Showing posts with label dikta rejimi. Show all posts
Showing posts with label dikta rejimi. Show all posts
Saturday, February 23, 2019
Biz
“Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın.”
**
“İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler bile var.
İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım dakikada çözeceği bu ahlâki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlâk kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem bile akıl edememiş).
**
“Yani işte ben orada, herkesle bir adım ama hepsinden ayrıydım. Bahsettiğim heyecanlı olayın etkisiyle, eski trenlerin üzerinden geçtiği demir köprüler misali hâlâ titriyorum. Kendimi duyumsuyorum. Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır.”
**
“Ne kadar önceydi? Okul yıllarımda... √ — 1 ilk o zaman başıma gelmişti. Öylesine açık; kafama kazınmış gibi. Parlak, küresel dinleme salonunu, yüzlerce yuvarlak oğlan başını ve matematik öğretmenimiz Pliapa'yı hatırlıyorum. Pliapa lakabını biz takmıştık. Çoktan eskimişti, dökülüyordu ve görevli ne zaman fişini taksa hoparlörden önce "Pliapliapliatşşşşş" gibi bir ses çıkıyor ve dersi ancak bundan sonra dinleyebiliyorduk. Bir gün Pliapa bize irrasyonel sayıları anlattı: nasıl ağladığımı, sıramı yumruklayıp, "√ — 1'i istemiyorum! Alın benden √ — 1'i!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. O irrasyonel kök yabancı, tuhaf ve ürkütücü bir şey gibi gelmişti: içimi kemiriyordu; etkisizleştiremiyor veya anlamlandıramıyordunuz çünkü tümüyle oran dışıydı.”
**
“DDS sınırının üzerinde çalışan bir makine gibiyim: Rulmanlar aşırı ısınıyor; bir dakika daha devam ederse metal erimeye ve damlatmaya başlayacak ve her şey sona erecek. Çabucak üzerime soğuk su − mantık − dökülmeli. Kovalarla döküyorum ama mantık sıcak rulmanlar üzerinde tıslayarak buharlaşıyor.
E, limitini hesaba katmadan bir fonksiyon kurulamayacağı açık tabii. Ve dün hissettiğimin, şu salak "evrenin içinde çözülmenin" limitine götürüldüğünde ölüme çıkacağı da açık. Çünkü ölüm tam budur: kendimin evren içinde mümkün tam çözülmesi. Haliyle, aşk için A, ölüm için Ö kullanırsak, A = f(Ö), yani aşk ve ölüm...”
Saturday, February 9, 2019
Diktatör Edebiyatı
Can Bahadır Yüce - Kronos
Modern çağın diktatörleri milyonlarca insanı mezara gönderirken sayısız ağacın da katili oldular: Yazdıkları yavan, sıkıcı, tuğla gibi kitaplar yıllar boyu baskı üstüne baskı yaptı.
Lenin’in 55 ciltlik toplu yapıtlarından Mao’nun “İncil’den sonra en çok basılan kitap” diye bilinen Küçük Kırmızı Kitap’ına, diktatörlerin elinden çıkmış metinler “diktatör edebiyatı” (dic-lit) başlığı altında değerlendiriliyor.
“Diktatör edebiyatı” yetersiz ve zorlama bir terim gibi görünse de adlandırmayı ikna edici bulan, üzerine kafa yoranlar var. Bunun son örneği, Daniel Kalder yeni kitabında* şu soruya yanıt arıyor: Diktatörler niçin kitap yazar?
Kalder için kıvılcımı diktatör edebiyatının en kof kitaplarından biri çakmış: Türkmenbaşı Saparmurat Niyazov’un ölümünden sonra dev bir Ruhname her gece farklı bir sayfası açık kalacak biçimde sergilenince, yazar tiranların kaleme aldığı metinleri incelemeye karar vermiş. (Ruhname o kadar kötü yazılmış ki Kalder’ın kitabı bitirmesi üç yıl sürmüş.)
Diktatörlerin kitap takıntısının ardında gerçekten ne var? ‘İcraat’larının kalıcılığından hep kuşku duyduklarını düşünürsek, her şeye rağmen kalıcı bir eser bırakma arzusu olabilir. Belli ki toplumları denetim altına almak diktatörlere yetmemiş, insan ruhunu da (Stalin yazarları “insan ruhunun mühendisleri” diye tanımlamıştı) kontrol etmek istemişler.
Diktatörlerin yazma merakı bize aslında yazının güçle ilişkisi hakkında çok şey söyleyebilir (Kalder konuya pek girmiyor). Belli ki despotlar yaşamdaki iktidarlarını yazıya da taşımaya hevesliydiler. 1960’larda Kızıl Muhafızlar “en çok Başkan Mao’nun kitaplarını severim” flamaları taşımak zorundaydı.
Yirminci yüzyıl diktatörleri “tumturaklı, savruk, içi boş, muğlak, aptalca, hatta rezil” kitaplarını yazarken kupkuru bir dil kullandılar, çünkü o dil gerçeği eğip bükmeye daha elverişliydi. (Bürokratik resmi dilin otoriterliğe zemin hazırladığına ilk dikkati çeken galiba Orwell’dir.)
Okudukları kitaplar diktatörleri, diktatörler dünyayı (kitapları değilse de yaptıklarıyla) şekillendirdi. Örneğin Ne Yapmalı, Lenin’in yaşamını değiştirmişti—Çernişevski’nin didaktik romanını okuduktan sonra Lenin yazılı metnin de bir “savaş alanı” olduğuna inandı. Stalin ise henüz liderinin yapıtıyla tanışmadan önce Hugo’nun devrim romanı Doksan Üç’ün tutkunuydu.
Evet, kitaplar tehlikelidir. Bazen de kitaplar hiçbir şeyi değiştirmiyor—öldüğünde 16 bin kitabı olan Hitler 35 yaşında temel yazım kurallarını bile öğrenememişti. Belki yazının ironisi: Tutarsız bir laf salatası olsa da Kavgam bugün hâlâ okunan tek diktatör kitabı. Oysa yazdıkları kimi zaman “okunabilir” olan diktatör Mussolini’ymiş—ola ki gazetecilik tezgâhından geçtiği için hiç değilse etkili cümle kurmayı öğrenmiştir.
Kalder’e göre ana beşlinin (Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler, Mao) yazdıkları “diktatör kanonu”nu, gerçek cehennem kütüphanesini oluşturuyor. Ötekilerin, yazarın deyişiyle “küçük şeytanlar”ın yazdıkları ise önemsiz kitaplar. Franco’nun fantezilerinden Çavuşesku’nun Temmuz Kuramı’na, Saddam’ın gülünç tarihi romanlarından Kaddafi’nin o berbat Yeşil Kitap’ına kadar diktatörlerin yazdıkları kendileriyle birlikte tarihinin çöplüğüne gitti. Tozlanmış raflardaki diktatör sözleri bugün yalnızca ibret ve ürperti uyandırıyor.
Elbette kitapların hepsi ‘kuram’ metni değil ama Kalder sanki şunu demeye de getiriyor: Modern zamanlarda diktatör olmanın bir koşulu kitap yazmaktır. (Kafamızı daha önce de kurcalamış bir soru: Cahil diktatör olur mu?)
Daniel Kalder’ın kitabı beklentiyi karşılamasa da ilginç ve ürkütücü bir dünyaya kapı aralıyor. Bizim yerimize diktatörlerin kitaplarını okuduğu için yazara teşekkür etmeliyiz. Çünkü diktatörlerin ve diktatör bozuntularının yeterince tatsızlaştırdığı hayatlarımız bir de onların kitaplarını okumak için çok kısa.
Tuesday, December 4, 2018
Thomas More
Aziz Kamil Can, tr724
Ütopya’nın yazarı Thomas More’un (1478-1535) hayatına baktığımızda, Rönesans öncesi İngiltere’de yaşananlarla günümüz Türkiye’sinde yaşananların çok da farklı olmadığını görüyoruz.
Thomas More, 23 yaşında girmiş olduğu barodaki konuşmalarla herkesin dikkatini çekmişti. 25 yaşındayken parlamentoya giren More, VII. Henry’nin iplerini elinde tuttuğu diğer parlamenterlere benzemeyecekti. VII. Henry’nin, kızını evlendirmek bahanesiyle koymaya kalktığı ek vergi, More’un yaptığı konuşma sonrasında engellenmiş oldu. VIII. Henry’nin tahta geçmesiyle de bu ünü nedeniyle yargıçlığa atandı.
Desiderius Erasmus (1466-1536), yazdığı bir mektubunda, “hiçbir yargıcın More kadar dürüst olmadığını, onun kadar davayı karara bağlamadığını ve de bu kadar doğru kararlar vermediğini” söylemiştir. Yargıçlığı sırasında kimse ona rüşvet vermeyi göze alamazdı, çünkü en yakınlarını bile kayırmadığını herkes bilirdi.
VII. Henry’nin büyük oğlu Arthur, çocuk denilecek yaşta İspanya Prensesi Aragonlu Catherine ile nikahlandırılmış, bir yıl içinde de ölmüştü. VIII.Henry adıyla tahta geçen kardeşi, siyasi nedenlerden ötürü ağabeyinin dul eşiyle evlendirildi. Ancak günün birinde Anne Boleyn’e tutuldu. Yengesiyle evlenmesinin dinsel yasalara aykırı düştüğü bahanesiyle, boşanarak Anne Boleyn ile evlenmeyi aklına koydu. Bilindiği gibi, Katoliklerin boşanmaları, ancak Papanın nikahı bozmasıyla gerçekleşebilirdi.
Karısından kurtulmaya karar veren VIII. Henry, boşanmasının dinsel yasalara sözde uygun olduğu konusunda Oxford, Cambridge, Paris, Bruges, Bolonya, Padua üniversitelerinden bir çeşit ferman kopardı. Bu “fetva”ları parlamentoda okuttu. Sonra, hem papalığa fena halde öfkelendiği, hem de Katolik Klisesi’nin mallarına göz koyduğu için, “Act Of Supremacy” denilen yasayı çıkardı.
Thomas More, bu gelişmeler üzerine sağlık durumunu bahane ederek zaten zorla kabul ettiği Lord Chancellor’luktan çekildi.
VIII. Henry, kendini Kilise’nin başı yapan özel yasayı üyelere baskı yaparak parlamentodan geçirmekle yetinmemiş, ülkenin ileri gelenlerinin bu yasaya boyun eğecekleri konusunda açıkça ant içmelerini istemişti. Böyle bir ant ise, Katolik olan, dolayısıyla papayı tüm Hristiyan dünyasının başı sayan Katolik Thomas More’un vicdanına aykırıydı. More bu konuda hiçbir açıklama yapmamış ve düşündüklerini kimseyle paylaşmadığına göre bir suç işlemiş olamazdı. Ancak onun İngiltere’deki etkisini bilen VIII. Henry onun sessiz kalmasını kabul edemiyor, kendisine destek vermeye zorluyordu. Nihayet bu emeli gerçekleşmeyince Thomas More uydurma bir suçlamayla sorguya alındı.
Kral’ı İngiliz Kilisesi’nin başı saymaya yanaşmadığı için, More’u iyice sindirecek bir yol tutmaktan başka çare kalmamıştı artık. More, 1534 yılının Mart ayında, yakın arkadaşı Piskopos Fisher ve başka Katolikler ile birlikte Londra Kulesi’ne kapatıldı. On beş ay yani ölünceye kadar da burada hapis yattı.
More çekildikten sonra, onun yerine Lord Chancellor olan ve beş yıl sonra tıpkı More gibi ölüm cezasına çarptırılan Thomas Cromwell, More’u sorguya çekmiş, Kral’ın merhametli olduğunu, istenileni yapması halinde Kral’ın kendisini hapisten çıkartacağını iletmişti.
More, bu öneriyi nasıl karşıladığını şöyle anlatır:
“Ant içip bu yasaya boyun eğenleri suçlamıyorum. Ama kendim aynı şeyi yaparsam, ruhumun sonsuza dek lanetleneceğine inanmaktayım… Bana tüm dünyayı bağışlasalar bile, dünya işlerine artık karışmayacağım… Artık aklım fikrim bu dünyadan kurtulmakta… Hiç kimseye kötülük etmiyorum, hiç kimse için kötü söylemiyorum, kötü düşünmüyorum herkesin iyiliğini istiyorum. Bir insanın yaşayabilmesi için bu yetmiyorsa yemin ederim ki yaşamakta gözüm yok… Onun için Kral, şu benim zavallı bedenime canının istediğini yapsın.”
Lord Chancellor’luktan çekildikten sonra, onun yoksul kalacağını bilen piskoposlar ve rahipler, Katolik Kilisesi’ni savunan yazılarını ödüllendirmek amacıyla 5000 İngiliz lirası toplamış, bunu More’a vermek istemişlerdi. Ama o, 16.yy’da büyük bir servet sayılan bu paranın meteliğine dokunmaya bile yanaşmamıştı. Oysa o sıralarda ailesi öylesine yoksuldu ki, odunları olmadığından Chelsea’deki evin bir tek odasında oturuyor ve bahçelerden topladıklarını yakarak ısınmaya çalışıyorlardı.
More, hapse girdiği ilk aylarda, Kral’ı İngiliz Kilisesi’nin başı yapan yasaya yemin etmeyi iki kez reddetti. İki ağzı da keskin bir kılıca benzetmişti bu yasayı: “İnsan buna evet derse, ruhunu; hayır derse bedenini yitirecekti.” More ise, ruhunu yok etmektense, bedenini yok etmeye çoktan razıydı. Sorguya çekilirken, “Anlayın bunu” demişti “her yurttaşın, her şeyden önce kendi vicdanına, kendi ruhuna saygı göstermesi gerekir.”
Bu sessiz direniş karşısında, More’u mahkeme önüne çıkarmaktan başka çare kalmamıştı artık. Thomas Cromwell’in elinde birer kukla olan yargıçlar, “Kralın Savcısı” Sir Richard Rich’i yalancı tanık olarak kullanmışlardı.
Roper’in anlattığına göre, Londra Kulesi’nde More’un kitapları bağlanıp götürülürken, Kral’ın resmi temsilcisi olan bu adam, More ile sözde dostça tartışmış, onu kandırmaya çalışmıştı. “Siz bilgili, akıllı bir adamsınız, ülkenin yasalarını da biliyorsunuz. Eğer parlamento beni kral ilan ederse, siz beni kral kabul eder misiniz?” diye sormuştu. More buna evet deyince, “Peki”demişti Rich, “ya parlamento beni papa ilan ederse, siz bunu kabul etmez misiniz?” More, bu soruya başka bir soruyla karşılık vermişti: “Tutalım ki, parlamento bir yasa çıkardı Tanrı Tanrı değildir diye. Siz Bay Rich, Tanrı’yı yok mu sayacaksınız o zaman?” Rich, böyle bir yasanın hiçbir parlamentodan geçmeyeceğini Söyleyince More, “Tanrı Tanrı değildir diyemeyen parlamento, Kral’ı da Hristiyan Kilisesi’nin başı yapamaz” demişti.
More‘un bu sözlerini gerçek amacından saptırıp bozarak anlatan bu yalancı tanığın yardımıyla yargıçlar, Thomas More’u ölüme götürecek olan yasal hileyi buldular. Onu, “kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca” davranmakla suçladılar. Jüri, sadece on beş dakika süren bir görüşmeden sonra More‘un suçlu olduğuna karar verince Başyargıç Audcley, onun ölüm cezasına çarptırıldığını bildirdi.
Sir Thomas More, ancak o zaman konuştu: “Beni mahkum etmeye karar verdiğinizi görüyorum. Onun için şimdi, vicdanıma uyarak, açıkça ve canımın istediği gibi konuşacağım”dedikten sonra, Kral’ın çıkardığı yasanın, Tanrı’nın da, Kilise’nin de yasalarına ters düştüğünü anlattı.
İngiltere’nin tüm parlamento üyelerinin, en dini bütün ve bilgili Katoliklerinin bu yasaya karşı koymadıkları ileri sürülmüştü. More gibi düşünenler, İngiltere’de azınlıktaydı belki. Ama More, Hristiyan dünyasını bir bütün olarak görüyordu ve vicdanını bir tek ülkenin verdiği karara bağlamak zorunda değildi. Tek başına Londra kenti, tüm İngiltere’de geçerli sayılabilecek bir yasa çıkaramayacağı gibi, İngiltere de yeryüzünde tüm Hristiyan ülkeleri adına bir yasa çıkaramazdı.
More bunları açıkladıktan sonra, kendisini yargılayanlara şunu da söyledi: “Sizler, Lord Hazretleri, yeryüzünde benim yargıçlarım olup beni ölüm cezasına çarptırdınız. Ama ben, gökyüzünde hepinizle sevinç içinde yeniden buluşabilmek için candan dua edeceğim yine de.”
Ölüm karşısındaki yiğitliğine, düşmanları bile hayran kalacaklardı. Bu düşmanlardan biri ve More’un çağdaşı olan tarihçi Edward Hall, More’un, “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez” dediğini aktarmış ve “Kellesi uçacağı sıradaki davranışı, bu söylediğine gerçekten inandığını kanıtlar” demişti.
Kimine göre bir bölümünü de Shakespeare’in kaleme aldığı Sir Thomas More oyununda, Katolik dini uğruna kendini kurban eden bir adamın, ölümünden yarım yüzyıl sonra, Protestanlığı artık tamamıyla benimsemiş bir ülkede böylesine yüceltilmesi, More’un büyük ününün kanıtıdır.
Ütopya’nın yeni bir çevirisini yapan Paul Turner’e göre More, söz ve düşünce özgürlüğünden yoksun bir İngiltere’de, düşüncenin bir suç sayılamayacağına inandığı için ölümü göze aldı.
More üstüne önemli bir kitap yazan R.W. Chambers’e göre ise, o yalnız Katolik Kilisesi’nin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna, yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü.
Zorba Kral ve More ilişkisi, sanırım günümüz Türkiye’sini çok iyi resmediyor. Hukuk ve adaletten ayrılmayacağı düşünülen binlerce hakimin, zorbanın savcıları ve kukla hakimleri tarafından yine meslektaşları olan yalancı tanıkların ifadeleriyle keyfi olarak suçlanıp cezaevlerine alınması; vicdan, inanç ve ifade özgürlüğünden taviz vermeyen yüzbinlerce insanın More hikayesinde olduğu gibi vatan haini ilan edilmesi ve kimisinin öldürülmesi, 500 yıl sonra da zorba anlayışın devam ettiğini gösteriyor.
Fakat o gün hain ilan edilen More, bugün hem Protestan hem Katolik ve hem de Hristiyanlık dışındaki dünyada takdir görürken, zorbalar da lanet uygulamaları ile anılıyorlar. Değer miydi birkaç yıllık saltanat için onca zulme.
(Kaynak: Thomas MORE, Ütopya, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Mine Urgan, İş Bankası Yayınları, 16.Basım).
Saturday, November 10, 2018
Baskıcı yönetimlerin “fıkhi temeli”
Geleneksel
fıkhımızın tarih içinde teşekkül eden hamulesiyle bugünkü sosyo-ekonomik
sorunlarımızı çözemeyeceğimiz gibi, esasında uzun yüzyıllardan beri herhangi
bir gelişme gösteremeyen kelam’la da bugünkü entelektüel sorunlarımıza cevap
bulamayız. Bunun sebeplerinden biri geleneksel fıkıh ve kelamın teşekkülünde
nassların yanlış kullanımının oynadığı rol kadar, daha fazlası, tarih görüşümüz
ve içtihatların teşekkül ettiği zamanın sosyo-politik şartların belirleyici
konumda rol oynamasıdır.
Fıkıh usulünün
belirli kurallarından biri, içtihadi bir meselenin mutlaka kaynağını nasstan
almasıdır. Bu doğrudur, fakat hukukun kaynakları arasında Sünnet sayıldığında
sahih olanı ile olmayanı dikkatlice birbirinden ayrılmadığında ve özellikle
sahabelerin içtihat ve tatbikatları “nass seviyesi”nde kullanıldığında önemli
problemler doğmaktadır. Kur’an ve Sahih Sünnet seviyesinde olmayan her metin
“nass” değil, ancak “dogma” hükmündedir. Yazık ki fıkıh külliyatımız “nasslar”
yanında çok sayıda “dogma”yı da bağlayıcı kaynaklar arasında saymış ve
içtihatlarda kullanmıştır.
Bugün İslam dünyasının neredeyse tamamında
baskı rejimleri, yolsuzluklar, gelir bölüşümünde adaletsizlikler, sosyal
çürüme, ahlaki yozlaşma vb. sorunlar hükmünü icra ediyorsa bunun sebeplerinden
birisi budur. Bu sebep bugüne devralıp ısrarla korumaya çalıştığımız öylesine
kuvvetli bir mirastan beslenmektedir ki, siyasetten sosyal hayatın hemen hemen
her alanına nüfuz etmiş bulunuyor.
Bugünden geçmişe baktığımızda Muaviye’nin bir
ihtilal ile yönetimi ele geçirdiğinden beri yönetimlerin meşru bir temele
dayanmadığını, politika üretir ve tatbik ederken İslam’ın belirgin hükümlerine
riayet etmediğini hepimiz söylüyoruz, ama kaynakları üzerinde yeterince kritik
yapmaya yanaşmıyoruz. Fıkıh kitaplarımızda yöneticilerin meşruiyeti ele
alınırken baş vurulan deliller bu konuda hayli açıklayıcıdır.
Bu yazıda bir örnek vereceğim. Vereceğim
örnek doğrudan yönetim ve siyaset felsefesiyle ilgilidir. Geleneksel
fakihlere göre devlet başkanlığı dört yolla sübut bulur:
1) Fıkıh bilenlerin, başka bir deyişle
ulemanın oluşturduğu Ehlü’l hal ve’l akd’in seçtiği kişi. Fakihler bunun şer’i dayanağını
Hz. Peygamber (s.a.)’in irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir’i halife seçen heyette
bulmaktadırlar.
2) Bir önceki halifenin kendisinden sonra bir
kişiyi devlet başkanlığına işaret etmesi. Bunun dayanağı Hz. Ebu Bekir’in
kendisinden sonra Hz. Ömer’i tavsiyesi etmesidir. Hatta bu bir “tavsiye” veya
bir “temenni”den çok, bağlayıcı bir “vasiyet” hükmünü taşır. Bir bakıma
“ta’yin”dir. Bazı fakihler bu modelden hareketle devlet başkanının kendi
çocuğunu veliaht tayin edebileceğini söylemişlerdir; örnek olarak Muaviye’nin
kendinden sonra Yezid’i veliaht olarak tayin etmesini delil göstermişlerdir
(Bkz. Abdülkadir Udeh, “Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk” Çev. Ali
Şafak, 1991-Ankara IV, 328.) Sanki sorun siyasi ve idari sistemi yapısal bir
çürümeye uğratacak kötü sıfatlara sahip Yezid değil, Muaviye’nin yasal ve mülk
üzerinde hak sahibi bir yetkili olarak oğlunu veliaht ilan etmesiyle
çözülmüştür.
3) Üçüncü modele göre halife, kendisinden
sonra iş başına gelecek olan kişiyi belirleme işini belli bir topluluğa
bırakabilir. Hz. Osman, kendisinden sonra halife olacak kişiyi altı kişilik bir
heyetin kararına bırakmıştı.
4) En dikkat çekici olanı halifenin silah/güç
kullanarak başa gelmesini “meşru” gören modeldir. Silah zoruyla -yani darbe
veya ihtilal yaparak- iş başına gelen teb’ayı kendine itaat etmeye zorlar, halk
ona itaat etmeyi kabullenir. Böylece güç kullanarak iş başına gelenin
halifeliği sübut bulmuş olur. Müslümanların zorbalıkla yönetimi ele geçiren ve
istibdatla yöneten halifeye biat ve itaat etmeleri vaciptir. Bu modelin
dayanağı Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın ona başkaldıran Abdullah bin
Zübeyr’i şehid edip hilafet makamına gelmesidir. Halk isteyerek veya
istemeyerek Mervan’ın oğluna biat etti, hükmü altında yaşamayı kabullendi.
Fakihler, bu dört yoldan biriyle devlet
başkanlığına gelen kişiye biat ve itaati vacip görmüş, ona karşı gelmeyi “bağy
fiili” saymışlardır. İlginçtir, “sahabe” olması hasebiyle Muaviye’nin Hz.
Ali’ye başkaldırması ve onbinlerce Müslümanın kanının dökülmesine yol açması
fiilini “bağy” kategorisine sokmamışlardır.
Fakihlerimiz başka model üzerinde durmamış,
mesela iktidarın şiddet kullanılmadan ve belli aralıklarla seçim yoluyla el
değiştirme yöntemi üzerinde imal-i fikr etmemişlerdir. Bu konu üzerinde
yeterince imal-ı fikr etmedikleri gibi tek kişinin veya bir hanedanın
yönetimini pekiştirici unsurları da fıkıh ve kelam kitaplarına geçirmişlerdir.
Şöyle ki:
1.
Fakihler, şu veya bu yolla seçilen halifenin
hayat boyu bu makamda kalabileceğine hükmetmişlerdir. Kayd-ı hayat tarihte ve
bugün İslam ülkelerinde son nefeslerine kadar iktidarı bırakmayan yöneticilerin
meşruiyet kaynağını oluşturur. Dini monarşiler ve diktatörlükler büyük ölçüde
bu mirastan beslenmektedirler.
2.
Kur’an ve Sünnet bakış açısından yönetim
teorisinin temelini teşkil eden “şura” fiilen geçersiz hale gelirken fakihler,
şura’yı halkın; tabii temsilcileri, kanaat önderleri ve itibar ettiği alimler
aracılığıyla karar mekanizmaları ve karar süreçleri üzerinde etkili olma
enstrümanı olarak tarif etmemiş, ücret ve ihsanlarla tutulan kişilerin
yöneticileri her karar ve icraatında tasdiklerinden ibaret görmüşlerdir.
3.
Hz. Ebu Bekir’den başlamak üzere iktidarın
kutsanması, ilahi meşruiyete dayandırılması cihetine gidilmiş. Hz. Ebu Bekir
kendisine “Allah’ın halifesi” diyenlere “Ben Allah’ın halifesi değilim,
Resulü’nün halifesiyim” demek suretiyle muhtemel bir teokrasinin önüne geçmişse
de, evini kuşatan isyancılara Hz. Osman ‘Bu cübbeyi bana Allah giydirdi, ancak
O çıkarır” demek suretiyle hilafeti ilahi/aşkın bir kaynağa dayandırmanın
kapısını aralamış, daha sonraları Emevi halifeleri kendilerine “Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi veya Allah’ın halifesi” ünvanını vermişlerdir. Fıkıh ve
Kelam kitaplarında yazık ki yeterince bu konu üzerinde durulmamış, zamanla Bizans
ve Sasani etkisinde halife ve sultanlar, şahlar ve padişahlar yönettikleri
memleketleri kendi mülkleri, teb’ayı da kulları saymışlardır.
4.
Diğer önemli ve belki de en vahim olanı,
Kur’an ve Sünnet yönetimin meşruiyetini, sebeb-i hikmetini adaletin tesisi,
başka bir deyişle hukuka riayeti şartına bağlarken, fakihler güvenliği,
toplumsal istikrarı esas alıp, yöneticinin hukukun dışına çıksa bile ona
itaatin gerektiğini açık-seçik savunmuşlardır. Sünni dört mezhebe ve Zeydilere
göre “imam facir ve fasık olsa bile ona karşı çıkmak haramdır.” Zahirilere göre
ise, zulmeden halifeye onun zulmünün misliyle veya daha hafifiyle karşı
çıkılıyorsa, yine de zalim halifenin yanında yer almak gerekir; çünkü
baştakinin kötülüğüne karşı mücadele edilirken daha büyük bir kötülüğün ortaya
çıkması muhtemeldir.
5.
Bununla da yetinmeyen fakihler “ta’zir” adı
altında devlet başkanına öylesine yetkiler tanımışlardır ki, Kur’an ve
Sünnet’in öngörmediği “ölüm cezaları”nı fıkha sokmuş, yöneticinin -yani
devletin- kendi gerekli gördüğü bazı suç fiillerine ölüm cezası verebileceğine
hükmetmişlerdir. Bazıları ise -Fatih Sultan Mehmed’in aldığı fetvada
zikredildiği üzere “ekser-i ulema”- Şer’i Hukuk yanında Cengiz töresinden
mülhem Örfi Hukuk icat etmiş, böylelikle devlet başkanına “Siyaseten katl”
yoluyla muhaliflerini kolayca ortadan kaldırmaya cevaz vermişlerdir.
Bağy, ta’zir, irtidat (dinden dönme) ve
siyaseten katl tarihimizde Hz. Ali’nin şehadetinden bu yana hükmünü sürdüren
istibdat ve zulüm yönetimlerinin “sözde meşruiyet” temelini oluşturmuştur.
Başka faktörler yanında bugün İslam dünyasının geneli baskı rejimleri altında
ise, baskıların beslendiği en önemli kaynaklardan biri bizim fıkıh ve kelam
kitaplarında karşılık bulan söz konusu tarihi mirastır. (8 Kasım 2018.)
Subscribe to:
Posts (Atom)