Showing posts with label Türkiye. Show all posts
Showing posts with label Türkiye. Show all posts

Monday, January 24, 2022

Kahır Toplumu

 

Gökhan Bacık, Ahval

Doğduğum köyde hiç balık yemeyen insanlar vardı. Hatta bunlar balık pişirilen bir eve girmezdi.

Bunun nedeni tarihsel bir trajediden kaynaklanıyordu: Ruslardan kaçan Çerkesler, gemilerle Karadeniz’i geçerken pek çokları hastalıktan yahut açlıktan ölmüştü. İnsanlar ölmüş yakınlarını (belki anne belki baba belki evlat) çaresizce denize atmak zorunda kalmışlardı. Kimbilir, bu ölülerin bazılarını balıklar yemişti. 

Belki de bu kahredici çaresizlik içinde ölülerini denize atanlar böyle düşünmüştü.

Canları malları telef olan bu insanların hakkını kimse soramadı. 

Yapan yaptığı ile ölen öldüğü ile kaldı.

Daha da ötesi, pek çok Çerkes bugün Rusya ile yakınlaşmanın mimarı partilere oy veriyor.

Halbuki mazlumlar her zaman haksızlığın hesabının sorulacağı bir günü bekliyor.

Avrupa’da, ülkesini terk etmiş pek çok insanın konuşmalarını süsleyen bir cümle var: 

“Bir gün hukuk geri gelince…”

Bu cümle, bir zamanlar hukukun Türkiye’de var olduğunu varsayıyor.

Peki bu zaman ne zamandı? Türkiye’de ne zaman hukuk vardı? 

1988 mi? 1998 mi? 2008 mi? 2005 mi?

Öyle bir zamana geri dönsek, bizim fark etmediğimiz ne çok mazlum bulacağız.

Belki de bugün Türkiye’de mutluluk içinde yaşayanlar da ileride bir zaman diliminde mazlum olacaklar ve “bir gün hukuk geri gelince” diyerek cümleler kuracaklar.

16 yaşında intihar eden Bahadır’ın cenazesine elleri bağlı getirilen babanın hıçkırıkları o yüzden bize şunu hatırlatıyor: 

Türkiye bir kahır toplumudur.

Bu kahır toplumunda kastlar vardır, zamanlar vardır. Herkes başka bir kasttır. Herkes başka bir zamanda yaşar. 

Bir kast ezilirken diğer kast mutlu olabilir. 

Bir zamanı yaşayanlar ağlarken diğer zamanı yaşayanlar gülebilir.

Şimdi biz (tabii öncelikle Türkiye’deki KHK’liler) toplumun en alt kastını oluşturuyoruz. 

Bunları dövmek, tutuklamak, mallarına el koymak mümkün ve meşru.

Bu açıdan, her devirde Türk toplumunun paryaları var olmuştur. Parya, ancak kırık veya eski kap kullanır. Parya olduğunu belli edecek bir işaretle boyanmış olmalıdır. Mesela eski zamanda bir parya at bile alamazdı. O ya bir eşeğe binecektir yahut yürüyecektir.

Bahadır da babası da birer paryaydı. Çocuk kendini öldürdü. Babası elleri bağlı oğlunun cenazesine getirildi.

Bugün bir KHK’li paryadır.

Alt kastın bir üyesidir.

Toplum buna üzülüyor mu?

Maaşlarına zam yapılan emekliler ve asgari ücretlilerin bir kısmı son anketlerde tekrar AKP’ye dönmüşe benziyor.

Muhakkak üzülenler de var. Ancak ağır bir rejim karşısında insanların bir şey yapması kolay değil. Ama bütün olumsuzluklara rağmen uğraşan didinen aydınlar, gazeteciler ve siyasiler de var.

Üzülmeyenler de vardır.

Takip ettiği siyasi partiye göre dünyayı algılayanlar için Bahadırlar ve diğerleri tam aksine ‘hak ettikleri’ bir durumdadır.

Rakamlar da önemli. Devletin sopa ile oradan buraya sürüklediği insanların sayısını toplasan 3-5 milyon. Kalan büyük kalabalık, günlük hayatı içinde yaşıyor. Yüzlerce yıldır süren bu model bir alışkanlığa dönmüş:

Bir grubun hakları sistematik yok edilirken insanlar onu yok sayıp yaşamaya alışmış.

Yüzlerce yıldır terbiye tezgahından geçmiş bir büyük kabalık bu. “Böyle gelmiş böyle gider” ezberi içinde tek başına itiraz etse bile bunun bir şeyi değiştirmeyeceğine ikna olmuş. Hal böyle olunca yok saymaktan başka sığınılacak yöntem kalmamış: İnsanlar hiç yokmuş gibi yapıyor.

Hiç yokmuş gibi yapmanın tuhaf sonuçları da var: Bir yansıtma ile bütün yabancı milletler kötü ilan ediliyor. Bütün bu hamasi lafların, altına işeyen çocuğun “bunu komşunun oğlu yaptı” demesinden hiçbir farkı yok. Aslında bunlar bir züğürt tesellisi.

Bu hamasetin büyüklüğü aslında memleketin sorunlarının büyüklüğünü gösteriyor.

Zaaflar büyüdükçe hamaset büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bayrak büyüyor, caminin kubbesi büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bunları örtmek için işe yarayacağı düşünülerek “daha çok vatan daha çok ezan daha çok bayrak” muhabbeti yapılıyor.

Kahır toplumunda o yüzden haksızlıklar dinsel ve milli bir tören hatta bazen ibadet havası içinde gerçekleşiyor.

Meşhur hikayedir:

Çin’de bir köye yağmur yağmış içenler delirmiş. Bu suyu iki arkadaş içmemiş. Ancak herkes delirdiği için onlara deli muamelesi yapmışlar. Çaresiz iki arkadaş sonunda suyu içmiş.

Halihazırda Türkiye hikayedeki bu Çinli köy gibi bir yer.

Ya kahrolup yaşayacaksın yahut kalabalığa karışıp yok olacaksın.

 

Wednesday, January 5, 2022

Autocracy is winning

 

Extracted from this article:

All of us have in our minds a cartoon image of what an autocratic state looks like. There is a bad man at the top. He controls the police. The police threaten the people with violence. There are evil collaborators, and maybe some brave dissidents.

But in the 21st century, that cartoon bears little resemblance to reality. Nowadays, autocracies are run not by one bad guy, but by sophisticated networks composed of kleptocratic financial structures, security services (military, police, paramilitary groups, surveillance), and professional propagandists. The members of these networks are connected not only within a given country, but among many countries. The corrupt, state-controlled companies in one dictatorship do business with corrupt, state-controlled companies in another. The police in one country can arm, equip, and train the police in another. The propagandists share resources—the troll farms that promote one dictator’s propaganda can also be used to promote the propaganda of another—and themes, pounding home the same messages about the weakness of democracy and the evil of America.

This is not to say that there is some supersecret room where bad guys meet, as in a James Bond movie. Nor does the new autocratic alliance have a unifying ideology. Among modern autocrats are people who call themselves communists, nationalists, and theocrats. No one country leads this group. Washington likes to talk about Chinese influence, but what really bonds the members of this club is a common desire to preserve and enhance their personal power and wealth. Unlike military or political alliances from other times and places, the members of this group don’t operate like a bloc, but rather like an agglomeration of companies—call it Autocracy Inc. Their links are cemented not by ideals but by deals—deals designed to take the edge off Western economic boycotts, or to make them personally rich—which is why they can operate across geographical and historical lines.

Thus in theory, Belarus is an international pariah—Belarusian planes cannot land in Europe, many Belarusian goods cannot be sold in the U.S., Belarus’s shocking brutality has been criticized by many international institutions. But in practice, the country remains a respected member of Autocracy Inc. Despite Lukashenko’s flagrant flouting of international norms, despite his reaching across borders to break laws, Belarus remains the site of one of China’s largest overseas development projects. Iran has expanded its relationship with Belarus over the past year. Cuban officials have expressed their solidarity with Lukashenko at the UN, calling for an end to “foreign interference” in the country’s affairs.

In theory, Venezuela, too, is an international pariah. Since 2008, the U.S. has repeatedly added more Venezuelans to personal-sanctions lists; since 2019, U.S. citizens and companies have been forbidden to do any business there. Canada, the EU, and many of Venezuela’s South American neighbors maintain sanctions on the country. And yet Nicolás Maduro’s regime receives loans as well as oil investment from Russia and China. Turkey facilitates the illicit Venezuelan gold trade. Cuba has long provided security advisers, as well as security technology, to the country’s rulers. The international narcotics trade keeps individual members of the regime well supplied with designer shoes and handbags. Leopoldo López, a onetime star of the opposition now living in exile in Spain, has observed that although Maduro’s opponents have received some foreign assistance, it’s “nothing comparable with what Maduro has received.”




Tuesday, December 29, 2020

Şükrü Saraçoğlu

Kaynak:Eli Haligua, Avlameroz 


       Türkiye’de ırkçıların, ismi katliamlarla, soykırımlarla anılanların isimlerini sokaklara, okullara vermek adeta adettendir. Bu isim veriş halleri bazen devletin Türkleştirme politikası olarak kendisini gösterirken bazen de bu ‘mühim şahıslara’ verilen önemden ötürü mekanlar utanılacak isimlerle özdeşleşmiş olarak belleklerdeki yerini alır. Bu mekanlardan birisi de Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu.

Şükrü Saracoğlu’nu Avlaremoz’da yer alan bir yazıda belirtildiği gibi başta biz ‘azınlıklar’ pek iyi bilmezdik. Belli ki kendisini iyi bilenler varmış. Fenerbahçe Spor Kulübü, Saracoğlu’nu ölüm yıldönümünde,  “16 yıllık başkanlık, stada ismi verilecek kadar büyük bir saygı, 8 Türkiye şampiyonluğu, sayısız hatıra… Rahat uyu Şükrü Saracoğlu, bu kalpler seni unutmayacak…” cümleleriyle anmıştı.

Şükrü Saracoğlu Varlık Vergisi’nin mimarı olup Ermeni, Rum ve Yahudilerin varlıklarının gaspını yasalaştıran, vergisini ödeyemeyenlere Aşkale çalışma kamplarında dondurucu soğukta taş kırdırtan, burada insanların ölümüne neden olan bir şahsiyettir.

Saracoğlu’nun yeri Yahudiler için ayrıca özeldir.  Holokost’tan kaçan Struma gemisindeki Yahudi mültecilerin ülkeye alınmasına engel olup aralarında yaşlılar ve çocukların bulunduğu 768 kişiyi Karadeniz’de ölüme terk ettiği kararla da “bu kalplerin kendisini unutmaması” için gerekeni yapmıştır. Nazi Almanyası ile dostluk paktı imzalamaktan çekinmeyip Nazi bayrağı ile Türkiye Cumhuriyeti bayrağının da yan yana yer almasından hicap duymamıştır.

Dedim ya genelde devlet politikası olarak bazen ise şuursuzluktan bazı isimler başta Türk olmayanlara kast edilircesine çeşitli şekillerde kendisini bulmuştur. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı mahallede Talat Paşa İlköğretim Okulu’nun olması, gene Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin çoğunlukla yaşadıkları ve eskiden Rumca sokak isimlerinin olduğu Tatavla bölgesine Kurtuluş, mahalleye giden caddeye Ergenekon deyip ara sokakları da Bozkurt, Türkbeyi gibi isimlerle bezeyen bir zihniyetin olduğu ortamda Saracoğlu isminin stada veriliyor olması bir yanıyla çok da şaşırtıcı olamamıştır. 

Thursday, January 9, 2020

Dersim Soykırımı ve Kötülüğün Sıradanlığı




“9 Eylül 
Ah bugün İzmir’de olsaydım.  Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz. Hep o….  X Bugün de dağları ormanları tarayarak ovaya  geldik. Bizim bölük Şam Uşaklarının  başı olan Şeytan Ali’nin kafasını ve bir çok daha insan öldürerek hepsinin kafasını getirdi. Şimdi bizim bölük çok gözde, bütün zabıtlar kahraman bölük diyorlar. Ali Galip Paşa bizim bölüğün gözlerinden öptüğünü telefonla söyledi. Geceyi Ovacık’ın bir saat ilerisinde geçirdik. Yine çok yorgunuz….”
Dersim Soykırımı'nı şu ana  kadar göremediğimiz bir açıdan  anlatan bu vurucu satırlar, Atatürk Kitaplığı’nın  yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açtığı dijital kaynaklar arasında bulunan, 1938 yılına ait bir hatırattan alınma. Zorunlu askerliğini  yapmakta olan bir asker tarafından, bizim kuşağın Ece Ajandası diye bildiği, eski adıyla Ece muhtıra defterine  27 Temmuz ile 25 Eylül arasında  Osmanlıca yazılmış notlardan sadece birisi. Bazen bir, bazense birkaç  farklı seferde çabucak karalanan, ancak her gün düzenli olarak tutulan bu hatırat,  Dersim’de yaşanan vahşeti ilk defa emir komuta zinciri içindeki uygulayıcılarının perspektifinden, araya zaman girmeden, sıcağı sıcağına anlatıyor.

9 Ocak günü yazılan, “Çok canım sıkılıyor  biraz sokağa çıktım,” sözleriyle başlıyor  bu günlük notlar. Ondan önceki birkaç sayfa yırtılmış gibi görünüyor, ancak kim tarafından ve ne sebeple yırtıldığı muğlak. Kesin olmasa da isminin Yusuf Kenan Akım olduğunu tahmin ettiğimiz bu Samsunlu gencin ne mesleğini, ne eğitimini ne de neyi sevip sevmediğini biliyoruz. Annesi babası kardeşleri ve birkaç iyi arkadaşı olduğunu öğreniyoruz notlardan. Hatıralar askere gitmeyi beklerken geçirdiği, boş zamanın bol olduğu bir dönemde başlıyor. Ara sıra sinemaya ve konsere gittiğini, roman okuduğunu, arkadaşlarına, akrabalarına  ille de sevgilisi Nedime’ye bol bol mektup  ve kart  gönderdiğini biliyoruz. Kendine dair son derece az detay barındıran bu hatırata, yazarının Nedime adlı bir kadına olan yoğun, şüpheci ve  bazen de saplantılı aşk, damgasını vuruyor.  Hemen her gün  en az bir kez, ‘Nedimem’,  bazen de kod adıyla ‘X’, ya da ‘hain’ diye seslendiği sevgilisine özlemini,  hasretini,  kızgınlığını, öfkesini, ve şüphesini not ediyor.  Belki de bu hatıratın başından sonuna kadar, hiçbir koşulda unutulmayan, değişmeyen tek şey Nedime’ye duyduğu yoğun hisleri ifade etme ihtiyacı  ve ondan gelen ya da gelmeyen  cevabın yarattığı ruh halinin kaydı. 
Dersim’e gidiş
Günlüğün yazarı 27 Nisan 1938’de askerliğin acemilik kısmını geçirmek üzere Amasya’ya gider. Bu dönemdeki notlar yeni ortama alışma çabaları,  hastalığı ve Nedime’ye olan özlemi ve ona dair endişeleriyle dolu.  Bu sıkıntılı hislerin yanı sıra çarşı izinleri, kısa da olsa Samsun’a gidişi,  Nedime’yi görüşü ve komutanlarıyla olan iyi ilişkilerinden de bahseder. Birinci ayın sonunda, 28 Mayıs’ta 56. Alay olarak yemin törenini ifa ederler. 27 Temmuz’da ise  günlüğüne ‘Alayca Hareket’ başlığını atar ve altına  Amasya’dan trene binmeyi beklediklerini yazdıktan sonra, ‘Beni  silahsız sıhhiyeci olarak ayırdılar,’ diye belirtir.  30 Temmuz’da ilk olarak hareketlerinin Dersim’e olduğunu yazar: ‘Dersim Dağı, Fırat nehri kenarındayız. Bugün yine arkadaşlarla Fırat nehri kenarında resim aldırdık.’  Kısa bir süre sonra da Altunovası Manevrası diye adlandırdığı Dersim tarama operasyonuna  dahil edildikleri ortaya çıkar.  25 Eylül’e kadar Dersim’de geçirdiği iki ay  boyunca dağlarda geçirdiği zamanlara, yaptıklarına ve tanık olduklarına dair notlar tutar. Notlar, dönüşte dağıtımla gönderildiği askerlik dairesindeki deneyimleriyle devam eder.  Bu süreçte can sıkıntısına dair yazdıklarına geri dönerken, ailevi meseleler, Amerika’dan gelen milyoner halazade, Atatürk’ün  sağlık sorunları ve bunları müteakip ölümü sıkça yer alır.  Hatırat kısmını 31 Aralık günü yazdığı, sevgilisi Nedime’ye adanan şu romantik notla sonlandırır.


“X yok yok.... X.... 
Derler ki ölüm var. Yine diyorlar ki ölmeyen şeyler var. Ben ikisine de inanıyorum. Ölüm maddedir. Ve yaşayan sevgidir. Burada ölen maddenin kemikleri ve yaşayan sevginin ruhu yatıyor. Bu muhtıra arasında bir türbe ve saray, X....”

Yılın özeti
Ajandanın son kısmında ise gelir gider kaydı için ayrılan bölüme, ‘Bu ayda doğanlar’  başlığı altında kız ve erkek isimleri yazar, ve bu aylarda doğanlara dair horoskoptan alınma karakter tahlilleri ekler. Geri kalan sayfalarda kısa bir gelir  gider hesabından sonra yılın hulasasına dair notlar tutar. 


“Temmuz: 
27 Temmuz 938de Dersime, Kürt üstüne  hareket ettikAğustos:Bu ayı da Dersimde geçirdik, çok izdirap çektikEylülYine Dersimdeyiz. Elazığından geri döndük. Dağları tarıyoruz”

Sarsıcı bir metin
Osmanlı-Türkiye çalışmalarında sıradan hayatlara dair hatıratlarla çok nadir karşılaştığımız için bu defter tarihçilerin geneli açısından  sunduğu  açı itibariyle kıymetli bir kaynak  türü. Ancak Dersim meselesi özelinde bakıldığında ise,  bu hatırat araştırmacıların hali hazırda bildiği ve yazılı ve görsel olarak ürettiği Dersim 1938 anlatısının detaylarına katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona radikal bir müdahale imkanı da sağlıyor.  Kişisel olandan başlamam gerekirse, 1999 yılından beri Cumhuriyet’in Dersim siyasetini çalışan, bu konuda yazılmış şiddet tahayyülü, planı ve uygulaması içeren sayısız rapor ve belge okumuş, mağdurlarıyla görüşmeler yapmış ve bu konuda yazılmış birçok yazı, çekilmiş film ve belgesel seyretmiş bir tarihçi olmama rağmen, bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu. 

Tarama operasyonun anlatıldığı bu iki ayda belki Dersim 1938’e dair yepyeni, hiç kimsenin, en azından Dersimlilerin bilmediği  bir şey söylemiyor bu hatırat.  Ancak sayılamayacak kadar, failinin de saymak ihtiyacı duymadığı kadar çok bir ölme, öldürülme hali tasvir ediyor. Yerden makinalı tüfek ve askerle, gökten uçaklarla saldırılan Dersim’in bir ucundan ötekine, dağıyla nehriyle, hayvanıyla insanıyla tüm canlılarının tarumar edilmesini, bunun karşısında korkuyu ve direnişi de not ediyor.  Ancak burada resmi raporlardaki soğuk, analitik ve ‘Devletin bekası için elzem ve caizdir’ gerekçelendirmesini ya da milliyetçi çerçevenin tutkulu savunmasını görmüyorsunuz. Yani Fevzi Çakmak’ın meşhur ve meşum ifadesiyle, ‘Dersim okşamakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdahalesi daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvel koloni gibi nazarı itibara alınmalı’  kararlılığı yok bu hatıratta. Ya da Dersim harekatın sembol yüzü, Cumhuriyet neferi Sabiha Gökçen’in ‘Hareket eden her şeye ateş ettikten’ sonra Atatürk’ün  ona ‘düşman’ eline geçme ihtimaline karşı verdiği silahı kendisi için kullanma ‘adanmışlığı.’

Ne anılarında Dersim’de yaşananları ve daha önemlisi bir piyade olarak kendi yaptıklarını ‘Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum’ diyerek anlatmayı reddeden Orgeneral  Muhsin Batur gibilerin farkındalığını, ne de yaşlandıkça ağırlaşan hatıraları göz yaşlarıyla anlatan askerlerin pişmanlıklarını okuyorsunuz bu satırlarda.  
Ajandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyorAjandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyor


Sıradan Kötülük
Tam tersine karşınızda gördüğü, yaşadığı ve hatta faili olduğu bütün vahşeti büyük bir kayıtsızlıkla anlatan adeta Hannah Arendt’in  Eichmann yargılanmasından yola çıkarak kavramsallaştırdığı Sıradan Kötülüğün (Banality of Evil) vücut bulmuş hali var.  Bu askerin, tercihiyle değil de emir komuta zinciri içerisinde Dersim’e geldiği malum. Hatta yaptıklarının çoğunu, belki de hepsini verilen emir icabı yaptığını ve itaatsizliğin ağır bedeli olacağını  söylemek de mümkün. Her ne kadar Dersimlilerin anlatılarında onları gizlice kurtarmaya çalışan, ya da gözyaşlarıyla emre itaat eden askerler de yer alsa da çoğunlukla bunların Alevi ya da Kürt askerler olduklarını da vurguluyorlar. Elimizdeki hatıratta ise herhangi bir pişmanlık, soru işareti, acıma, merak, korku, ya da kan tutması gibi bir vicdani tepki göremiyorsunuz.  İnandığı bir davaya dair ya da karşısındakini  düşman gören bir ifade de yok yazdıklarında. Her gün ölümlerine şahit  ve sebep olduğu insanların kim olduğuna ve neden bunlara maruz bırakıldığına dair en ufak bir açıklama ya da merak  ibaresinin olmaması son derece çarpıcı. Hedeftekilerden sadece Kürtler diye bahsediyor,  birkaç kez de ‘Asi’ kelimesi geçiyor. Ancak ne isyan ne de başka bir türlü bir fiilden bahsediyor.  Askerin anlatısında, ne niye başladığı, ne de ne zaman biteceği mühim. Dersimlilerin kayıtsız ve hesapsız öldürülebildiği ve kimsenin de çok kafa yormasını gerektirmeyen, sonsuza kadar sürebilir bir öldürme halini okuyorsunuz kısacık notlarda, sayfalar ve günler boyunca.  Sonunu bildiğiniz, planlarını okuduğunuz bir trajedinin, adım adım inşasını takip ediyorsunuz bu sıcağı sıcağına tutulmuş notlarda. Ne zamanın getirdiği pişmanlık, ne de emir komutayı sorgulama isteği, sadece ölüm var bu satırlarda.

Dersim harekatı öncesi ve sonrası yazdıklarına baktığınızda ise, sağınızda solunuzda gördüğünüz herhangi bir insandan ayırt edemeyeceğiniz, romantik ve körkütük aşık genç adamın vücudundan ayrılmış kafaları, cesetlerle dolu nehirleri, yakılan köyleri not ederken okunan duygusuzluk ve vaka-i adiye hissi, alışkın olduğumuzdan farklı bir fail tipini ortaya çıkarıyor.  Öyle ki 9 Eylül’de yazdığı notta da görüleceği üzere X ya da Nedime, bulunduğu duruma duyduğu kızgınlıkla, kesilen kafaların ortasında aklına geliveriyor. Belki bazen bir kaçış ve ya sığınma olarak, ama çoğunlukla  uyguladığı ve gördüğü şiddete duyduğu kayıtsızlık olarak. Bu durum, Dersim özelinde fail profilini karar alıcılardan ‘sıradan’ uygulayıcılara genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda fail tanımlamanın, genel olarak bütün toplu şiddet ve soykırım deneyimlerinde çetrefilli bir mevzu olduğunu da kanıtlıyor.

"Buralarda çok sefil kaldık..."
Bu hatırattaki askerin failliği aynı zamanda kendisine atfettiği mağdurlukla tanımlı.   Aklından çıkmayan ve vefasızlıkla suçladığı aşkının yanı sıra, duygusal tepki doğuran tek diğer durum, hatıratın sahibinin çektiği ‘acılar’ ve bulunduğu yerden duyduğu memnuniyetsizlik.  Ancak bunun sebebi Dersimlilerin maruz kaldığı şiddet, ya da bu şiddetin uygulayıcısı olmak değil. Dersimliler yok edilirlerken, askerlerin kendilerini içinde buldukları coğrafi ya da fiziksel zorluklar. Kelimelerimle tasvir etmekte zorlandığım için yine hatıratın kendisine bırakayım sözü:


“3 Eylül 
Cevizli ilerisindeyiz.Gece saat 12de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar  yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan...”


“11 Eylül 
Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz.  Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.”


“12 Eylül 
Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz…..yan yazı:  Bugün arkadaşlar yağ  bulmuşlar, pirinç aldık, güzel bir pilav yapıp arkadaşlarla yedik.”2. yan yazı: Artık  insanlıktan çıktık, çok perişan olduk.”


“5 Eylül 
Bu gece Hozat’ta kaldık yine. X--- onu rüyamda gördüm. Toprak üstünde yatmaya o kadar alışmışız ki, görüyorsunuz rüya bile görüyoruz. Bugün  başefendi ile birlikte Hozat’ta hamama girdik. Birkaç gündür  çok harab olmuştuk. Hamamda bütün yorgunluğumuz çıktı.”


“16 Ağustos 
Bu gece de Ziyaret Tepesinde arkadan kuvvet bekliyoruz. Aç kaldık, mağaralara girdik . Kürtlerin bıraktığı darı undan  dürüm yaparak  yedik. Burası çok soğuk, kar diz boyu...”


Şahidin yükü
Yıllarca isyan anlatısı içinde suskunlaştırılan, yaşadıkları yok sayılan Dersimliler, vücutlarında ve ruhlarında taşıdıkları soykırım izlerini de, kurtulmaya çalışmak bir yana,  katledilen akrabalarına ve kırılan Dersim’e şahitlik etmek için, beraberlerinde taşıdılar. Bunun yakın zamandaki en güçlü örneklerinden birisi 1938’de beş yaşında olan Hüseyin Akar’ın gözlerinin önünde, üstlerine gaz dökülerek yakılan elli beş köylü ve akrabalarının hikayesini, ‘1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor...orada yanan bendim’  sözleriyle anlatmasıdır.

Askerin kum torbalarıyla uçaklardan atılmış emirler çerçevesinde ‘yol boyu’ yaktığı köylerden bir tanesi midir Hüseyin Akar’ın köyü bilinmez, ama elimizdeki hatıratın okuyucusuna aktardığı, şiddeti kanıksamış, kan tutmayan fail tipi Dersim çalışmalarına iki türlü katkı sunuyor.  Öncelikle şu ana kadar nasıl ve ne kadar çok öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışan Dersimlileri, şahitlik yükünden kurtarır. Hikayeyi planlardan, krokilerden, ya da Muhsin Batur’un sessizliği üzerinden, ya da arşivden çıkacak bomba alımı belgesinden değil de, faillerin anlatısı üzerinden kanıtlamayı mümkün kılıyor.

Ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti. Ancak buradaki önemli bir fark askerin bunu  yaparken, ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla , ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında:


11 Ağustos 
Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse  yoktu.  Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.”


“18 Ağustos 
Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış. Bir (okunamadı) çökelek süt de bırakmış. Gece saat 21’de Karaoğlan’a geldik. Geceyi burada geçirdik.”
Yukarıda da değindiğim gibi, bu hatırat Dersim Soykırımı’nda planlayıcı kadroları ya da Sabiha Gökçen gibi yüksek profillere sıkıştırılmış fail profilini daha genişleterek, sıradan insanların emir komuta zinciri dahilinde nasıl katılım gösterdiği detaylandırarak  bu kadar büyük bir  katliamın nasıl hayata geçirildiğin anlamamızı mümkün kılıyor.  Dersim’e gelmek üzere silahsız sıhhiyeci olarak ayrıldığını belirten hatırat sahibi, tarama operasyonları boyunca kişisel olarak yaptığı sıhhiyeye dair bir faaliyet kaydetmediği gibi, burada da kendine dair çok nadir olarak bireysel ifadeler kullanıyor. Sadece bir kez, 14 Ağustos’ta, ‘Bugün Ovacık’a geldik, bir  iki el silahı kullandık’ notuyla bireysel fiilini not ediyor.  Bir başka örnekte ise kendisinin değil ama bir erin bireysel fiilini not etme ihtiyacı duyuyor, o da kafa kesmelere dair:


“10 Eylül 
Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor.Buralarda çok sefil kaldık...”

Onu dışındaki bütün hareketleri, faaliyetleri ve özellikle öldürme, yakma gibi fiilleri bölük olarak,  birinci çoğul şahıs kullanarak üstleniyor. Girişte alıntıladığım 9 Eylül notuna tekrar dönersek, kafaları kesen de, kahraman olarak anılan da, bölük. Öyle ki Dersimliye karşı faillik de, kahramanlık da, bir kolektifin parçası olarak mümkün ve manalı.  Hakeza 15 Eylül’de yazdığı kısa not da benzer bir şekilde anlatır yüksel profilli bir asiyi daha imha etme başarısını:


“15 Eylül  
Yan yazı:Bu gün Söğütlü köyünü taradık. Şüpheli insanları topladık. Koç Uşağının ele başısı olan İbrahim ağayı bugün dere içinde kurşunla öldürdük...”

Öldüren kurşun hatıratı yazan askerden mi çıkmıştır diye merak ediyor insan.. İbrahim Ağa’yı kim bulmuş, nasıl teşhis etmiştir, Koç Uşağı kimdir onu da  yazma ihtiyacı dahi duymamış. Sadece topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik tarif etmiş yeniden.
Hatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağıHatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağı


Talan...
Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Dersim açıklamaları üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Dilekçe Komisyonu’nda kurulan Dersim Alt Komisyonu’na  Dersimlilerin  yaptığı başvuruların birçoğunda, yaşadıkları insan kayıpları yanı sıra,  uğradıkları maddi zararların da araştırılması ve tazmini talebi yer alıyordu. Her ne kadar maddi kayıplar yaşanan yıkım ve travma karşısında ikincil görünse de bu hatırat maddi talanın da nasıl bu operasyonun sıradan bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.


“12 Ağustos 
Sabah erkenden toplar ve tayyare sesleri etrafı sarsıyor. Kürtler ablukada şaşırmış bir vaziyetteler. Bugün orman içinde bir inek  3 koyun 15 keçi bulduk. Sırf bizim bölük kesip yedik. Bu gece de Yeşiltepedeyiz.”


“13 Ağustos 
Bugün bizim bölük bir derede yirmi bin  koyun ve 50 Kürt yakaladı.”

Bütün bu talan hikayelerinde yazarın pek de hoşlanmadığını ve tasvip etmediğini hissettirdiği tek örnek askerlerin arı kovanlarına saldırısı gibi duruyor. Her ne kadar köye birlikte gelinmişse de, diğer askerlerin kendisinin de talan diye  tabir ettiği şekilde saldırmalarını, özellikle de kovanlara girmelerini üçüncü  çoğul şahıs zamiri kullanarak anlatmayı, kendini ayrı tutmayı tercih ediyor.  Bu hassasiyetin sebebini bilmek mümkün değilse de hatırat sahibinin istediğinde tepkilerini, onaylamadığı durumları son derece nüanslı bir şekilde aktarabildiğinin bir örneği olarak akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum.


“7 Eylül  
Sabah erkenden ormandan hareket ettik, bir köye geldik. Bütün asker köyü talan etti. Bal peteklerine girmişler, çoğunun yüzünü, burnunu ve her tarafını arılar sokarak şişirmiş. Hasta bir vaziyetteler. İkindiye doğru  bir dağ eteğinde çantalarımızı bıraktırdılar ve dağa tırmandırdılar.  Sabaha kadar da sıradağ tepelerini bekledik. Hepimiz uykusuzuz. Dere içinden koyun sürüsü ve insan kümeleri görülüyor. Sabahı bekliyoruz. Çok susuz kaldık.”

1938: Korku ve Direniş 

Ölüm harici Dersimlilere dair çok az şey kaydetmiş bu hatırat. Boşalmış köyler, dağlara sığınmış köylüler, terk edilmiş mağaralar, kendiyle meşgul yazarın çok da detaylandırmaya gerek duymadığı durumlar gibi görünüyor. Ancak 8 Ağustos’ta tarama sırasında köylülerin korkuyla dağlara çıktığını, tarama sonucu bulduklarında da ‘Biz  asi değiliz’ dediklerini kaydediyor. Benzer şekilde direniş de çok yer tutmuyor notlarında. Birkaç çatışmadan bahsetse de, onun bulunduğu yerden görünen, makineli tüfeklerle dövülen ve uçaklarla bombalanan dağlar ve gediklerinde sıkışmış, kaçışan ve takip edilmesi gereken insan ve hayvan sürüleri. Belki de Dersimlilere ve kalan direnişe dair kullandığı durumu özetleyen ifade 9 Ağustos’ta bir çatışma sırasında yazdığı iki kelimedir: ‘Kürtler ablukadadır.’


Sonuç

25 Eylül’de Dersim’den döndükten ve bir kaç gün izin kullandıktan sonra hatıratın yazarı yazıcı olarak askerliğine devam eder. Dersim’den döndükten sonra oraya dair belki ironik ama kesinlikle çarpıcı ilk not 7 Ekim tarihlidir ve şöyledir:

‘Bugün tartıldım, 61 kilo geldim, demek Dersim yaramış..’
1938 sonuna kadar aldığı notlarda Dersim’e dair tekrar bir değerlendirme ya da harekatı takip ettiğine dair herhangi bir emare görünmüyor. Emirleri bölükçe uyguladıkları 2 ay sonunda, muhtemelen Dersim konusu bu asker için kapanmıştı.  Hatıratı okurken hep ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi var,  yanılıyor muyum, acaba bu kayıtsızlığın, vurdum duymazlığın başka bir sebebi olabilir mi? Acaba başkalarının okuyabileceğinden mi korktu?’ diye düşündüm, düşünmek istedim.

Ajandanın en başına, 13 Ağustos’ta  Osmanlıca olarak yazılmış iki not bu beni daha da özenli okumaya itti:

“Lütfen bu hatıra defterini bulursanız okumadan aşağıdaki adrese gönderiniz: 
Yusuf Kenan Akım 
Hükümet Önü, Yazı evi 
Çarşamba
Dersim dağlarında 
13 Ağustos 938 Cumartesi günü’

Yanındaki sayfaya bu sefer de Latin alfabesiyle: ‘Lütfen okumayın, çünkü kendi hayatıma aittir. 14.8.1938, Pazar. Dersim”

Operasyona dahil olduktan aşağı yukarı iki hafta sonra yazdıklarının  başkaları tarafından okunmasının ona zarar vereceğini mi düşündü acaba?  Eğer öyleyse bu tarihten önceki notların farklı olması beklenmez mi? Korktu mu? Öyleyse yazmaya, ve aynı şekilde yazmaya neden devam etti? Neden Dersim’den sonra ona dair başka bir şey eklemedi? Bu ve benzeri sorulara okuyucular kendisi açısından cevap verecektir elbette. Toplumsal şiddeti çalışan bir tarihçi olarak benim cevabım ne korku ne de endişe, askerin hatıratında iki ay boyunca tekrar tekrar göz önüne serdiği, kişisel ve bir kolektifin parçası olarak  bir soykırım faili olduğu gerçeğini yadsıyamaz. Diğer bütün kolektif şiddet örneklerinde olduğu gibi, alışılagelmişin dışındaki fail portresi ve de fiillerin emir komuta zincirinde, neredeyse mekanik işlenmiş olması, Dersim’in geri dönüşü olmaz bir bicimde tarumar ve ‘ıslah’ edildiği gerçeğini değiştirmez ancak faillerinin ve sorumluluğun ne kadar fazla; ve bir kategori, ideoloji ya da duruma indirgenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu gösterir. Dersim’in ıslahı projesi, tahlilleri, ırk kategorileri, planlaması, ve uygulaması açısından Osmanlı-Cumhuriyet soykırımları arasında Holokost modeline en yakın örnekti. Bu asker hatıratının ortaya çıkardığı fail tipi, bu benzerliğin önemli başka veçhelerinin de olduğunu gösteriyor.

Merak ettiğim ikinci bir nokta da bu hatıratın nasıl olup da önce Samsun Halk Kütüphanesi’ne, ardından da Atatürk Kitaplığı’na kadar ulaştığı. Acaba yazarı araya zaman girince diğer bir iki örnekte olduğu gibi, failliğini  kendisi mi ifşa etmek istedi? Pişmanlık mı duydu? Ya da ailesinden birisi, onun rızası ve belki de bilgisi olmadan bu hatıratı araştırmacılarla paylaşmak mı istedi? Başka senaryolar da akla gelse, ben bu iki ihtimalin çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum.  2011 sonrasında Dersimlilerin taleplerinden birisi de Genelkurmay Arşivi de dahil olmak üzere devletin Dersim arşivlerinin açılmasıydı. Bu, her ne kadar meşru ve mühim bir talep olsa da, bu hatırat bize gösteriyor ki eğer bir yüzleşme ve ‘Bir daha asla’ deme ihtimali varsa, bu ancak ‘devlet-dışı’ başka arşivler ve hafızaların da  bu sürece katılımlarıyla mümkün. Onun için bunun benzeri materyallerin ortaya çıkması, Dersimliler için bir iyileşme imkanı sunmakla birlikte, asıl olarak failler ve aileleri açısında bir ahlaki zorunluluk. Zira saklanan küçük bir aile sırrı değil, Dersim’in büyük yarasıdır. Tazmini mümkün olmayan karşısında hem tarih hem de ispatın yükünü sırtlanma sırası artık onlardadır...
* Osmanlı tarihi üzerine çalışan Dr. Zeynep Türkyılmaz Forum Transregionale Studien ve Freie  Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim gorevlisidir.   

Bu yazı ilk kez Agos Gazetesi'nde yayınlandı. 

Saturday, July 13, 2019

Çıplak Kentin Mahkumları

Ali İnandım
Hakkı Yırtıcı-Duvar Gazetesi
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır? Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret.
Mimarlar, mesleklerini söylediklerinde hemen arkasından nahif bir soru gelir, “İç mi, dış mı?” İnsanı çaresiz bırakan bir sorudur. Bir yapının içiyle, dışıyla, biçimiyle, taşıyıcısıyla, mekan organizasyonuyla (dikkat plan demiyorum), mekan kalitesi ve yaşam ortamı ile bir bütün olduğunu ayaküstü nasıl anlatırsın ki? En doğrusu, soruyu “dış” diyerek geçiştirmek. Soru, bilgisizlikten kaynaklanıyor gibi görünse de, soranlar aslında o kadar da haksız değiller. Çünkü soru(n) ülkemizde, inşaat sektöründe gayet pragmatik şekilde karşılık buluyor.
Kentin her yerinden fışkıran cicili bicili gökdelenlere bakalım. Tabii ki hepsinin arkasında bir tasarım edimi var. Fakat mimari bir değer yaratmaktan önce tasarımlarının asıl motivasyonu kendilerini diğer gökdelenler arasından daha görünür kılmak, farklılaşmak. Bu, tek tasarım girdisi olabilir mi? Zaten bu yüzden ortaya abuk sabuk biçimler çıkıyor, kent bunlarla tıkış tıkış doluyor.
Ayrıca bu ölçekte büyük inşaat faaliyetlerinde, asıl inşaat firması yapım sürecini parçalara ayırır, alt taşeronlara verir. Esnek birikim modelinin inşaat sektöründeki karşılığıdır, bu. Hafriyatı bir hafriyat firması, milli malzememiz betonarme strüktürü bir inşaat ve beton firması, elektrik, havalandırma, su tesisatını farklı farklı firmalar yapar. Aynı şekilde cephe de bir cephe firmasına verilir. Firmanın kataloğundaki cephe çeşitlerinin malzemesinin boyutları, teknik özellikleri, uygulama detayları dış görünüşü belirler. Çoğu büyük inşaat şirketinin kendi içinde, daha ucuza geldiği için bir mimarlık departmanı bulunur. Departman, yukarıda sıraladıklarımın organizasyonundan, kontrolünden ve uygulamasından sorumludur ve yaptıkları işin bunun ötesine geçmesi çok nadirdir.
Büyük hacimli işleri bırakalım, tek bina ölçeğindeki kentsel dönüşüm projelerinin nasıl üretildiğine bakalım. Yapının taban alanı imar değişiklikleri ile küçülürken, kat sayısı 7’den 12’ye çıkarılır. Aradaki beş kat fark müteahhidindir. Mal sahipleri ise evlerinin metrekareleri küçülmüş de olsa 50-60 yıllık eski konutlarını böylelikle yenilemiş olurlar. Emlak piyasasında kullanımdan çok oda sayısına bakıldığından, küçülmüş evler yine 3+1 şeklinde planlanır (bu sefer mekan organizasyonu demiyorum). Ortaya zar zor sığılan salonlar ve daracık odalar çıkar. Metrekare ve oda sayısı baskısı planları tek tipleştirir. Bu noktada müteahhit cephe ile oynayarak rakiplerinden farklılaşmak, yapısının piyasa değerini yükseltmek zorunda kalır.
Ya da Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi sözde bölgenin tarihi dokusunu koruyan yenilemeleri düşünün. Dar ve derin parsellerin olduğu gibi korunmasının rant getirisi olmayacağından, güya mevcut cepheler korunur, orasıyla burasıyla biraz oynanır, arkası tümden yıkılır ve bu boşluğa tek bir metrekaresi israf edilmeden modern konutlar, oteller, AVM’ler yerleştirilir.
**
Evet, kentlerimizi her metrekaresini sonuna kadar kullanarak üretiyoruz. Mimarın bu anlayış içinde belirleyici bir aktör olma şansı yok. Üst üste binmiş, sıkışık kentlerde yaşıyoruz. Kentin caddelerinde, sokaklarında, meydanlarında dolanırken, aslında bir imajlar yarışı içindeyiz. Gözü yoran, zihni felce uğratan bir görüntü kirliliği çevremizi sarmış durumda. Her şey bir dekordan ibaret. Tıpkı kovboy filmlerinde, kasabanın ana caddesindeki yapıların sadece cephelerinin inşa edilerek, arkalarının boş bırakılması gibi. Tabii kovboy filmlerinden farklı olarak kentlerdeki dekorun arkası boş değil. Yaşamlarımız bu dekorların arkasında geçiyor.
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır?
Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret. Aralarında hiç fark yok. Şık ofis mobilyaları, parlak döşeme kaplama malzemeleri, tavanın kenarından dönen kartonpiyer, gösterişli misafir odası takımı, tavandan sarkan koca avize ve diğer tüm ıvır zıvır eşyalar yığını bu gerçeği değiştiremezler.
Hadi bakış açımızı değiştirelim, beton kutulara bir de yukarıdan bakalım. Görüntü daha da iç karartıcı. Salonlar, sıra sıra ruhsuzca dizilmiş odalar, dar koridorlar ile kobay farelerinin deney labirentlerine benzer yerlerde yaşıyor, bir ileri bir geri gidip duruyoruz.
İşte hayatlarımızın gerçek yüzü; kendi yarattığımız beton ve çelik karışımı yapay ortamların mahkumlarıyız.

Saturday, April 13, 2019

Turkish Whiteness



Image result for turkey 1920s-1930s
This is an excerpt from Murat Ergin’s article on aeon.co. Full version of this essay was published as ‘Turkey’s Hard White Turn’
----------------------------------------------------------------------------
Afet İnan, Atatürk’s adopted daughter, took a French geography book to Atatürk, and asked him if, as the book says, Turks are of the yellow race. His response: ‘No, it cannot be. Let’s occupy ourselves with it. You work on it.’ İnan was only 20 years old. However, by delegating İnan the task of searching for Turkish origins, Atatürk made her a state-supported proponent of Turkish whiteness.
The Turkish government sent her to the University of Geneva in Switzerland to pursue a PhD in history under the direction of Eugène Pittard (1867-1962), a well-known anthropologist friendly to the idea that Turks were white. İnan later reported that her incredulity toward the Swiss scholar’s claim that Turks were part of the yellow race had two sources: 
Based on the pictures and information [in his book], I was looking around [to people’s skin colour] and noticing that [the information in the book] was not in agreement with reality … I also had bought Prof Pittard’s book Races and History (Les Races et l’Histoire, Paris 1924) at that time. Evidence in it did not correspond to this geography book either. 
İnan’s doctorate in sociology, completed in 1939, surveyed the physical characteristics of 64,000 Turks. She used her survey data to argue that the Turkish people were white.
So began the search for Turkish whiteness. It would veer between science and science-fiction, excavating skulls, searching for historical documents, analysing blood types, and studying ancient languages. At one point, the effort to establish Turks as the cradle of world civilisation led some Turkish archaeologists to even investigate the mythical sunken continent of ‘Mu’. They hoped that ‘Mu’ would establish what they believed to be the Turkish origins of Mayan civilisation. Turkish scholars in various disciplines – history, anthropology, archaeology – wanted to show that the West (and the entire world) owed its civilisation to ancient Turks. Both the Turkish people and Western publics had to be convinced.
In order to prevail over Western prejudices, the Turkish government overhauled the educational system using the West’s own weapon of science. They invited Western scholars to Turkey, and sent students for training abroad to leading, mostly European, universities. Turkish modernisers believed that importing science and modernity from the West was really just reclaiming what was originally Turkish.
The debate around Turkish whiteness had also arisen in the 19th century. After 1839, which marked the start of an imperial edict to modernise the Ottoman Empire, nationalist intellectuals in the empire promoted smaller-scale whiteness campaigns. The Ottomans ruled over large chunks of non-Turkish and non-Muslim populations, especially in Eastern Europe. Until the turn of 20th century, half of the population of Istanbul, the capital city of the empire, was non-Muslim. In such a heterogeneous society, the idea of Turkishness as the common identity emerged only in the 18th century. It was in part a response to the new assertions of Greek, Bulgarian and Arab nationalisms that arose in parts of the Ottoman Empire. 
**
The Ottoman empire entered the First World War on the side of Germany. Defeat led to the collapse of the empire, and the emergence of the Turkish republic. By the 1930s, Turkish reformers began emphasising the need for deep cultural transformation. In Europe and the US, the image of the ‘terrible Turk’ carried real popular power. Chester Tobin, an American who coached the Turkish Olympic track team in 1924, wrote in his memoirs: ‘The European cliché of the “Terrible Turk” had been sharply imprinted in the minds of Americans by the close of the First World War. It was cast in human baseness.’ The ‘Terrible Turk’ imagery was a legacy of the Ottoman government’s handling of non-Muslim minority populations and their nationalist claims. It also derived from brutal ethnic conflict between Muslim Turks and non-Muslim populations during the tumultuous years of First World War.
Americans and Europeans tended to understand differences between peoples and societies in racialised terms. In their minds, civilisational and racial qualities were deeply linked. This is why Turkish modernisers set out to establish the Europeanness or whiteness of Turks. They saw it as a means to the end, a way to authorise their reform goals: creating an ethnically homogenous country, Westernising it through cultural transformation, and insisting that Turks are the rightful owners of Western civilisation.
As it did in many countries, eugenics helped to shape Turkish nationalism. Eugenics was a pseudo-science that sought through manipulation of human evolution to encourage the reproduction of superior races and inhibit the growth of inferior races. The movement reached its epitome, and its catastrophic results, during the Nazi regime in Germany. Some of the Turkish scholars wanted to base claims to ancient Turkish civilisation on the supposedly scientific basis of eugenics’ biology. However, the eugenic canon of the first half of the 20th century assigned white superiority to Europeans, and relegated Turks to a class of inferior races. Turkish nationalists longed to change this, through scientific research.
Eugenics reached its peak of influence in North America and Europe, but prominent Turkish eugenicists also expressed their public support. Sadi Irmak (1904-90) was the most prominent. After an education in medicine and biology in Berlin, Irmak started popularising eugenics when he became professor of physiology at the University of Istanbul in 1933. Unlike an aloof academic, Irmak prolifically used popular media, such as newspaper articles, public talks and books, to popularise eugenic knowledge. Never hiding his fascination with Nazi policies of sterilisation and extermination, Irmak saw the Holocaust as an extension of rational government against racial mixture. In the 1970s, he served for a brief period as Turkey’s prime minister.
Other prominent Turkish scholars of eugenics also tried to popularise the cause. Newspapers published articles with eugenics-inspired headlines such as ‘Should the Mad, the Feeble-Minded, and the Sick Be Sterilised?’ While Turkish eugenicists were trying to establish the whiteness and Europeanness of their civilisation, Hitler was fantasising about a superior race that availed itself of what he saw as Islamic immorality and ruthlessness. In his memoirs, Albert Speer, the Nazi Minister of Armaments, noted that Hitler expressed admiration for the ruthlessness of Muslim Turks. Hitler wished Turks had conquered Europe and converted the continent to Islam. He imagined a superior race of ‘Islamised Germans’ who could circumvent the moral limits of Christianity. So race science could lead its believers to an array of conclusions about preferred or desirable political outcomes.