için ortaya attıkları iplerini ve değneklerini yutar. Böylece sihirbazlar, Hz. Musa’nın yaptığı işin sihir değil, mucize olduğunu anlayıp secdeye kapanırlar ve: “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Hârun’un Rabbine inandık.” diyerek imanlarını ilan ederler. (Şuarâ, 26/48)

Bu iman ve itiraf üzerine Firavun’un tepkisi, günümüzde, sadece insanların dışa yansıyan şekillerini değil -beyinleri yıkamaya yönelik maddî-mânevî baskı, korku, terör, tedhiş ve bunlara ilaveten bin bir çeşit propaganda oyunları yetmiyormuş gibi, insanların gözlerinin içine baka baka yalanlar, iftiralar da atarak [ve icabında hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvurarak]- vicdanlarını da kontrol altına alma gayretindeki, toplum mühendisi de denen, despotların, deccâllerin uygulamalarını tıpkı tıpkısını hatırlatan bir üslupla şöyle olur: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı andolsun, çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” (Şuara, 26/46)
**
1) Firavun, rejimi ve saltanatı için ciddi bir tehlike addettiği Hz. Musa’yı sihirbazlar vasıtasıyla mat edemeyince çok ağır bir terör uygulamıştır. Kol ve bacaklarını çaprazvâri kesme şeklindeki işkence ile tehdit savuran güç sahibi kimsenin uygulayacağı terör, gerçekten ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı olmalıdır. Nitekim Tevrat’ın, bu döneme temas eden âyetlerinden birinde geçen: “… Ve Musa, İsrailoğulları’na böyle söyledi; fakat can sıkıntısı ve ağır esirlik sebebiyle Musa’yı dinlemediler.”14 ifadesi, Yahudiler üzerindeki Firavunî terörün ne kadar ağır, ne kadar sindirici ve ürkütücü olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu durum, Yunus suresinin 83’üncü âyetinde, korku yüzünden, sayıca az olan bir kısım gençler dışında (İsrailoğulları’ndan) hiç kimsenin Hz. Musa’ya imanını izhar edemediği belirtilerek teyit edilir.

2) 84-86. âyetlerden; Firavun’un uyguladığı terörün ilk şokunun atlatıldığı, zulüm ve baskı altındaki halkın Peygamberlerinin nasihatlerine kulak verecek hale geldiği, Hz.Musa’nın da onlara, yaşadıkları şartlarda uymaları gereken bir kısım taktikler verdiği, öncelikle de Allah’a tevekkül, ağır şartlara da sabır tavsiye ettiği, halkın buna uyup, elbirlik kendilerini selamete çıkaracak bir yol aradığı, en nihayette de Allah’tan kesin bir kurtuluş talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu, Hz. Musa’nın sadece inanan gençlere değil, bütün Yahudilere yaptığı davetten ve halkın da bu davete verdiği müspet cevaptan anlamaktayız:

“Musa: Ey milletim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na tevekkül ediniz.” dedi. (Halk da): “Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar.” dediler.” (Yunus, 10/84-86)

**
Cenab-ı Hak, Yahudi müminlerin kurtuluş duaları üzerine, onları hemen kurtuluşa erdirmemiş, fakat onları kurtuluşa götürecek bir yol göstermiş, bir başka tabirle, onlara: “Madem kurtuluş talep ediyorsunuz, Ben de size, içinde bulunduğunuz şartlarda sizi kurtuluşa götürecek, Benim nazarımda sizin kurtuluşunuzu hak ettirecek bir reçete göndereyim, buna uyarsanız sizin kurtuluşunuzu sağlarım.” mânâsında bir vahiyde bulunmuş, bir kurtuluş reçetesi göndermiş ve bu maksatla da, evlerin kıble kılınmasını emretmiştir:

“Biz Musa ve Kardeşine Mısır’da, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın, ibadetlerinizi tam yapın. (Ey Musa! Bu emri yerine getiren) müminlere (mazhar olacakları kurtuluşu) müjdele! diye vahy ettik.”
**

Belirtmede fayda var. Burada, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanunun uygulanmasını görmekteyiz: “Güçlünün zulmüne karşı sabretmek, ezici kuvvete karşı rastgele karşı çıkmamak.”

Nitekim Hz. Peygamber de, Mekke döneminde öyle yapmış, 13 yıl boyunca her çeşidiyle çok ağır zulüm ve işkencelere karşı sabretmiş, müminlere de sabrı tavsiye etmişti. Tahammülü aşan zulümlere dayanamayıp, “Bizim de adamlarımız, akrabalarımız var; biz senden sadece mukâbele etme izni talep ediyoruz.” diyenlere de Aleyhissalatu vesselam, Mekke hayatı boyunca hep “sabır” tavsiye etmiş, asla kaba kuvvetle karşılık vermeye izin vermemişti. Öyle ki, bu dönemde, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp, karşılık vermek, onlarla mücadele etmek için izin isteyenlere Hz. Peygamber’in cevabı şöyle olmuştur: “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler. İmanlarından vaz geçmediler.” Ancak, müşriklerin zulmü “Müslümanları tamamen yok etme derecesine ulaşması noktasında” da, yok olmaya götürecek bir karşılık verme izni yerine, hicret etme emri vermişti. Savaş izni, Medine’de devlet kurulduktan sonra ve müdafaa makamında gelmişti. Bu sebeple ilk savaşlar, Bedir, Uhud, ve Hendek, müminleri yok etmek üzere Medine’ye kadar gelen saldırgan müşriklere karşı Medine’yi müdafaa etmek üzere, şehrin harîminde yapılmış savaşlardı.
**

İbadetlerin tam yapılması emrediliyor: Bir kısım hürriyetlerin ve bu meyanda din hürriyetinin daraltıldığı şartlarda takip edilecek en mühim strateji olarak, “evlerin kıble kılınması ve ibadetlerin tam yapıl“ması” (veya bazı Türkçe meallerin ifadesiyle “namazların dosdoğru kılınması”nın emredilmesi”), dikkat çekicidir. Çünkü böyle zor durumlarda günümüz teâmülünde, “dağa çıkmak (isyan)”, “sokağa dökülmek (protesto)”, “sloganlar atmak”, “tankları taşlamak”, “güç, gövde gösterisi yapmak”, “canlı bomba olmak” gibi tepkilere başvuruluyor, her çeşidi ve en acımasız olanıyla anarşik eylemlere yer veriliyor. Hâlbuki Kur’ân, Firavun’un baskısının arttığı bir dönemde evlerin mescit ve mektep kılınmasını, müteakiben tahlil edeceğimiz üzere, aynı inancı paylaşanların “birbirleriyle dayanışma halinde olan cemaatler oluşturmalarını” ve “çokça namaz kılmalarını” emrediyor.

Öyleyse, böylesi şartlarda, başkaca tepki metotları İslamî değildir. Zaten sokağa dökülme eylemlerinin, -çoğu kere bu işe girişenlere uygulanacak- pek acımasız, hatta kanlı şekilde tenkil ve kazıma hareketlerinin, kanun ve kamuoyu nazarında meşru kılıcı tertipler olarak ajan provakatör denen kimseler tarafından başlatılıp tahrik edildiği de sonradan ortaya çıkmaktadır. Bunun nice örneklerini dünya her gün yaşamakta.















Monday, March 21, 2016

Ailede Dini Eğitim

İslam’a ait her çeşit değer (Farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helaller, mekruhlar vs.), çocuklara küçüklüklerinden itibaren ağır ağır öğretilecek, uygulattırılacak ve çocuklar bu değerlere alıştırılacak. Ancak bunların çocuğa farz olmadığı bilinecek; bu sebeple de çocukta görülen gevşeklikler, aksamalar, eksiklikler, hatta tembellikler müsamaha ile karşılanacak ve çocuğun üzerine sert bir üslupla gidilmeyecek. Bilhassa farz ve haramlar hususundaki gevşekliklere sert ve ciddi tavırlar, çocuk on yaşına girdikten sonra gösterilecektir.

Bu arada, Resûlullah’ın: “…On yaşında namaz hususunda dövün.” emrini, “Namaz (ve çocuğu ilgilendiren farzlar ve haramlar) konusunda artık ciddi, sıkı davranın.” diye anlamamız daha muvafık olur. Çünkü Aleyhissalatu Vesselam’ın, bu sadetteki uygulamaya yönelik sünnetinde dayak mevcut değildir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) Validemiz, Resûlullah’ın ne hanımlarına ne hizmetçilerine ne de bir başkasına (dövmek niyetiyle) vurduğunu belirtir. Hz. Enes de, on yıl hizmet ettiğini belirttiği Resûlullah’ın, kendisinden sâdır olan herhangi bir olumsuzluk sebebiyle kendisini azarlamadığını, dövmediğini ve kendisine surat asmadığını açık bir üslupla dile getirir.


Metodumuz

Burada öncelikle belirtmek istediğimiz husus, meselelerimizin hallinde kendi kaynaklarımıza başvurma gereğidir. İslam, içtimaî hayatın her sayfasına, hatta her satır, her kelime ve noktasına kendine has çözüm ve metot verecek bir istiklaliyet ve zenginliğe sahiptir. Her çeşit problemini çözmede kendi kaynakları yeterlidir. Çünkü yüce dinimiz, mensuplarına kuru bir kültür veya sırf bir tefekkür veya salt bir ubudiyet ve züht hayatı teklif eden bir din değildir. Bir kısım kasıtlı iddiaların aksine o, müstakil bir medeniyet dinidir. Medenî hayatın gerektirdiği her şey onda vardır ve hepsi de kendine hastır: Hukuk, ahlâk, iktisat, bütün dallarıyla sanat, edebiyat, inanç, ibadet, tasavvuf, felsefe, talim-terbiye, kılık-kıyafet, takvim vs. günlük medenî hayatta ihtiyaç duyulan, akla gelen her şey İslam’da vardır. Hepsi de ilahî vahye dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), hicretle Medine’yi şereflendirdiği zaman ortaya koyduğu ilk İslam Anayasası’nın ikinci maddesinde müstakilliğimizi:

“Müslümanlar müstakil bir ümmettir!” diye ilan etmiştir. Öyleyse Müslümanlar, problemlerini kendi kaynaklarından hareketle çözmek zorundadırlar, ithal reçetelerle dertlerine deva bulamazlar.

**
Islah işlerine kendimizden başlayacağız, başkasını suçlamak faydasızdır. Bazı kaynaklarımızda yer eden şu rivayet, bu sadette cidden mânidardır:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Ben Allah’ım! Meliklerin melikiyim. Meliklerin kalpleri ve dizginleri benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı müşfik kılarım. Eğer bana asi olurlarsa, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve ceza verici kılarım. Onlar da bunlara çok kötü muamelede bulunurlar. Durum böyle olunca, meliklere sebbetmekle meşgul olmayın, aksine kendinizi zikir ve tazarru ile meşgul edin. Meliklerinizin hakkından size bedel ben gelirim.”


Sunday, October 18, 2015

Sened-İsnad

SENED:

Buna isnâd ve tarik (yol) de denir. Sened kelimesinin dilimizdeki mânâsı günlük hayatta ne ifâde ediyorsa, hadîs hakkında da onu ifade eder. Ev senedi veya tarla senedi veya bir başka mal-mülk senedi vardır. Bu sened o ev veya tarla veya mal-mülkün kime ait olduğunu gösterir veya mülkiyet iddiamızı isbat eder.

Şu halde hadîsteki sened de, hadis metninin kaynağa olan nisbetini isbatlar. Sözgelimi merfu bir hadîs mevzubahis ise, o sözün Hz. Peygamber'e olan nisbetini garantiler, mevkûf bir hadis mevzubahis ise, sahâbeye olan nisbetini garantiler. Bir başka deyişle sened, bir sünnetin Resûlullah'a ait olduğuna dair olan iddiamızı isbat eden yegâne delildir. Senedsiz bir sözü "hadîs"dir diye ileri sürmek mümkün değildir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Senet uydurulamaz mı? nitekim mülkiyet senetleri bile sahte olabilmektedir!

Tabiî ki yerinde bir itiraz. Ancak hadîs ilminin gayesi bu sahteliği önlemek, sahtekârlıklarını ortaya çıkarmaktır. Hattâ -daha önce de belirttiğimiz üzere- hadîs ilimlerinin doğmasına ve gelişmesine, büyük ölçüde bazı sahtekârlık teşebbüsleri sebep olmuştur.

Öyle ise hadîsin sıhhat derecesi ölçüsünde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'e olan nisbeti kesinlik kazanır.

Bir hadîs esas itibariyle metni yani, metinde ifâde ettiği mâna ve mefhum, ihtiva ettiği ahkâm sebebiyle kıymet taşır. Hadîsten esas maksad bu ahkâmdır. Ancak unutmamak gerekir ki, muhaddisler açısından hadîsin sened kısmı en az metin kısmı kadar değerlidir. Hatta senedin ehemmiyeti metinden önce gelir. Zîra, önce de söylediğimiz gibi metni "hadîs" yapan, Resûlullah (aleyhissalatu vesselâm) sözü yapan, o hususta müteakip İslâm nesillerine kanaat veren, senettir. Hadîste sened olmasaydı o, hadîs olmaktan çıkar, sıradan bir "söz" olurdu.

İSNAD MÜSLÜMANLARA HAS BİR İMTİYAZDIR:

Dinî rivâyetleri isnâd etme, yâni tahkik ve değerlendirilmesi mümkün olan senedlerle rivâyet etme müessesesi başka dinlerde görülmez. Bu, müslümanlara has bir husûsiyet ve imtiyazdır. İslâm âlimleri, tâ bidâyetten beri, Cenâb-ı Hakk'ın, ümmet-i merhûme olan İslâm ümmetini sened tatbîkatıyla nimetlendirmekle büyük bir şeref ve imtiyaz bahşettiğini belirterek diğer ümmetlere karşı iftihar, Rablerine karşı da şükran ifâde ederler. Tahrîb'de Suyûtî, İbnu Hazm'dan şu açıklamayı kaydeder: "Sika'nın sika'dan nakletmesi suretiyle muttasıl bir senedle Hz. Peygamber'e kadar ulaşmak, Allah'ın -diğerlerinden ayrı olarak- sâdece bu ümmete tanıdığı bir imtiyazdır. Mürsel ve mu'dal rivâyetler yahudilerde de mevcuddur. Fakat bu rivâyetlerde onlar, bizim Hz. Muhammed (aleyhissalatu vesselem)'e ulaştığımız şekilde Hz. Musa'ya ulaşamıyorlar. Onlarla Hz. Musa (aleyhisselam) arasında 300 senelik mesâfe kalıyor. En fazla Şem'ûn ve benzerlerine kadar çıkabiliyorlar. Hıristiyanlarda ise böyle bir nakil meselesi yok. Sâdece boşanma yasağı (tahrîmu't-talak) rivâyet edilmiştir. Yahudi ve hıristiyanların rivâyetleri kizb'e ve meçhulül-ayn (hiç bilinmeyen) şahıslara dayanır... Sahâbe ve Tâbiîn'in sözlerinin emsâline gelince, yahudilerin, peygamberlerinden birinin arkadaşına veya ona tâbi olana ulaşmaları da mümkün değildir. Hıristiyanlar için de durum aynı; Şem'ûn ve Pavlos'tan öteye gidemiyorlar. ”

İmam Malik

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nasıl yediğine dair rivayet yok diye, kavun yemeyi terkedecek kadar sünnete bağlı idi. Fıkıh dersi verecekse olduğu hal üzere otururdu. Hadîs takrir edecekse, hadîse olan hürmet ve tâzîmi sebebiyle yıkanır, koku sürer, yeni elbiselerini giyerdi. Sonra huşû, hürmet ve büyük bir vekârla ders kürsüsüne geçerdi. Yine hadîse tazîmen, salon, dersin başladığı andan sona erdiği âna kadar ûd ile buhurlandırılırdı. Hadîse olan hürmetinin büyüklüğüne örnek olarak şu hâdise anlatılır: Bir gün ders anlatırken, İmam'ı bir akreb sokar. İmam, dersi kesmemek için normal müddetin sonunu kadar tahammül eder, bu esnada rengi sararır, kıvranır fakat sözünü kesmez.