Showing posts with label Ahmet Şerif İzgören. Show all posts
Showing posts with label Ahmet Şerif İzgören. Show all posts

Friday, November 27, 2015

Asıl Kişisel Gelişim ve Mutluluk


– Hıdır, senin benim yaşımda insanı ne mutlu eder bilir misin?

– Ne?

– Kendi ürettiklerinin sonucunu görmek. Eğer dönüp baktığında, “Bunları ben ürettim, ben başardım, bu sonuçlar benim” diyebiliyorsan tamam. Yoksa etraf mutsuz insanlarla dolar.

**

– Geçen gazetede haber vardı: Anası, babası bir çocuğu Çocuk Esirgeme Kurumu’na bırakıp gitmiş. Çocuk zatürre oluyor, hastaneye götürüyorlar. Benim bir tanıdığım zatürree oldu, 15 gün hastanede yattı. Bu çocuk kimsesiz ya, veriyorlar bir serum, gönderiyorlar geri, çocuk dönüşte ölüyor. Cenaze namazı vardı, fotoğraf çekilir diye oraya gelmiş altı devlet görevlisi. Çocuğu küçük bez bir kefene sarmışlar, mezarlığın duvarının üstüne koymuşlar, cenaze namazı kılıyorlar. Saatlerce ağladım. Şimdi ağladığıma bakma. Bu çocuk zengin olsaydı, ölmeyecekti. Ölse, gömülmesi böyle olmayacaktı. Hıdır ağlama; ama şunu bil: Ülke ihtiyaç içinde! Hiçbir şey üretemiyorsan, al hanımı, çocuğu git Çocuk Esirgeme Yuvalarına, bir şeyler anlat onlara, kitap oku. Senin benim gibi adamlar, saat markası, 100 metre kare daha büyük ev, yeni arabayla mutlu olmazlar. Senin için en büyük kişisel gelişim orada yanağına konacak bir öpücük. Ürettiğinin sonucunu bir hayır duasıyla orada alırsın. Öteki koşturmacanın sonu yok be Hıdırım.

– Ya ağabey imam gibi değil de, filmlerdeki rahipler gibi konuşuyorsun.

– Doğru, filmlerde bu adamların rahipleri hep iyi, bilge adam olur. Bizim imamlar da hep kötü adamdır.

– Oysa bizim dedeler anlatırdı, Kurtuluş Savaşı’nda Ege Bölgesi’nde halkı imamlar örgütlemiş, hep önde savaşmışlar, diye. Bir de ağabey, bu Amerikalıların kişisel gelişim kitaplarında hep İsa’dan örnekler var. “Hz. İsa böyle dedi, şöyle yaptı” gibi. Bizim kitaplarda hiç Hz. Muhammed yok.

– Ağabey deli misin? Kalkacak bir yazar, bir imamdan iyi bahsedecek. Adamın deli olması lazım. Öyle çok da inançlı falan olmasa ama kitabında “kültürümüzdür” deyip bir imamı devreye soksa, şu benim anlattıklarımı anlattırsa, bitirirler adamı valla. Bak bu benim söylediklerimin onda birini bir budist rahibe ya da papaza anlattırsın kral olur, bilge olur. Rahip dururken imam! Salaklık.

– Harbiden doğru! Adam manyak olacak ki öyle bir şey yapsın.

– Ya da kıt olması lazım, sonra başına gelecekleri görmeyecek kadar kıt. Dokunma suya sabuna!.. Yaz mutluluk, yaşam, pozitif enerji, çiçekti, böcüktü; bi de güldür milleti, malı götür.




Kişisel Gelişim (!)




- Adı kişisel gelişim. ABD’den çeviri “personal development.” Aslında çeviriyi “kişisel ilerleme” şeklinde yapmak, gerçek anlamı daha doğru verirdi. Kendin nasıl ilerlersin? Milletin sırtına basarak. Sen ilerle yeter. Yalnız bu arada bu kitabı rakibin de okuyor, o da sana taktik yapıyor. İş yerinde dürüstlük sıfır.

– Erhan peki bizimkiler?

– Bak ben firmadayken çok eğitim aldım. Cidden iyi eğitmenler, yazarlar var. Fakat çok büyük bölüm kolaj.

– Ağabey, kolaj ne demek? Bizim kız da söyledi soramadım kerataya.

– Patchwork diye bir el sanatı var biliyor musun? Onun gibi bir şey.

– Baba, Türkçesi yok mu bunların?

– Var da, bizim işte ne kadar İngilizce laf edersen o kadar erdemli olursun. Eğitimde kendi kültüründen değil de Amerika’dan örnek verirsen, itiraz gelmez.

– Gavur yapıyor! Pıh pıh pıhh.

– Aynen öyle. Bak böyle kitap okuyacaksan önce adamın özgeçmişi var mı yok mu ona bak. Çoğunun özgeçmişi yoktur. Varsa şuna bak: Çalıştığı işlerde iki yıl kalabilmiş mi yoksa iki yıl orada, hop sonra oraya, hop oraya dolaşmış mı?

Bir de etrafına sormak lazım. Anlattıklarıyla yaptıkları birbirine uyuyor mu? Bir iletişim eğitimi alıyoruz. Otel beş yıldız, hoca şöhret... Sabah üç saat anlattıklarından büyülendik, “Lan” dedik, “insan evladı böyle olmalı.” Öğle yemeğine toplu çıktık. Çorba siparişi alındı, beş dakika sonra çorbalar geldi. Biraz geç sayılır. Hepimiz çorbamızı alırken hoca kalktı, garsona bir bağır sen. Kalktı gitti. Öğleden sonra yine mükemmel şeyler anlattı; ama hepimizin bir kulağından girdi, bir kulağından çıktı. Sonra insan kaynaklarında bir arkadaşım var, onunla konuştum. Onlara yapmadığı kapris kalmamış. Bir paraya anlaşmışlar, ekstra o parası, bu parası derken bunaltmış bunları. Bir başkasını, arkadaşım kongreye çağırıyor. Parada anlaşıyorlar, üç gün kala asistanı arıyor, “Uçak bileti business class olmazsa gelmez hocamız!” diyor. İletişim, kendini tanıma, zamanında yaşadığı garibanlıkları anlatan bir uzman. Arkadaşım farkı cebinden karşılamış. Business Class gelmiş amcam. Asistanı bir daha aramış, “Otelde üst ve boş katta oda olmazsa hocamız kalamaz” demiş; rica minnet otelde onu da ayarlamışlar. Konferansta 1000 kişiye mütevazılığını anlatmış.

– Erhan, kitaplarda yazılanları yapıyorum, adam yapmış süper. Ben yapıyorum, bahtsız bedeviyi çölde develer kovalarmış misali, Konya Ovası’nda ağaca tosluyoruz. Bunlar nasıl başarıyor ağabey?

– Bak Hıdırcığım, anlatırken, yazarken önce oku atıyorsun. Saplandığı yere hedef çiziyorsun.

– Nasıl?

– Seni eşek teperse, “Çiftenin döt üzerindeki etkisi üzerine yaptığım bir araştırmada...” diye anlatacaksın.

– Ya, ben anlamadım.

– Dereye düşsen, “Geçen, arkadaşlarla rafting yapıyoruz...” diyeceksin. İşten atılırsan, “Hayatımın tekdüzeliğini fark ettim ve yeni bir “hayat biçimi seçtim” diyeceksin.

Bak bizim sektörde, bir adam uzman olmak için altı-yedi yıl Tıp okuyor, sonra dört-beş yıl ihtisas yapıyor, on-on bir yıl okuyup uzman oluyor. Ben işten atıldım, bir sene sonra üç eğitim şirketinde kişisel gelişim uzmanı olarak eğitim vermeye başladım. Yönetim eğitimi veriyorum, içerideki adam benden iyi yönetici, o yüzden dayıyorum Mc Gregor’un x-y teorisini, Johari’nin Window’unu, Maslow’un teoremini. “Mezarlıkta türkü söyler gibi” öğrenciler içeride sessiz yatıyor, ben “valleys, valleys” (yaylalar, yaylalar) hasarsız çıkıyorum içeriden.



Memleketin Hali



Ben Türkiye’yi daha çok Quentin Tarantino filmlerine benzetiyorum. Adamın filmlerinde gözüne soka soka, öyle bir dehşet vardır ki ilk kafa koptuğunda şok olursun, sonra birinin kolu kopar, ürperirsin. Sonra ötekinin gözü çıktığında, bir için titrer. Sonra alışırsın; kopan bacaklardan koyu kanlar fışkırırken sen pipetten aynı renkteki colayı çekersin; kadın adamın parmaklarını kanlarıyla dilimlerken sen finger patates menünü ketçaba banarak yersin. Sonra filmin devamında alışır, daha kötüsü, daha fazlasını istersin. Ülkede olanlar korkunç değil, bizim alışmış olmamız korkunç. 1950’lerde Türk filmi gibi olan bir ülkeydik. Bak o filmlerde kim kötü kim iyi öyle bellidir ki. Şimdi belli değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğu belli değil. Kimin aslında iyilik, kimin kötülük yaptığını da anlayamazsın. Tarantino filmlerindeki gibi sürüyle uzun diyalog ve anlamsızlık var. Bir de ucunun nereye gideceği belli olmayan bir şiddet.

Bak yanına ben oturdum. Bildiğim için sana tıp ve ilaç dünyasının % 1’ini anlattım. Gözüm kapalı bir fili tarif edecek kadar bilgiliyim. Yanına oturan hemşerin gümrükçü olsaydı, gümrüklerdeki pisliği anlatacaktı. Milletvekili olsa devlet yönetimindeki, hâkim olsa hukuktaki, iş adamı olsa iş hayatındaki, sporcu olsa spordaki, subay olsa ordudaki, öğretmen olsa eğitimdeki, gazeteci olsa basındakini... Sen hepsini böyle gözlerin fal taşı gibi dinleyecektin.

– Ya baba, bütün gün “Semra Hanım’ı; yok penaltıydı, değildi diyen adamları; şunla şu boşandı mı?”yı dinliyoruz bunlardan niye haberimiz yok?



Friday, October 17, 2014

Süperman Türk Olsaydı


Anadolu'nun bir köyüne ilk meyve ağacı 1960'larda dikilmiş, köy yüzlerce yıllık ama kimse uğraşıp didinip de bir meyve ağacı dikmemiş.

Köyün adı Sivrialan, Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı.

Ağacı dikense Âşık Veysel!

Binlerce adam yaşamış, göçmüş o köyden.

İlk meyve ağacını dikenin gözleri görmüyor.

Sizce kimin gözleri görmüyor?

Eğer bulunduğunuz ülkeye, iş yerine, etrafınızdaki insanlara gram katkınız olmuyorsa "Acaba benim gözler görüyor mu?" diye sorun kendinize.

***

Bugün Güneydoğu'da büyük bir ilde 14.000 öğretmen var, 7.000'i ayrılıkçılık tohumları atıyor. Geriye kalan 7.000'inin 6.500'ü de "Bitse de gitsek" diye durumu idare ediyor. 500 kadar, memur zihniyetine girmemiş, yurdunu seven genç öğretmen de, bu vatanın güzelliğini, hoşgörüsünü, insanının temizliğini anlatıp bu çocukları terör örgütünün tuzağına düşmekten kurtarmaya çalışıyor. "Nereden biliyorsun?" derseniz, valisi anlattı, oradan biliyorum.

O beş yüz gençle sakın övünmeyin çünkü onları sistem yetiştirmedi, sağlam birer anne-babaları vardı, bir de belki koca bir eğitim sisteminin içinde karşılaştıkları iki idealist öğretmen.

Öğretmen dediğin nasıl olur biliyor musun?

Bir ana haber bülteninde görmüştüm. Güneydoğu'nun bir köyünde bir öğretmen, şivesinden belli ki kendisi de Güneydoğulu, güler yüzlü bir genç. Hiç çekinmeden anlatıyor:

"Müfredat, müfredat derken baktım çocuklar sıkılıyor. Ne yapayım da bu çocuklara okulu sevdireyim diye düşündüm. En iyisi gerçek hayata çocuklarımı alıştırmalı, dedim. Bir gün fark ettim ki öğrencilerimin çoğu çilek görmemiş, yememiş. Bursa'daki bir tarım şirketine yazı yazdım, durumu anlattım. Hiç ücret almadan bana birçok çilek fidesi yolladılar. Tabiat Bilgisi dersini sınıfta yapmak yerine çıktık dışarı, okulun bahçesinin dip taraflarını çapalayıp çilek diktik. Sonra gittik her çocuğun evinin bahçesine bir fide çilek diktik, çocuklar da ailesine "çilek nasıl yetiştirilir, nasıl çoğaltılır" diye eğitim verdi. İki yılda köyün her yeri çilek oldu, herkes çileğe doydu. En güzeli, şehrin pazarında satıp gelir elde eden çok aile var. Bana da hep dua ederler.”
Böyle olur öğretmen dediğin.

Böyle olur girişimci dediğin.

"Çalışsam da aynı maaş, çalışmasam da" deyip okuldan kaçan adamdan öğretmen olmaz.

***
1961 yılında askerden dönen genç Firuz babasına der ki:

"Baba askerde gördüm, bisküvi çok satılıyor. Biz un fabrikasını bisküvi fabrikasına çevirelim, geleceği parlak bu işin!"

"Tamam" der baba. Firuz Kanatlı gider, fabrikanın adını Eti olarak tescil ettirir 1961'de. O dönem ve öncesinde nice un fabrikası sahibi askerliğini yaptı ve nasıl bisküvi satıldığını gördü, ama genç Firuz adımı atabildi.

***

Bu ülkede üç şey bir araya gelmedi.

Politika, dürüstlük ve akıl.


Adam hem politikacı hem akıllıysa, dürüst kalmadı.


Politikacı ve dürüstse, akıllı kabul edilmedi.


***

1930-1950 yılları arası, Kayseri'de nüfus 80.000 iken 10.000 Ermeni vatandaşımız yaşamaktaydı. Ramazanda hiçbiri dışarıda bir şey yemez ve Müslüman gibi yaşarlar, Ramazan Bayramı'nda da karşılıklı ziyarete giderlerdi. Çocuklar Türk-Ermeni ayırt etmeden el öper, bahşiş alırlardı. Sorun Kayseri'nin eskilerine, Anadolu'nun eskilerine, anlatsınlar.

Balkan Savaşı döneminde Yunanistan'dan, Girit'ten kaçıp Türkiye'ye gelen Türklerin çoğu, yolda çeteciler çalmasın diye, altınlarını komşularına bıraktılar ve geri gidip alamadılar. Otuz yıl sonra bile Yunanlı kalktı, geldi, buldu komşusunu Türkiye'de, verdi parayı, sarılıp ağlaştılar.

***

Hakkâri Lisesi son sınıftan her sene 50-60 öğrenci okulu bitiriyor ve PKK'ye katılıyor. Sen onu lisede eğitmiyorsun, sonra dağa vurmaya gidiyorsun.

Ben gittim Mardin'e, Urfa'ya, Batman'a... Eğitimler verdim; okullarda, Çocuk Esirgeme Kurumları'nda... O kadar bilgiye muhtaçlar ve öğrenmeye o kadar istekliler ki anlatamam. Ama onlara yurt sevgisi kazandıracak adamlar, Ankara'da yönetmelikle, müfredatla, dershanelerdeki kapı genişliğiyle uğraşıyorlar, kemerleri göbeklerinin üstünde.