Showing posts with label Hayatu's Sahabe. Show all posts
Showing posts with label Hayatu's Sahabe. Show all posts

Friday, September 28, 2018

Hazreti Ömer’in Vali Ataması İle İlgili Oldukça İlginç Bir Mektubu

Image result for hayatus sahabe


Hârise b. Mudarrib anlatıyor: Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bize şu mektubu yazmıştı:

“Size Ammar b. Yâsir’i vali, Abdullah b. Mesud’u da muallim ve yardımcı olarak gönderdim. İkisi de Resûlü Ekrem’in seçkin ashâbından ve Bedir Harbi’ne katılanlardandır. Dininizi onlardan öğreniniz ve onlara uyunuz. Ben Abdullah b. Mesud’u göndermekle, gerçekten sizi kendi nefsime tercih ettim. Osman b. Huneyf’i de Irak’ın kasaba ve köylerine gönderdim. Ücret olarak, kendilerine her gün için bir koyun takdir ettim. Koyunun yarısı ile içindeki sakatat Ammar b. Yâsir’indir; diğer yarısı da üçü arasında bölüştürülecektir.

Saturday, September 15, 2018

Cesur Kadın Sahabe


Abbâd anlatıyor: “Safiyye (radıyallahu anhâ), Peygamberimizin şâiri Hassan b. Sâbit’in kalesine sığındıkları anda başlarından geçen bir hadiseyi şöyle nakletmiştir:

“Hassan, biz kadınların ve çocukların yanındaydı. Yahudilerden biri, kalenin çevresinde dolaşmaya başlamıştı. O sırada Kureyzaoğulları Yahudileri de, Allah Resûlü’ne karşı harp açmış, Resûlullah ile olan irtibatlarını kesmişlerdi. Bu nedenle bize saldırdıkları takdirde, bizleri savunacak kimse yoktu. Resûlü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Müslümanlar da düşmanlarıyla göğüs göğüse çarpışmakta idiler ve onları bırakıp da yanımıza gelmeleri, o an için mümkün değildi. Derken, birisi yanımıza çıkageldi. Dedim ki: “Bak Hassân, gördüğün gibi, şu Yahudi kalenin çevresinde dolaşıyor. Vallahi o, bizim durumumuzu öğrendiğinde gidip Yahudilere söylemeyeceğinden emin değilim. Resûlullah ile ashâbı düşmanla meşguller, haydi aşağı iniver de onu öldür.” dedim. Hassan: “Allah iyiliğini versin Abdulmuttalib kızı! Vallahi sen bu işi benden daha iyi becerirsin, benim elimden gelmez.” dedi.

O böyle söyleyince hemen belimi bağladım, elime de bir mertek aldım, kaleden aşağı indim, merteği adama vurup adamı öldürdüm; işimi bitirince de kaleye döndüm. Hassân’a: “Hassân, aşağıya iniver de adamın eşyalarını al. Erkek olduğu için ben almadım.” dedim. Hassân: “Abdulmuttalib kızı, benim onun elbiselerine ihtiyacım yoktur ki!” cevabını verdi.

Wednesday, July 18, 2018

Hendek Savaşı


“Hazreti Huzeyfe’nin (radıyallahu anh) yeğeni Abdülazîz anlatıyor: Amcam Huzeyfe (radıyallahu anh) Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile katıldığı savaşlardan bahsederken mecliste bulunanlar: “Vallahi biz o savaşlarda bulunsaydık, kesinlikle şöyle şöyle yapardık!” dediler. Hazreti Huzeyfe: “Böyle düşünmeyiniz! Vallahi Hendek Harbi’nin olduğu günün gecesindeki durumumuzu çok iyi hatırlıyorum: Saflar hâlinde oturmuştuk. Düşmanlarımız Ebû Süfyân ve beraberindekiler üst tarafımızda, Kureyza Yahudileri de alt tarafımızda yerlerini almışlardı. Aile efradımıza baskın yapacaklarından endişe ediyorduk. O güne kadar öyle bir zifiri karanlık ve fırtınalı bir gece yaşamamıştık. Fırtına, gök gürültüsü gibi uğultulu ses çıkarıyordu. O müthiş karanlıkta kendi parmaklarımızı dahi göremez haldeydik. Böyle bir ortamda münâfıklar Peygamberimizden “Evlerimiz açıktadır.” diyerek izin istemeye başladılar. Hâlbuki evleri açıkta falan değildi, aksine kaçmak için yalan uyduruyorlardı. Allah Resûlü izin talep eden münafıklara izin veriyor, onlar da peyderpey evlerine gidiyorlardı. Sayımız üç yüz dolaylarında idi. Derken Allah Resûlü, bizleri tek tek kontrol etmeye başladı. Eşimin bana verdiği ve dizlerimi geçmeyen yün giysiden başka, düşmana ve soğuğa karşı kendimi koruyacağım bir şeyim yoktu. Allah Resûlü yanıma geldiğinde, üşüdüğüm için dizüstü duruyordum. “Kimsin? Adın ne senin?” diye sordu. “Huzeyfe.” dedim. “Huzeyfe!” dedi. Ben elbisem kısa olduğu ve üşüdüğüm için yere çömelmiştim. “Buyurun Yâ Resûlallah!” dedim ve istemeyerek de olsa kalktım. Allah Resûlü: “Düşman hakkında çeşitli haberler geliyor, bana onlardan doğru bir haber getir!” buyurdu.

Askerler arasında en fazla korkan ve en çok üşüyen ben idim. Yola çıktım. Nebîler Nebîsi de benim için, “Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!” diyerek dua buyurdu. Vallahi onun bu duası üzerine, Rabbim içimde ne korku ne de soğuk bıraktı. Önceden hissettiklerim de kayboldu gitti. Artık ne korkuyor, ne de üşüyordum. Dönüp giderken Peygamber Efendimiz beni: “Huzeyfe! Dönüp Benim yanıma gelinceye kadar düşman içinde bir olay çıkarma!” diye uyardı.

Gittim, gizlice düşman karargâhına yaklaştım. Yanmakta olan ateşlerin aydınlığında, onları takip ettim. Baktım; esmer, iri yarı bir adam, ellerini ateşte ısıtıp böğrüne sürüyor ve “Geri dönelim, geri dönelim.” diyordu. Daha önce Ebû Süfyân’ı hiç görmemiştim. Yanan ateşin aydınlığında, o adama atmak için sadağımdan beyaz uçlu bir ok çıkardım ve yayıma yerleştirdim. Sonra Peygamberimizin “Dönüp yanıma gelmedikçe düşman içinde bir olay çıkarmayasın!” şeklindeki emrini hatırladım ve okumu tekrar sadağıma yerleştirdim. Sonra bana bir cesaret geldi, ordunun içine kadar girdim. En yakınımda Amiroğulları vardı. Birbirlerine: “Ey Amiroğulları, geri dönün, geri dönün, artık burada kalınmaz!” diyorlardı. Şiddetli rüzgâr onların ordularının bulunduğu alanda esiyor, bir karış bile onların sınırını geçmiyordu. Vallahi rüzgârın onların göçleri ve yatakları arasında savurduğu taşların seslerini duyuyordum. Sonra Allah Resûlüne gitmek üzere oradan ayrıldım. Yaklaşık olarak yolun yarısına geldiğimde, baktım; başları sarıklı, yirmi kadar süvari: “Arkadaşına haber ver, Allah ona yeterli yardımı gönderdi.” dedi. Peygamberimizin yanına vardığımda, Peygamber Efendimiz bir örtüye bürünmüş namaz kılıyordu. Allah’a kasem ederim ki, döner dönmez yine korkmaya, titremeye başladım. Allah Resûlü namazda iken eliyle bana işaret etti. Yaklaştım, örtüsünü üzerime örttü. Peygamberimizin âdeti idi: Mühim ve zorlu bir hadise ile karşılaştığında namaz kılardı. Kendisine düşman hakkında bilgi sundum, “Ben gelirken geri dönüyorlardı.” dedim.

Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: “Bu hadise ile ilgili olarak Cenâb-ı Hak şu mealdeki âyetleri indirdi:

“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı, bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptığınız her şeyi görüyordu. O vakit onlar hem üstünüzden hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti. Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız. İşte orada müminler çetin bir imtihana tâbi tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı. Hani münâfıklar ve kalplerinde şüphe hastalığı olanlar: “Allah ve Resûlünün bize zafer vadetmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!” diyorlardı. Bir kısmı: “Ey Yesribliler! Burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp evlerinize dönünüz!” diyordu. Onlardan bir başka bölük: “Evlerimiz açıkta ve korumasız durumda!” diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki gerçekte evleri tehlikeye maruz değildi, onlar sadece savaştan kaçmak istiyorlardı.” (Ahzâb, 33/9-13)”

Saturday, July 7, 2018

Peygamber Efendimizin, Kureyş’ten Gördüğü Eziyetler ve Bundan Dolayı Duyduğu Üzüntü


Hâris b. Hâris şöyle demiştir: Bir gün babama: “Bu kalabalık nedir?” diye sordum. “Kendilerinden olan, dininden dönmüş (sâbiî) adam var ya, işte onun başına toplanmışlar.” dedi.


Yanlarına vardığımızda baktım ki, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), insanları Allah’a ve ona iman etmeye çağırıyor. Onlar da, onun teklifine olumsuz karşılık veriyor ve ona eziyet ediyorlardı. Nihayet gün yarılandı, halk da başından dağıldı. Karşıdan telaşla geldiğinden boynu açılmış, elinde bir sürahi, bir de mendil bulunan bir kadın çıkageldi. Allah Resûlü sürahiyi aldı, su içti, abdest aldı, sonra başını kaldırdı ve: “Canım kızım, boynunu ört, baban için de sakın endişelenme!” dedi.


Biz: “Bu kadın kimdir?” diye sorduğumuzda, onun, kızı Zeynep olduğunu söylediler.”


Menbitü’l-Ezdi şöyle demiştir: “Cahiliye devrinde Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) gördüm, şöyle diyordu: “Ey insanlar, ‘Lâ ilâhe illâllah’ deyiniz ki kurtuluşa eresiniz!” Davet ettiklerinden kimi yüzüne tükürük atıyor, kimi üzerine toprak saçıyor, kimileri de ona hakaret ediyordu. Nihayet öğle vakti oldu. Karşıdan bir genç kız çıkageldi. Elinde su dolu büyükçe bir sürahi vardı. Allah Resûlü o suyla yüzünü ve ellerini yıkadıktan sonra şöyle buyurdu: “Kızcağızım, korkma! Babana ne bir suikast yapabilirler ne de onu zillet içinde bırakabilirler!” Ben: “Bu kız kimdir?” diye sordum. “O Allah Resûlünün kızı Zeyneb’dir.” dediler. Nur yüzlü, pırıl pırıl bir kızdı.


Urve b.Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor:


“İbnü’l-Âs’a sordum: “Müşriklerin Peygambere düşmanlıklarını gösterirken ona ettikleri en ağır hakaret ne idi, bana söyler misin?” dedim. Şöyle dedi:


“Bir gün Resûlü Ekrem Efendimiz Kâbe’nin Hicr kısmında namaz kılarken Ukbe b. Ebî Muayt çıkageldi. Elbisesini boynuna doladı ve onu var gücü ile boğmaya başladı. Derken Ebû Bekir geldi. Ukbe’nin omuzundan yakalayıp geri çekti ve: “Ne yani, bu adam Rabbim Allah dediği için onu öldürecek misiniz? Hâlbuki, o size Rabbinizden birtakım mucizeler getirdi. Bununla beraber, eğer o bir yalancı ise yalanı kendisine, doğru söyleyen biriyse o zaman hazır olun: Sizi tehdit edegeldiği azabın bir kısmı da olsa gelir, sizi çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan ve çok yalancı olan kimseleri muvaffak etmez” (Mümin, 40/28) âyetini okudu.”


“İbn Ebî Şeybe, Amr b. el-Âs’tan naklediyor: Ben, Kureyş’in Peygamberimizi öldürmek istediği tek bir gün biliyorum. O gün de şöyle olmuştu: Kureyş’in eşrafı toplanmış, Kâbe’nin gölgesinde oturmuşlardı. Allah Resûlü de Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Ukbe b. Ebî Muayt kalktı, yeleğini Peygamberimizin boynuna dolayarak çekmeye başladı. Resûlullah, iki dizi üzerine düştü. Halk öldüğünü sanarak bağrışmaya başladı. Ebû Bekir, karşı yönden koşarak geldi. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) arka tarafından, kollarından tutarak kaldırdı. Kaldırırken şöyle diyordu: ‘Rabbim Allah’tır!’ dediği için adamı öldürecek misiniz?


Oradakiler Allah Resûlünün yanından uzaklaşınca, Allah Resûlü namazını kılmaya devam etti. Namazını bitirince, Kâbe’nin gölgesinde oturan Kureyşlilerin yanlarına uğradı ve:


“Ey Kureyş topluluğu! Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki -eliyle boğazına işaret ederek- size boğazlanmanız için gönderildim!” dedi. Allah Resûlünün bu sözü onlara çok ağır geldi. Ebû Cehil:


“Sen cahil ve kaba bir adam değildin!” diyerek Peygamberimizi yadırgayınca, Allah Resûlü celallendi ve: “Sen de onlardan (yani ölecek olanlardan) birisin!” buyurdu.”


Urve b. Zübeyr anlatıyor: Abdullah b. Amr’a (radıyallahu anh) dedim ki: “Kureyş’in Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı düşmanlık izhâr ettikleri dönemlerde gördüğün en dayanılmaz hareketler nelerdi?” Bana şöyle anlattı:


“Bir gün, Kureyş’in eşrafı Kâbe’deki Hicr’de toplanmışlardı. Yanlarına vardığımda: “Bu adama karşı gösterdiğimiz sabrı, kimseye göstermedik. Bizi beyinsizlikle itham etti, atalarımıza sövdü, dinimizi ayıpladı, birlik ve bütünlüğümüzü parçaladı, tanrılarımıza küfretti. Çok büyük ithamlarına katlandık.” gibi sözler söylediler. Onlar böyle konuşurlarken Allah Resûlü uzaktan göründü. Karşı yönden yürüyerek geliyordu. Rüknün karşısında durdu. Kâbe’yi tavaf ederken onların yanlarından geçti. Geçerken Kureyşliler söylediklerinden ötürü, kendisiyle alay ederek göz kırptılar. Nebîler Nebîsi’nin (aleyhisselâm) bundan alındığını yüzünden anladım, ikinci defa yanlarından geçtiğinde yine göz kırptılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):


“Ey Kureyş topluluğu! Dinliyor musunuz? Muhammed’in ruhu elinde olan Allah’a yemin ederim ki vallahi ben size boğazlanmanız için geldim.” buyurdu.


Efendimizin bu sözleri, oradakilere çok dokundu. Herkes, başına kuş konmuş gibi donakaldı. Allah Resûlü, bu sözleri söylemeden önce ona karşı en ağır eziyetin yapılmasını öğütleyenler, şimdi Resûlullah’ı teskin için akıllarına gelebilen en güzel sözleri söylüyor, şöyle diyorlardı: “Yâ Eba’l-Kâsım, git, selâmetle git! Vallahi sen böyle sert ve kaba konuşan biri değildin! Ne oldu sana böyle!” Allah Resûlü de oradan ayrıldı ve gitti.


Ertesi gün yine toplandılar, ben de yanlarındaydım. Birbirlerine: “Sizin ona, onun da size yaptığını biliyorsunuz. Hoşunuza gitmeyen bir cevap verdiği hâlde, ona hiçbir tepki göstermediniz!” dediler.


Onlar bu şekilde konuşurlarken Allah Resûlü yine çıkageldi. Hepsi birden, onun üzerine yürüyüp etrafını kuşattılar ve: “Demek sen bizim ilâhlarımızı ayıplıyor, dinimizi kötülüyorsun, öyle mi?” dediler.


Allah Resûlü: “Evet, bunları ben söylüyorum.” buyurdu. Bunun üzerine içlerinden biri, Hazreti Muhammed Mustafa’yı (sallallahu aleyhi ve sellem) elbisesinden yakaladı. Hazreti Ebû Bekir, adamın önüne geçti ve ağlayarak: “Rabbim Allah dediği için adamı öldürecek misiniz?” dedi. “Bunun üzerine Resûlullah’ın yanından ayrıldılar. İşte Kureyş’in, Allah Resûlüne yaptıklarını gördüğüm en ağır işkencesi bu olmuştur.”


Yine Hazreti Ebû Bekir’in kızı Esma’ya: “Senin gördüğün kadarıyla müşriklerin Peygamber Efendimize yaptıkları eziyetlerin en ağırı nasıldı?” diye sorulunca şunları anlatmıştır:


“Müşrikler bir gün Kâbe’de oturmuş; Peygamber Efendimizin, taptıkları tanrıları hakkında söylediği şeyleri birbirleriyle müzakere ediyorlardı. O sırada Allah Resûlü çıkageldi, hepsi birden onun üzerine doğru ayaklandılar. Ebû Bekir bir ses duydu. Bu ses “Çabuk arkadaşına yetiş!” diyordu. Babamın saçları dört örgülü idi. Saçlarını düzeltmeden hemen yanımızdan çıktı. Şöyle diyordu o esnada: “Yazık size! Rabbim Allah diyor diyen bir adamı öldürecek misiniz?”


Bu sefer, müşrikler Resûlü Ekrem’i bırakıp Ebû Bekir’in üzerine yürüdüler. Sonra Ebû Bekir eve döndüğünde, elini attığı her saç örgüsü elinde kalıyordu. Kendisi şöyle söylüyordu: “Ey celâl ve ikram sahibi Rabbim! Sen ne kadar yücesin!”


Enes b. Mâlik (radıyallahu anh) ise şöyle demiştir: “Bir defasında müşrikler Peygamberimizi öyle dövmüşlerdi ki Efendimiz baygın düşmüştü. Ebû Bekir kalkıyor ve şöyle bağırıyordu: “Yazık size! Rabbim Allah diyor diye adamı öldürecek misiniz?” Müşrikler “Bu adam da kim?” diye soruyorlardı. Onlar, “Şu Ebû Bekir denen mecnun!” cevabını veriyorlardı.”