Showing posts with label Taliban. Show all posts
Showing posts with label Taliban. Show all posts

Friday, September 30, 2016

Sonuç Vermeyen Dış Yardımlar

11 Eylül 2001’deki El Kaide saldırılarının ardından Birleşik Devletler’e ait kuvvetler El Kaide’nin kilit isimlerine yataklık edip bunları teslim etmeye yanaşmayan Afganistan’daki baskıcı Taliban rejimini süratle devirdi. Aralık 2001’de, Birleşik Devletler kuvvetleriyle işbirliği yapan Afgan mücahitlerinin eski liderleri ile aralarında Hamit Karzai’nin de olduğu Afgan diasporasının kilit isimleri arasında gerçekleştirilen Bonn Anlaşması’yla demokratik bir rejim inşa etmek için bir plan hazırlandı. Atılan ilk adımlardan biri yurt çapında bir büyük meclis olan ve geçici hükümete liderlik etmesi için Karzai’yi seçen Loya Jirga’ydı. Afganistan için işler yoluna girmeye başlamıştı. Afgan halkının büyük çoğunluğu Taliban’ı geride bırakmaya can atıyordu. Uluslararası toplum Afganistan’ın tüm ihtiyacının geniş çaplı bir dış yardım olduğunu düşünüyordu; çok geçmeden Birleşmiş Milletler temsilcileri ve birkaç önemli STK başkent Kabil’e üşüştü.

Sonraki gelişmeler, özellikle de son 50 yılda yoksul ülkelere ve başarısız devletlere yapılan dış yardımların fiyaskoyla sonuçlandığı dikkate alındığında şaşırtıcı olmamalıydı. Şaşırtıcı olsun ya da olmasın, her zamanki ritueller tekrar edildi. Çok sayıda yardım görevlisi beraberindekilerle birlikte özel jetleriyle kente geldi; ülke kendi gündemlerinin peşindeki her türlü STK’nın akınına uğradı; hükümetlerle uluslararası toplumu temsil eden delegasyonlar arasında üst düzey görüşmeler başladı. Afganistan için milyarlarca dolar yoldaydı. Fakat bunun çok az bir kısmı altyapı inşasına, okullara ya da kapsayıcı kurumların geliştirilebilmesi hatta yasa ve düzenin sağlanabilmesi için elzem olan başka kamu hizmetlerine harcandı. Altyapının büyük kısmı harap bir halde kalırken paranın ilk kısmı BM ve diğer uluslararası kuruluşların yetkililerinin gelip gitmesi için bir havayolu şirketinin hizmete sokulmasına harcandı. Sonraki ihtiyaçları şoförler ve tercümanlardı. Böylece rayicinden kat be kat fazla maaş vererek İngilizce konuşan az sayıda bürokratı ve Afgan okullarının elde kalan öğretmenlerini sağa sola giderken kendilerine şoförlük ve taşeronluk yapmaları için tuttular. Sayıları zaten az olan vasıflı bürokratlar dış yardım heyetinin hizmetini görmek için görevlendirilirken, dış ülkelerden aktarılan yardımlar da Afganistan’ın altyapısına harcanacak yerde kalkındırıp güçlendirmeleri gereken Afgan devletinin altını kazmaya başladı.


Orta Afganistan’daki bir vadinin ücra bir bölgesinde yaşayan köylüler bir radyo anonsunda bölgelerindeki barınakları yenilemeyi hedefleyen milyon dolarlık yeni bir programdan bahsedildiğini işittiler. Aradan epey bir vakit geçtikten sonra mücahitlerin eski kumandanlardan, Afgan hükümet üyesi İsmail Han’ın nakliyecilik karteline ait kamyonlarla birkaç ahşap kiriş teslim edildi. Fakat hiçbir amaçla kullanılamayacak kadar büyüktüler; hal böyle olunca köylüler de onları olanakların elverdiği biçimde değerlendirdiler; yakacak odun olarak. Peki, köylülere vaat edilen milyonlarca dolara ne olmuştu? Vaat edilen paranın yüzde 20’si Cenevre’deki BM genel merkezinin masrafları olarak alınmıştı. Geri kalan meblağ taşeron bir STK’ya verilmiş, Brüksel’deki kendi genel merkezinin masrafları için bir yüzde 20’de o almıştı; bu böylece üç kez daha tekrar etmiş ve taraflar her seferinde kalan meblağın yaklaşık yüzde 20’sini almıştı. Afganistan’a ulaşan azıcık para batı İran’dan kereste almak için kullanılmış, bu paranın çoğu da fahiş nakliye ücretlerini karşılamak için İsmail Han’ın karteline ödenmişti. Koca koca ahşap kirişlerin o köye ulaşması bile bir bakıma mucizeydi.

Afganistan’ın ortasındaki bu vadide yaşananlar münferit bir olay değildi. Pek çok araştırma yardımların yalnızca yüzde 10’unun ya da en fazla yüzde 20’sinin hedefine ulaştığını öngörüyor. Hem BM yetkililerinin hem de yerel yetkililerin yardım paralarını hortumlamakla suçlandığı düzinelerce yolsuzluk soruşturması devam ediyor. Fakat dış yardım israfının çoğu yolsuzluktan değil beceriksizlikten kaynaklanıyordu; hatta daha da kötüsü, tüm bunlar yardım kuruluşları için olağan şeylerdi.

Diğer örneklerle kıyaslandığında Afgan yardımı deneyimi aslında başarılı bile sayılabilir. Son 50 yılda tüm dünyada pek çok hükümete “kalkınma” yardımı kapsamında milyarlarca dolar para aktarıldı. Bu paranın büyük kısmı Afganistan’da olduğu gibi genel giderler ve yolsuzluklar nedeniyle heba oldu. Daha da kötüsü, önemli bir bölümü hem rejimi destekleyecek yandaşlar bulmak hem de kendini zengin etmek için Batılı patronlarından gelecek yardıma bel bağlayan Mobutu gibi diktatörlere harcandı. Sahra-altı Afrika’nın geri kalan kısmının çoğunda durum aynıdır. Kriz zamanlarında geçici bir çare olarak başvurulan insani yardım, örneğin yakınlarda Haiti ve Pakistan’a yapılan yardımlar, her ne kadar bunların ulaştırılmasında da benzer sorunlarla karşılaşılsa da kesinlikle çok daha yararlı olmuştur.

“Kalkınma” yardımının geçmişteki bu pek de iç açıcı olmayan performansına rağmen dış yardım Batılı hükümetlerin, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların ve farklı türden STK’ların dünya genelinde yoksullukla mücadele yöntemi olarak tavsiye ettikleri en gözde politikalardan biridir. Ve elbette, dış yardımın başarısızlık döngüsü kendini tekrar edip durdu. Zengin Batılı ülkelerin Sahra-altı Afrika, Karayipler, Orta Amerika ve Güney Asya’daki yoksulluk sorununu ortadan kaldırmak için yüklü miktarda “kalkınma yardımı” yapmaları gerektiği görüşü, yoksulluğun nedeni konusundaki yanlış bir kavrayışa dayanır. Afganistan gibi ülkeler sömürücü kurumları yüzünden yoksuldur; bu kurumlar mülkiyet haklarının, yasa ve düzenin ya da iyi işleyen bir hukuk sisteminin olmamasına yol açtığı gibi, ulusal ve –daha çok– yerel elitlerin ekonomik ve siyasal hayat üzerindeki boğucu hâkimiyetine neden olur. Benzer kurumsal sorunlar da dış yardımın fayda etmeyeceği; yağmalanacağı ve gitmesi gereken yere ulaşamayacağı anlamına geliyor. En kötü ihtimal ise, yapılacak yardımların bu toplumların sorunlarının asıl kaynağı olan rejimleri destekleyecek olmasıdır. Sürdürülebilir ekonomik büyüme kapsayıcı kurumlara bağlıysa, sömürücü kurumların başındaki rejimlere yardım etmek çözüm olamaz. Bu, insani yardımın da ötesinde, okulu olmayan bölgelere okul inşa eden ve başka türlü ücretsiz çalışmak zorunda kalacak öğretmenleri maaşa bağlayan belirli yardım programlarının kayda değer yararları olduğunu inkâr etmek anlamına gelmiyor. Kabil’e akın eden yardım kurumlarının çoğu sıradan Afganların hayatını kolaylaştırmak için çok az şey yapsa da, okul inşasında büyük başarılar da elde edildi, özellikle de Taliban idaresinde, hatta öncesin“de, eğitimden tamamen mahrum bırakılan kızlar için.

Çözümlerden biri –kısmen kurumların refahla hatta yardımın ulaştırılmasıyla bir ilgisi olduğunun anlaşılması nedeniyle şu sıralar daha revaçta– yardımı “şartlı” hale getirmektir. Bu görüşe göre, dış yardımın devam etmesi muhatap hükümetin belirli koşulları sağlamasına bağlı olmalıdır; örneğin piyasalara serbestlik tanıması ya da demokratikleşme yönünde adımlar atmasına. George W. Bush yönetimi gelecekteki yardım ödemelerini ekonomik ve siyasal kalkınmanın çeşitli boyutlarında gerçekleştirilecek nicel gelişmelere bağlayan “Millennium Challenge Accounts”u başlatarak bu tür bir şartlı yardım için en büyük adımı attı. Fakat koşullu yardımın verimliliği koşulsuz olandan daha iyiymiş gibi görünmüyor. Bu koşulları sağlayamayan ülkeler de genellikle karşılayanlar kadar yardım alıyor. Bunun basit bir nedeni var; ister insani amaçlı ister kalkınmaya yönelik olsun daha fazla yardıma ihtiyaçları var. Ve kolayca öngörülebileceği gibi, koşullu yardım bir ülkenin kurumları üzerinde çok az etkilidir. Ne de olsa Sierra Leone’de Siaka Stevens ya da Kongo’da Mobutu gibilerin yalnızca biraz daha fazla dış yardım alabilmek için aniden sömürücü kurumları tasfiye etmeye başlaması biraz şaşırtıcı olurdu. Dış yardımın pek çok hükümetin toplam bütçesinin önemli bir kısmını oluşturduğu Sahra-altı Afrika’da bile ve hatta şartlılığı artıran “Millennium Challenge Accounts”tan sonra bile bir diktatörün bizzat kendi iktidarını sarsmak suretiyle elde edeceği ek yardımın miktarı hem azdır hem de ne ülkesi üzerindeki hâkimiyetini ne de hayatını riske etmeye değmeyecektir.


Friday, November 20, 2015

A Journey

We all said surahs from the Quran and a special prayer to protect our sweet homes and school. Then Safina’s father put his foot on the pedal and away we drove out of the small world of our street, home and school and into the unknown. We did not know if we would ever see our town again. We had seen pictures of how the army had flattened everything in an operation against militants in Bajaur and we thought everything we knew would be destroyed.

The streets were jam-packed. I had never seen them so busy before. There were cars everywhere, as well as rickshaws, mule carts and trucks laden with people and their belongings. There were even motorbikes with entire families balanced on them. Thousands of people were leaving with just the clothes they had on their backs. It felt as if the whole valley was on the move. Some people believe that the Pashtuns descend from one of the lost tribes of Israel, and my father said, ‘It is as though we are the Israelites leaving Egypt, but we have no Moses to guide us.’ Few people knew where they were going, they just knew they had to leave. This was the biggest exodus in Pashtun history.

Usually there are many ways out of Mingora, but the Taliban had cut down several huge apple trees and used them to block some routes so everyone was squashed onto the same road. We were an ocean of people. The Taliban patrolled the roads with guns and watched us from the tops of buildings. They were keeping the cars in lines but with weapons not whistles. ‘Traffic Taliban,’ we joked to try and keep our spirits up. At regular intervals along the road we passed army and Taliban checkpoints side by side. Once again the army was seemingly unaware of the Taliban’s presence.

‘Maybe they have poor eyesight,’ we laughed, ‘and can’t see them.’
The road was heaving with traffic. It was a long slow journey and we were all very sweaty crammed in together. Usually car journeys are an adventure for us children as we rarely go anywhere. But this was different. Everyone was depressed.



Tuesday, November 17, 2015

Taliban

It seemed like the Taliban didn’t want us to do anything. They even banned one of our favourite board games called Carrom in which we flick counters across a wooden board. We heard stories that the Taliban would hear children laughing and burst into the room and smash the boards. We felt like the Taliban saw us as little dolls to control, telling us what to do and how to dress. I thought if God wanted us to be like that He wouldn’t have made us all different.

**
The Taliban targeted not only politicians, MPs and the police, but also people who were not observing purdah, wearing the wrong length of beard or the wrong kind of shalwar kamiz.

**
Terror had made people cruel. The Taliban bulldozed both our Pashtun values and the values of Islam.

**
Yet my father remained hopeful and believed there would be a day when there was an end to the destruction. What really depressed him was the looting of the destroyed schools – the furniture, the books, the computers were all stolen by local people. He cried when he heard this, ‘They are vultures jumping on a dead body.

**
My father always said that the most beautiful thing in a village in the morning is the sight of a child in a school uniform, but now we were afraid to wear them.

**
I know my mother didn’t like the awards because she feared I would become a target as I was becoming more well known. She herself would never appear in public. She refused even to be photographed. She is a very traditional woman and this is our centuries-old culture. Were she to break that tradition, men and women would talk against her, particularly those in our own family. She never said she regretted the work my father and I had undertaken, but when I won prizes, she said, ‘I don’t want awards, I want my daughter. I wouldn’t exchange a single eyelash of my daughter for the whole world.’

My father argued that all he had ever wanted was to create a school in which children could learn. We had been left with no choice but to get involved in politics and campaign for education. ‘My only ambition,’ he said, ‘is to educate my children and my nation as much as I am able. But when half of your leaders tell lies and the other half is negotiating with the Taliban, there is nowhere to go. One has to speak out.




Conditional Change

When my father was at home, he and his friends sat on the roof at dusk and talked politics endlessly. There was really only one subject – 9/11. It might have changed the whole world but we were living right in the epicentre of everything. Osama bin Laden, the leader of al-Qaeda, had been living in Kandahar when the attack on the World Trade Center happened, and the Americans had sent thousands of troops to Afghanistan to catch him and overthrow the Taliban regime which had protected him.

In Pakistan we were still under a dictatorship, but America needed our help, just as it had in the 1980s to fight the Russians in Afghanistan. Just as the Russian invasion of Afghanistan had changed everything for General Zia, so 9/11 transformed General Musharraf from an international outcast. Suddenly he was being invited to the White House by George W. Bush and to 10 Downing Street by Tony Blair. There was a major problem, however. Our own intelligence service, ISI, had virtually created the Taliban. Many ISI officers were close to its leaders, having known them for years, and shared some of their beliefs. The ISI’s Colonel Imam boasted he had trained 90,000 Taliban fighters and even became Pakistan’s consul general in Herat during the Taliban regime.