Showing posts with label Faruk Mercan. Show all posts
Showing posts with label Faruk Mercan. Show all posts

Wednesday, October 16, 2019

60lı Yıllar



Gülen, öğrencilerine düşkündü. Bazı öğrencileri yurtta da, kamplarda da zapt etmek kolay değildi. 450-500 lira olan maaşının bir kısmını ihtiyacı olan öğrencilere dağıtmak üzere öğrenci başkanına veriyordu. O yıllarda çoğu köylerden gelmiş olan öğrencilerin en büyük lüksü iki bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumdu.

1970 sonlarında maaşı bin lira civarındaydı. Sadece vaizlik maaşını alan Gülen, ders başına 10 lira olan ek ücreti ve 17,5 lira olan gece-gündüz nöbeti parasını almıyordu. Oysa günde on saat derse giriyordu ve haftanın çoğu günleri nöbet tutuyor gibi ayaktaydı. Yörenin hocalarından biri şöyle diyordu:

“Fethullah hocadan Allah razı olsun. Bize ücretsiz ders vermeyi öğretti.”

Bu şekilde maaşının çok az bir bölümünü kullanan Gülen’in günlük yemeği çok sadeydi. Yurdun yemeklerini yemediğinden dışarıdan peynir, mandalina gibi yiyecekler alıyordu. Bunları, yurttan parasını ödeyip aldığı ekmekle yiyordu. Çoğu günleri soğan ekmek yiyerek geçiriyordu. Hatta bazen öğrenciler rahatsız olmasın diye sınıfa girdiğinde, “Biz soğanı çok severiz, ağzım soğan kokuyor mu?” diyerek onların tepkisini ölçüyor, ardından da bir soğan fıkrası anlatarak öğrencilerini güldürüyordu. Gülen’in yurdun yemeğini yemediğini bilen İzmir esnafından Mustafa Birlik, ona evinden öğle yemeği gönderiyordu:

“Kestanepazarı’nın yemeğini yemediğim için Mustafa Birlik, oğlu Abdullah ile her gün öğlende bir öğün yemek gönderiyorlardı. Karşılıksız olmasın diye onlara çok küçük bir şey veriyordum. Hemen her gün sefer taslarına bir çorba koydular, bana gönderdiler... 2-3 sene bana böyle yemek geldi.”

Öğrencilerin yediği etlerin nasıl kesildiğini görmek için mezbahaneye giden Gülen, dini hassasiyetlere ve hijyen kurallarına yeterince riayet edilmediğini gördü. Yurt idaresine durumu anlatıp, “Koyunları ben keseyim, yemekhaneye teslim edeyim. Öğrenciler temiz et yesinler.” teklifinde bulundu.

Onu gece yarısı yurdun tuvaletlerini temizlerken, günün bir saatinde yurdun önünü yıkarken, Kurban bayramlarında herkesin uyuduğu saatlerde kalkıp onlarca kurbanın kesildiği yurdun bahçesini temizlerken görmek mümkündü. Öyle bir durumda yanına gelip o işi yapmak isteyenlere işi kesinlikle devretmiyor, başladığı işi kendisi bitiriyordu. Daha Erzurum’da öğrenci olduğu 1950’li yıllarda elinde hortum medresenin tuvaletlerini temizliyordu.

Gülen, yurdun yemeğini yemediği gibi, kullandığı abdest ve banyo suyunun parasını bile hesaplayıp ödüyordu. O yıllarda Ankara’dan gelip yanında birkaç ay kalan bir arkadaşına da yurtta yemek yedirmedi ve onun da kullandığı suyun parasını hesaplayıp ödedi. Gülen yurdun terlik ve havlu gibi malzemelerini de kesinlikle kullanmıyordu.


**

Gülen İzmir’de bu faaliyetlerle meşgulken, Türkiye’nin ilk siyasal İslâmcı partisi siyaset sahnesinde yerini aldı. Bu partinin kurucusu, eğitiminin bir bölümünü Almanya’da yapmış olan mühendis kökenli Prof. Necmettin Erbakan’dı. Partisine “Milli Nizam” adını vermişti.

1969’da İzmir’e gidip kampta Gülen’i ziyaret eden Erbakan, kamptaki gençleri görünce, “Ülkeye hizmetin en etkili yolu siyasettir.” dedi. Erbakan randevusuz gelmişti. O yılların Türkiye’sinde “masonlarla” ve “Siyonizm’le” mücadele ettiğini belirten, bu sebeple bütün dindar insanların kendi arkasında yer alması gerektiğine inanan Erbakan, Gülen’i yeni kurduğu partiye davet etti. Ama Gülen’i ikna etmesi mümkün değildi. Gülen kararını vermişti. Siyaset ona göre değildi. Türkiye’nin istikbalini, manevi değerlerden uzak yetişen ve büyüdüklerinde sağ-sol kamplarına ayrıştırılan gençlere sahip çıkılmasında görüyordu. Gülen’e göre, bu da ancak siyaset üstü bir yaklaşımla ve toplumun bütün kesimlerine ulaşmak suretiyle mümkün olabilirdi.

Gülen, Erbakan’a yönelik bu tavrını öteki siyasi parti liderlerine de aynı şekilde gösterdi. Adalet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi liderlerinin görüşme taleplerine o günün şartlarında sıcak bakmadı.


**

Gülen, 1966’dan 1971 askeri müdahalesine kadar bu beş yıl boyunca yurtta müdür, camide vaiz, kampta yönetici, kahvehanede konuşmacıydı. Daha İzmir’e geldiği ilk yıl olan 1966’nın sonbaharında verdiği konferansın dinleyicileri arasında üniversite öğretim üyeleri ve yargı mensupları vardı. Henüz genç yaşlarda olmasına rağmen saçlarının büyük bir kısmına beyazlar düşmüş Gülen, bu konferansında Kur’ân-ı Kerim’in bilim ve teknolojiye bakan mucizevi yönlerini anlattı.

**

O dönemde Gülen’le birlikte olan yakın arkadaşlarının anlattığına göre, İzmir ve çevresinde Gülen’in gidip kahvehanesinde konuşma yapmadığı semt neredeyse kalmadı. Gülen için İzmir’de ilk kahvehane konuşmalarını 1968’de Aydınlar Cemiyeti organize etti. İlk kahvehane konuşması bir ilçedeki caminin bitişiğindeki kıraathanede oldu. Gülen’in o konuşması üzerine, kıraathanede oyun kâğıtlarının yerini kütüphane aldı. Kıraathane sahibi oyun kâğıtlarını yakarak imha etti. Bir kahvehane toplantısı, Mimarlık Fakültesi’nin yanındaki üniversite kıraathanesinde oldu. Gülen’in, çoğu üniversite öğrencisi olan dinleyicilerle bu sohbeti dört saat sürdü. Öyle ki, cadde tıkandı, belediye otobüsleri geçemedi. Bu toplantılar için İzmir Emniyeti Birinci Şube’den (Siyasi Şube) izin alınıyordu. Bu kahvehane sohbetleri o kadar sıklaştı ki, sonunda Siyasi Şube, genel bir izin verdi. İzin yazısında, salı ve cumartesi günleri, mahalli karakollara önceden haber vermek suretiyle kahve sohbeti yapılabileceği yazıyordu:

“Çocukluğumdan beri kahvelere karşı ciddi rahatsızlığım vardı. Kendim de gider orada bazı şeyler dinlerdim. Hikâye anlatırlardı. Ama rahatsızlığım vardı. Oralar nazarımda hep tembelhane idi. Acaba buraları kıraathane, adı da oydu kahvelerin, nasıl kıraathane haline getiririz, nasıl düşünen insanların, bazı şeyler dinleyen insanların yeri haline getiririz... Camide sohbet ediliyor. Camiye gelmeyen, o tembelhanelerde oturan insanlar var, acaba bunlara bazı meseleleri nasıl anlatırız. Hususiyle o dönemde din, diyanet inkâr ediliyordu. Belli bir ölçüde inkâr-ı ulûhiyet meselesi vardı. Marksizm, Leninizm, Maoizm böyle telakki ediliyordu. Ve gençlerde yaygındı. Biz de kahvelerde o dönemde Rabbimizi anlatalım, dinimizi anlatalım. Bu daha sonra yapılacak şeylere ilham kaynağı oldu. Bunları sinema salonlarında niye yapmayalım? Sinema salonlarında aslında eskiden beri hep konferanslar verilirdi. Çok erken dönemlerde hatırlıyorum... Sinemalarda da anlatılabilir, tiyatrolarda da anlatılabilir mülâhazam çok eski dönemlerde olmuştu. Rabbimizi sinema sahnesinde anlatma fırsatı verirlerse, biz çıkar orda da ‘Allah deyin ve kurtulun!’ deriz. Kahveler ve camiler bu işin sadece isteyerek sizin ayağınıza gelen insanlara bir şeyler anlatma zeminleri ise, bir de duyurarak bu meseleyi ilan ederek ve aynı zamanda abdest ihtiyacı olmayan, ayakkabı çıkarma ihtiyacı olmayan, farklı mekânlarda insanların biraz rahat gelip rahat oturacakları, belki sigara da içebilecekleri bir zeminde anlatma.''


**

İzmir'e Geliş



Bu şehirden de ayrılmanın zamanının geldiğini düşünerek Ankara’ya gitti. Yaşar Tunagür, İzmir vaizliğinden ayrıldıktan sonra, 1965’te Diyanet İşleri Başkanvekili olmuştu. Gülen, Ankara’da Tunagür’ü ziyaret etti. Tunagür, İzmir’de bıraktığı vaizlik görevini hâlâ Gülen’in sürdürmesini istiyordu. Ama Gülen, “İzmir beni yutar. Mümkünse Doğu’da küçük bir ile tayin edin.” diye itiraz etti:

Yaşar Tunagür hoca, İzmir’den ayrılırken söz verdim İzmirlilere, size bir adam göndereceğim dedim. Aklımdaki sendin, bir dilekçe yaz getir dedi. Hocam ben İzmir gibi dev bir şehre gidemem, boğar beni orası dedim. Ben saf bir Anadolu çocuğuyum, bana küçük bir yer takdir edin, beni Samandağı’na gönderin dedim. Hatay’da askerlik yaptığım için Samandağı’nı duymuştum. ‘Oraya verin.’ dedim. ‘Ben İzmir’e söz verdim.’ dedi.”

Samandağı, Gülen’in askerlik yaptığı İskenderun gibi Suriye sınırındaydı ve küçük bir ilçeydi. Ne var ki Diyanet Başkanvekili, İzmir’e atanma dilekçesini hazırlatıp biraz da zorlamayla Gülen’e imzalattı. Sonra da, Gülen’in İzmir vaizi olarak atanmasını öngören 11 Mart 1966 tarihli yazıyı dönemin Diyanet İşleri Başkanı’na imzalattı. Böylece 28 yaşındaki Gülen, İzmir vaizi ve İzmir’in göbeğine konuşlanmış olan Kestanepazarı Camii Yurdu’nun müdürü olarak İzmir’e geldi.

Edirne'de



O yıllarda, maaşıyla fazladan aldığı kitap ve gazeteleri uygun gördüğü insanlara vererek okumalarını sağlıyor, neredeyse yeni çıkan her kitabı bir şekilde temin edip okuyordu. Ayrıca dönemin günlük gazetelerini de takip ediyordu:

“Edirne’ye gidince kitap kurdu olmuştum. Ne çıkarsa okuyordum. Edirne hayatında çok kitap okudum. Üç Şerefeli’de kalırken genelde kitap okurdum. Bazen de yakında olan iki kahve vardı, oraya gider, insanlarla beraber otururdum. Edirne’de demokratların ve halk partililerin kahvehaneleri ayrıydı. İkisine de giderdim. Bir de kültür lokali vardı. Orada Amerika’nın tanıtım filmleri vardı. Birçok yeri orada görmüştüm. Sonra Amerika’ya geldiğimde, sanki oralara daha önce gitmiş gibi hissettim. 1960’lı yıllarda Edirne gibi bir yerde kendi tahşidatlarını yapmaları enteresandı.”

**

“Çok gazete okurdum, Edirne’de de çok gazete okurdum. Mesela ben Cumhuriyet de alır okurdum, Hürriyet de alır okurdum, Tercüman’ı da tercih ederdim. Arada bir çıkan Hür Adam gazetesini de alır okurdum. 1960’ta kapandı.


**

Gülen’in imamlık yaptığı camide bir de Kur’ân Kursu vardı. Orada görevli bir başka hoca daha vardı, ancak birlikte çalışılacak bir fıtrata sahip değildi. Gülen, hayatının sonraki dönemlerinde uygulayacağı ve talebelerine şiddetle tavsiye edeceği prensibi uyguladı. Gülen’e göre dine ve millete hizmet eden insanlar arasında çekişme doğru değildi. Hizmet eden biri varsa ona rakip olmanın mânâsı yoktur. Onun yaptığından daha iyisini yapma imkânı olsa bile, rekabeti terk etmek ve başka bir hizmet alanı bulmak gerekir. Zira birbirleriyle lüzumsuz rekabet edenler müspet hareketi muhafaza edemezler. Böylece Gülen, Kur’ân Kursu’ndaki hizmeti öteki hocaya bırakıp kendisi başka hizmet sahası bulmaya yöneldi. Ama oradaki fakir öğrenciler için Kurban bayramında deri topladı ve Kur’ân Kursu’na verdi. Türkiye’de Kurban bayramlarında yüzbinlerce hayvan kesilir ve bu hayvanların derileri çoğunlukla hayır kurumlarına bağışlanır. Bu derilerin satılması ile hayır kurumları hatırı sayılır bir gelir elde ederler ve bu gelir çoğunlukla öğrenci bursları için kullanılır.
**
Gülen, 1965-66 döneminde Kırklareli’nde vaazlar verdi. Sosyal demokrat eğilimlerin ağır bastığı bu şehrin insanı kolay kolay vaaz dinlemek için camiye gelmiyordu. Ama namaz kılmadıkları halde onu dinlemek üzere abdestsiz olarak camiye gelenler vardı:

“‘Bir mesele anlatacağım.’ dedim, önceden ilan ettim. Abdestsiz insanlar geldiler, arka tarafta oturdular, ayakkabılarını sadece çıkardılar, dinlediler. İnsanlara o rahatlığı tanımak, aynı zamanda bir de kendi dünyalarından bazı şeylerin konuşulmasını sağlamak önemli...”

Gülen bu vaazlarında Müslümanların ilim tarihi ve hilkat konularını anlattı.


Dönemin bazı tanınmış şair ve yazarları, Gülen’in de içinde bulunduğu bir ekibin organizesi ile İstanbul’dan bu şehre gelip konferanslar verdiler. Bu konferanslar, Türkiye’nin içinde bulunduğu fakirlik ve geri kalmışlığı nasıl aşabileceğini anlatan şu başlıkları taşıyorlardı: “Halimiz, Yolumuz, Çaremiz”, “Türkiye Neden Geri Kalmıştır?”

Thursday, August 29, 2019

M. Fethullah Gülen: Allah Yolunda Bir Ömür



Bu kitap, 80 yaşında hâlâ kendisini insanlığın istifadesine hazır tutan Fethullah Gülen’in, tarihi İpek Yolu üzerindeki bir köyde başlayan ve Pensilvanya’nın Saylorsburg kasabasına uzanan hayat hikâyesini anlatıyor.

Oxford Üniversitesi’nin 2015 yılında yayınladığı One Islam, Many Muslim Worlds kitabının yazarı Profesör Raymond William Baker şöyle diyor:

20. yüzyıl sonları, İslâm dünyası için çok kötü bir çöküş dönemi oldu ve bu bozgun 21. yüzyılın başında da devam ediyor. İslâm dünyasının makul sesleri, bu çağı 1400 yıllık İslâm tarihinin en kötü dönemi olarak nitelendirmektedir.

Fethullah Gülen işte bu makul seslerden biridir ve hayatını, İslâm dünyasının bu çöküş dönemini bir rönesans çağına dönüştürmeye adadı. Binlerce öğrencisi ve takipçisi şimdi dünyanın yedi kıtasında onu takip ediyor.

**
 **