Showing posts with label kitap. Show all posts
Showing posts with label kitap. Show all posts

Saturday, December 18, 2021

Kitapçıda

 


Önce rafları gözleriyle bir taradı: birinci keşif. Hiç bir sırayı, hiç bir kitabı atlamadan, kitap yığınlarını gözden geçirdi. Acele etmeden dolaşıyordu. Bir kitap çekti, sayfalarını karıştırdı: iri harflerle basılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılıyor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Okumayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri tercih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları satırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harfleri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğullarına: ‘Oku da adam ol’ diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric. Efendim? Faydalı kitapları okuyo ruz tabiî: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne kadar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilseydi. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır okumaz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söylediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla doğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur bakalım, bununla daha ne kadar öğüneceğiz? Bıktırıncaya kadar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya, kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tezgâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı: endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tükenmez bir heves vardı Olric. Farkına varmadan ne kadar çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan değişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım. Bu Dostoyevsky’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba? Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dostoyevsky’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadıkları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler birbirlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dostoyevsky’nin kanında yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar galiba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hâtıra fotoğrafı gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevsky’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyuyorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bilsen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına dayanamıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öldükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyenlere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insanlarla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek istemiyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncelerime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi. Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviyemizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bulunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuyacak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Kelimeleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardımıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, kelimeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.

Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevsky’yi çok etkilediği söyleniyor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir roman vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskilerimizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa. Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni Ömer Seyfettin’i severdi. Efruz Bey’di galiba, kendini bir denbire kahraman sanıp sokağa fırlayan. Bu öğretmen ilginç bir adamdı Olric. Bize okuma sevgisi aşıladı biraz. Bizlere ne kadar aşılanabilirse o kadar. İşini seven, az bulunur öğretmenlerden biriydi. Efruz Bey var işte. Onu da ayıralım. Dikkat ediyorsan, itibarlı bir müşteri oluyoruz yavaş yavaş. Duruma çok sevinip de kitap tavsiye etmek gibi bir çılgınlığa kalkışmazsa, bulunmaz bir kitapçı. İnsan, Goethe’yi okumazsa olur mu? Olmaz. Bu adam da hiç kitap satamıyor galiba. Her çeşit kitap var. Bilirsin, bizde biten bir kitabın yerine yenisi konmaz; o kitap çabuk bitmemişse tabiî. Biraz dedikodu yapalım gene: bu Goethe’yi de Beethoven hiç sevmezmiş. Burada Goethe kazanıyor: çünkü öbürü müzisyen; o anlamaz. Beethoven de kızmış, dokuzuncu senfoniye Schiller’in şiirini koymuş. Mâlûmu âlîniz, Schiller’le Goethe’nin arası biraz şekerrenk. Zaten Beethoven, Goethe’ye parkta imparatora selâm verdi diye içerliyor. Anlayamadım efendimiz: yani Beethoven’in arası iyi değil mi imparatorla? Ne aptal şeysin Olric. Ondan değil. Sosyal meseleler bakımından canım! Sosyal bakımdan bilinçlenmiş her adamın evinde bu nedenle dokuzuncu senfoni bulunur. Yalnız, bu Goethe hakkında çok iyi şeyler duydum. Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot’u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.

Saturday, March 13, 2021

Best Selling Books in Japan



The number one–selling book was a manual for how to argue with Koreans (whether in Japan or South Korea—I can’t speak for North Korea) who don’t have nice things to say about Japan. Koreans keep moaning about the fact that Japan invaded Korea, enslaved their people, raped their women, forbade their language and culture, performed biological experiments on POWs, and kidnapped thousands of Koreans, shipping them off to Japan to work in sweatshops of industry. The thrust of the book is this: Tell those miserable Koreans to stop exaggerating and shut up.


The book has had one unexpected side effect: by disdaining Koreans’ complaints, it actually touches upon Japan’s less-than-noble history with Korea, which is something the Ministry of Education has worked hard to keep out of the public school system. Apparently, not knowing history means never having to say you’re sorry.


Number two on the best-seller list, Kabu no zeikin, was a manual for preparing your tax returns if you own or sell stocks. The popularity of this title, one assumes, is indicative of the significant flow of cash into and out of the Japanese stock market.


Number three was a manual for aspiring landlords. When land is scarce and housing is expensive, becoming a landlord is the high road to fortune and luxury. Japan, however, has very strong tenant rights embedded in the law that have been known to gum up the works. I assume that’s where the manual comes in, to keep that cash flowing. It was also a sign that the decadelong real estate slump might be coming to an end.

Number four was the perennially listed Perfect Manual of Suicide. The title is self-explanatory, to be taken literally. More on that later. 

Saturday, September 15, 2018

Soğuk Bir Günde Yazarlık



Geçen sene bir kış günü güneş çıkmış, ışığı odama girip masamın üzerine vurarak masamı, odamı ve beni ısıtmıştı. Birkaç egzersizden sonra oturmuş, kısa bir öykü yazmaya başlamıştım. Fakat nihayetinde bir kış günüydü, daha öykünün birinci paragrafını bile yazmadan güneş bulutların arkasında kalmıştı, bense soğuk odamda oturmuş öykü yazmaya devam ediyordum. O kadar iyi bir öyküydü ki hiçbir zaman basılmayacağını bildiğim halde yazmaya devam etmeliydim; nihayet öyküyü yazmayı bitirdiğimde donmuş bir ceset gibiydim. Yüzüm maviydi, soğuktan kaskatı kesilen dudaklarımı güçlükle oynatabiliyordum. Odam bir paket Chesterfield sigarasının dumanıyla doluydu, ama duman bile donmuştu. Dumandan bulutlarına rağmen oda hâlâ çok soğuktu. Bir keresinde yazarken, gidip bir teneke leğen alıp içinde ateş yakmayı düşündüm. Niyetim, kitaplarımın yarım düzinesini yakıp ısınmaktı, böylece yazmaya devam edebilecektim. Eski bir leğen buldum ve odama getirdim, fakat yakmak için kitap bulamadım. Bütün kitaplarım eski ve ucuzdu. Beş yüz kadar kitabım vardı ve çoğunu beş sente almıştım, ama aralarında yakmaya uygun olanları arayınca bulamadım. Çok güzel ateş verecek, ağır, kocaman bir Almanca anatomi kitabı vardı, ama açıp da o güzel dilden bir satır okuyunca, sie bestehen aus zwei Hüftgelenkbeugemuskeln des Oberschenkels, von denen der eine breitere, yapamadım. Elim gitmiyordu. Dili bilmiyordum, okuduklarımdan tek kelime bile anlamıyordum ama nedense yakmak için kullanılamayacak kadar güzel gözüküyordu. Kitap bana beş sente mal olmuştu ve yaklaşık üç kilo ağırlığındaydı; görüyorsunuz ki yakacak odun olarak düşünüldüğünde bile iyi bir alışverişmiş. Sayfalarını yırtıp ateş yakabilmeliydim.

Ama yapamadım. Kitap bin sayfadan fazlaydı, her defasında bir sayfa yakıp, çıkardığı ateşe bakmayı düşünmüştüm, fakat ateşle birlikte yok olacak bütün o yazıları ve kütüphanemden silinecek o ince dili düşününce kitabı yakamadım. Hâlâ da o kitabı saklarım. Büyük yazarları okumaktan yorulunca bu kitabı açar, anlamadığım o dili okurum, während der Kindheit ist sie von birnförmiger Gestalt und liegt vorzugsweise in der Bauchhöle. Böyle bir dilde yazılmış bin sayfayı yakmayı düşünmek düpedüz küstahlık. Üstelik harika resimlerden bahsetmedim bile.
**

Daha sonra, ucuz roman bulur muyum diye etrafa bakınmaya başladım.

Siz de bilirsiniz ki dünya böyle ucuz romanlarla dolu. Her on kitaptan dokuzu değersiz, ucuz ve yapmacık hikâyelerdir. Bu tür kitaplardan benim kütüphanemde de en azından bir düzine olacağını, onları yakıp ısınarak kendi hikâyemi yazabileceğimi düşünmüştüm. Altı kitap seçtim. Altısı birlikte aşağı yukarı Almanca anatomi kitabı kadar ağırdı.
**
“O kadar kötü yazılmıştı ki, bu özelliği onu çekici hale getiriyordu. İlk fırsatta bütün kitabı okumaya karar verdim. Genç bir yazarın kötü yazarlarımızdan öğreneceği çok şey var. Kötü kitapları yakmak çok yıkıcı bir iş, hani neredeyse iyi kitapları yakmaktan daha zararlı.”

**
“Neyse, herhangi bir kitabın tek bir sayfasını bile yakamadım, donarak yazmaya devam ettim. Sadece, bir ateşin neye benzediğini kendime hatırlatmak ve sıcaklık kavramıyla bağlantımı kaybetmemek için arada sırada bir kibrit yakıyordum. Sigara içmek istediğimde üfleyip kibriti söndürmüyor, parmaklarıma gelene kadar yanmasına izin veriyordum.

Olan basitçe şundan ibaret: Kitabın hayattaki yerine, sadece kitap fikrine dahi saygınız, kâğıda ve matbaaya inancınız varsa, herhangi bir kitabın bir sayfasını bile yakamazsınız. Donsanız, kendiniz bir parça yazı yazmaya çalışıyor olsanız bile. Yapamazsınız. Çok zordur.”



Friday, March 30, 2018

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar



“Maymunları ve papağanları sattıktan sonra öğretmen hanım ona okulun kütüphanesini göstermişti.

Adam bu kadar fazla sayıda kitabı bir arada görünce duygulanmıştı. Öğretmen hanımın raflı bir dolaptan meydana gelen kütüphanesinde elli kadar kitap vardı. İhtiyar yeni satın aldığı büyütecin yardımıyla kitapları keyifle incelemeye koyulmuştu.

El Dorado'da geçirdiği beş ay Antonio José Bolívar'ın hem okuma tercihlerini şekillendirmiş hem de aklını birçok soru ve cevapla doldurmuştu.

Geometri kitaplarını gözden geçirirken okuma bilmenin sahiden değip değmediğini sorgulamış ve bu kitaplardan öğrendiği uzunca bir cümleyi keyifsiz anlarda tekrarlar olmuştu: “Bir dik üçgende dik açının karşısındaki kenara hipotenüs adı verilir.” Daha sonraları bu cümleyi duyan El Idilio sakinleri, bunun ya bir küfür ya bir tekerleme ya da geçerliliği su götürmez bir tövbe olduğunu zannedeceklerdi.

İhtiyar, tarih kitaplarının düpedüz yalanlarla dolu olduğunu düşünüyordu. Eldivenleri dirseklerine kadar çekili, cambazlar gibi daracık pantolonlar giyen bu soluk benizli beyefendiler nasıl olur da savaşlardan galip çıkarlardı? Adamcağızların karıncayı bile incitemeyeceklerini anlamak için rüzgârda dalgalanan bakımlı buklelerine bakmak yeterliydi. Böylelikle ihtiyar, tarihî kitaplardan hoşlanmadığına karar vermişti.

Edmondo De Amicis'in Çocuk Kalbi adlı kitabı adamı El Dorado'da kaldığı sürenin neredeyse yarısı boyunca meşgul etmişti. Olacak iş değildi. Ellerini kitaptan ayıramıyor, gözleri ne kadar yorulsa da okumaya devam ediyordu; ama bir akşam öyle çok gözyaşı dökmüştü ki bu kadar acı çekmenin mümkün olmadığını, bunca bahtsızlığın tek bir kişiye fazla geleceğini söylemişti kendi kendine. Küçük Lombardiyalı gibi zavallı bir yavrucağa böylesine acı çektirmekten zevk alabilecek biri, hergelenin önde gideni olmalıydı. Kütüphanedeki bütün kitapları gözden geçirdikten sonra asıl arzu ettiği kitabı nihayet bulmuştu.

Florence Barclay'nin “Tespih” adlı kitabı, baştan sona aşkla doluydu. Karakterler sevinçleriyle çilelerini öyle hoş harmanlıyorlardı, öyle güzel acı çekiyorlardı ki ihtiyarın büyüteci gözyaşlarıyla kaplanıyordu.

Öğretmen hanım Antonio José Bolívar'ın kitap tercihlerinden pek memnun olmasa da bu kitabı götürmesine izin vermiş ve ihtiyar El Idilio'ya dönünce penceresinin önünde kitabı belki yüz kez okumuştu; zamanın kendisinden bile daha uzun ömürlü aşkların mutlulukları ve eziyetleriyle dolsunlar diye bellek kuyularını açık bırakan Antonio José Bolívar Proano, Dişçi'nin getirdiği ve yüksek masasının üstünde imalı bir biçimde uzanmış halde onu bekleyen, hatırlamamayı tercih ettiği dağınık geçmişine yabancı kitapları da aynı iştahla okumaktaydı.”



Saturday, February 24, 2018

The New Illiterate


The illiterate of the future will not be the person who cannot read. It will be the person who does not know how to learn.

Alvin Toffler

Monday, December 25, 2017

Kitap Tutkusu


“Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.

Nihayetinde, kütüphanenin boyutu önemlidir. Bedbaht bahaneler ve sahte mütevazılıklarla sergilenirler gözler önüne, serilmiş devasa bir beyin misali. Sırf ziyaretçilerinin kütüphane raflarındaki kitaplara hayran hayran bakabilmeleri için mutfakta kahve hazırlama işini kasten uzatan bir filoloji profesörü tanıdım. Mevzunun tamamlandığını düşündüğü an elinde tepsi ve yüzünde tatminkâr bir gülümseme ile girerdi salona.

Biz okurlar, sadece eğlence amaçlı olsa bile, arkadaşlarımızın kütüphanesini gözleriz. Bazen sahip olmadığımız ama okumak istediğimiz bir kitabı bulmak için yaparız bunu, bazense karşımızdaki hayvanın ne ile beslendiğini öğrenmek için. Bir meslektaşımızla salonda otururken odadan şöyle bir çıkar ve döndüğümüzde onu kitaplarımızı koklarken buluruz.”

Kitap Sayfalarındaki Patikalar


“Bana Carlos’un iki aydır 19. yüzyıl Fransız yazarlarını mum ışığında okumak gibi bir alışkanlık edindiğini söylemişlerdi; bunun için gümüş bir şamdan kullanıyordu. Bir süre önce bu konuyu konuşmuştuk, çünkü ben de Goethe’yi Wagner operası dinleyerek ya da Baudelaire’i Debussy eşliğinde okumayı severim. Bu, yolculuğun bir parçasıdır ve sizi temin ederim alınan haz, her anlamda, en üst düzeydedir. Belki alçak sesle bir şey okurken harfleri algılanamaz bir frekansta yaydığımızın farkındasınızdır. Oysa sesi susturmuyoruz. Ses orada, kısık ama mevcut; asla namevcut değil. Bir enstrümanın partisyonu gibi takip eder hattı ve sizi temin ederim, görme duyusu kadar temeldir. Bu, bir tim, kelimeleri ve cümleleri saran bir melodi yaratır, haliyle de buna bir de çok yüksek sesli olmayan bir müzik eklendiğinde kulak zarının derinliklerinde, konuşmacıların ve kendi sesinizin arasında ahenkli bir kontrpuan oluşur. Belli bir desibeli geçerse şayet, müzik bireyin sesini örter ve metnin sesini öldürür. Sadece bununla da kalmaz, okuru üçkâğıda da getirir. İyi bir konserin eşlik ettiği kötü bir nesir, olduğundan çok daha iyi tınlayabilir.

Elektriğin icadından önce yazılan eserleri mum ışığında okumanın esprisini yapardık. Gereksiz bir antikalık gibi gelebilir kulağa, fakat bir yağlıboya resme mum ışığında baktığınızda, ne kadar iyi aydınlatılırsa aydınlatılsın, resmin normalde olduğundan çok daha farklı bir hal aldığını görürsünüz. Pigmentlerden yansıyan ışıkla, yağla ve resmin bulunduğu odayla bir ilgisi olmasa da baktığınız tablonun yeni bir tabloya dönüştüğünü, gölgelerin hayat bulduğunu söyleyebilirim. Boşluklar genişler ve kişi ortaya çıkan bu yeni boyutun içine girer.

Kimi kitaplarda da benzer bir durum oluşur çünkü bir sayfa da aslında çetin bir çizimdir. Kendi ritim ve kompozisyon kuralları dâhilinde ünlü harflerden ünsüzlere doğru akarak, seçilen fonta, kenar boşluğuna, kullanılan kâğıdın kalınlığına, sayfa numaraları sağda veya ortada oluşuna göre ve bunlar gibi sonsuz ayrıntı sonucu ortaya çıkan küçük figürlerin ve satırların oyunuyla harika bir nesne meydana gelir. Baskı ne kadar yeni ve kâğıt ne kadar beyaz olursa olsun, mum ışığında, ona muazzam bir albeniyle değer ve nüans katan bir bakır küfüne boyanır sayfa. Ve patikalar nasıl da bir hazza dönüşür ama...”

“Ne patikası?” diye sordum, huzursuzca; doğru duyup duymadığımdan emin değildim.

“Bakın, bu eski bir tartışma konusudur. Kimse asıl olay yazarın yeteneğinde mi yoksa baskının güzelliğinde mi, tam emin olamaz. Farklı görüşler vardır fakat pek çok okurun kitabın iyi ve okunmaya değer olup olmadığını anlaması için patikalara bakması yeterlidir.”

Delgado kütüphanesine gitti ve Eugénie Grandet’nin eski bir baskısını alıp bana verdi. Benden kitabı açmamı ve herhangi bir sayfada, kelimelerin arasında yatay ya da dikey yollar bulmamı istedi. İşin aslı satır satır uzayan, paragraflarla kesişen, zaman zaman yanda kesilen ve soldan sağa, sağdan sola ya da serbest düşüş şeklinde çapraz bir gidişat tutturan uzun yollar buldum.

“Cümle diziliminde belli bir ritmi olmayan bir yazar bunu başaramaz. Şayet tek bir cümlede dörtten fazla hecesi olan iki ya da üç sözcükle dili bozarsa, yolu ve muhakkak ki ritmi de bozmuş olur. Sayfada o yolu arar durursunuz ama bulamazsınız. Fazla ufak ya da fazla büyük, özensiz bir baskı gözün, gizliden gizliye diyelim, takip ettiği bu figürleri de bozar.

Brauer bunun yazara, daha doğrusu onun üslubuna, hiyerarşisine bağlı olduğunu düşünmeye meyilliydi fakat ben bundan pek emin değilim.”

Patikaların her sayfada yinelendiğini ve tuhaf figürler oluşturduğunu gördükten sonra etkilenmiş bir şekilde kitabı ona verdim.”

Kağıt Ev


“Yıllar boyunca kitapların masa bacağı yahut üst üste dizilip üstlerine bir örtü serilerek komodin işlevi gördüklerine tanık oldum; pek çok sözlük asıl amaçları için kullanıldığından daha çok, ütü ve düzleştirici olarak kullanılmıştır ve hiç de az değildir içlerinde mektuplar, banknotlar ve sırlar saklayan, raflara gizlenmiş kitapların sayısı, insanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.

Bir vazo, bir kahve makinesi yahut bir televizyon bir kitaptan çok daha önce eskir yahut kırılıp bozulur. Bir kitap, sahibi onu parçalamak, sayfalarını yırtmak, ateşe atmak istemediği sürece işlevini yitirmez. Arjantin’deki son askerî diktatörlük döneminde pek çok insan kitaplarını tuvaletlerde, banyolarda yaktı veya bahçelere gömdü. Adları kötüye çıkan ciltler, tehlike oluşturmaya başlamıştı. Kitaplar ve kendi hayatları arasında bir seçim yapmak zorunda kalan Arjantinliler kitaplarının cellatları olmayı seçtiler.

Uzun uzun çalışılan, tartışılan kitaplar, insanların içinde tutkular uyandıran, vazgeçilemez vaatler sunan ve eski dostlarından ayrı kalan kitaplar, havaya saçılan küller halinde göğe yükselmişti.

Ben buna cüret edemedim. Ani ve didik didik bir arama sonucunda bulunacaklarının farkında olduğum halde dergileri büküp büküp duş perdesi borusunun içine soktum, en çok korkulan kitapları dolapların, kitaplığın diplerine sakladım. Kitaplar bir yığın insanı suçlu durumuna düşürmüş, onların hayatlarını mahvetmişti.”

Friday, August 11, 2017

Kitap Dünyasında 'Şeyleşme' Süreci



Lukâcs'ın şeyleşmeden kastı, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir: Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan.

Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer. Honneth bu kavramı, öteki'ne, dünyaya ve kendimize dair algılayışlarımızı da kapsayacak biçimde genişletir, diğer bir deyişle, insanları ve var oldukları alanı yaşayan varlıklar olarak değil de tekil kimliklerden yoksun şeyler ya da nicelikler olarak gören bir toplum anlayışını katar kavrama. Honneth'e göre bu kavramların en tehlikelisi "kendi kendine-şeyleşme"dir ki bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, role-playing video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Ben bunlara, zekâmızı yadsıyan ve hak ettiğimiz yegâne hikâyelerin bizim için önceden sindirilmiş hikâyeler olduğuna bizi ikna eden edilgen okuma alışkanlarını da ekleyeceğim.


Kitabın dünyasında, bu şeyleşme süreci, editöryal çalışma olarak bilinen endüstriyel bir manipülasyon vasıtasıyla gerçekleşir. İngilizce yayım yapan tüm yayıncılık şirketlerine nüfuz eden ve (sistemin İngiliz dili pazarının etkisiyle dünya çapında yayılmasına karşın) diğer dillerde nadiren rastlanan bu endüstriyelleşmiş editöryal çalışma süreci, Honneth'in savında açıkça suçlanan birtakım yanılgılara dayanır. Bunlardan biri, ki en tehlikelisidir, edebi bir metnin "kusursuzlaştırılabilir" olduğunu varsayar: Diğer bir deyişle, yazı Platoncu bir arketipe, ideal bir edebi metin modeline ulaşma çabasında olmalıdır. Bu ideale, profesyonel okuma becerileri sayesinde, bir akortçunun ya da tamircinin görevini üstlenerek metni "kusursuzlaştırmaya" muktedir bir uzmanın, bir editörün yardımıyla erişilebilir. Edebi yaratım, bu suretle özü itibariyle "üretimi devam etmekte olan", hiçbir zaman kapalı ve nihai olmayan ve yayım anında yakalanan bir eser olarak değil ("Artık daha fazla düzeltmemek için yayımlıyoruz," demişti Meksikalı yazar Alfonso Reyes) yazarı tarafından genel hatlarıyla ortaya konan, bir editör tarafından tamamlanan ve muhtelif pazarlama ve satış uzmanlarınca onaylanan bir ürün olarak değerlendirilir.


Anthony Burgess, D. H. Lawrence'in Sons and Lovers adlı romanı için yazdığı eleştiride, bu editöryal çalışma prosedüründen yakınmıştı:


"Bu noktada, Anglo-Amerikan yayımcılık geleneğinden hesap sorulması gerektiğini düşünüyorum. Yaratıcı beceriden yoksunluğunu sanatsal beğenisiyle telafi etmiş editör, şimdiye kadar gereğinden fazla övgü aldı. Kimilerimiz Thomas Wolfe'un Maxwell Perkins'in nüfuzu altına girmeden önce ne yazdığını ya da Catch-22'nun The New Yorker'ın eski editörünün editöryal ustalığı onu biçimlendirmeden önceki halini bilmek istiyor.


Editörler hiçbir zaman orkestra partisyonlarını ya da panoramik resimleri düzeltip değiştirmiyorlar; romancılar neden sanatından anlamayan sanatçılar yerine konuyor ki?"