Showing posts with label Enver Paşa. Show all posts
Showing posts with label Enver Paşa. Show all posts

Saturday, September 2, 2017

Mustafa Kemal vs Liman von Sanders



Bugün birçok kişi Çanakkale Savaşı’nı Liman von Sanders’in değil de Mustafa Kemal’in yönettiğini sanıyor. Halbuki Mustafa Kemal, bu cephedeki onlarca ikincil komutandan biriydi. Bilindiği gibi savaş çıktığında Sofya’da ataşe olan Mustafa Kemal, savaşa katılmak için dilekçe yazmış ama Harbiye Nazırı Enver Paşa bu atamayı geciktirmişti. Mustafa Kemal’in atamasını Enver Paşa’nın İstanbul dışında olduğu sırada Harbiye Nezareti Müsteşarı ‘Topal’ İsmail Hakkı Paşa imzalamıştı.

25 Nisan’da kara harekâtı başladığında İtilaf Kuvvetleri Seddülbahir’e çıkartma yaparken, bölgeden sorumlu olan 9. Tümen Kumandanı Halil Sami, 19. Tümen’den bir tabur yardım istemişti. Mustafa Kemal bu talebe uymadı ve başka bir planı uygulamaya koydu. Bu sayede, tümeni 19 Mayıs’a kadarki dönemde önemli başarılara imza attı. Emirlere karşı gelmesi ordu içinde rahatsızlık yarattı, ancak Liman von Sanders kendisine sahip çıkarak, miralay (albay) rütbesiyle daha üst bir göreve atadı. Mustafa Kemal, 9-10 Ağustos’ta Grup Komutanı sıfatıyla Anafartalar Harekâtı (Müdafaası) sırasında yeteneklerini bir kez daha gösterdi.

Mehmed Emin (Yurdakul) 15 Eylül 1915’te yazdığı “Ordunun Destanı” adlı manzum eserinde

“Ey bugüne şahit olan Sarphisarlar
Ey kahraman Mehmet Çavuş Siperleri
Ey Mustafa Kemal’lerin aziz yeri
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yerler”

diyerek ilk işareti vermişti ama örneğin 1919 tarihli Erzurum Kongresi’ne geldiğinde herkes ‘Hamidiye Kahramanı’ Rauf Orbay’ı tanımakta ama Mustafa Kemal’i tanımamaktaydı.

Mustafa Kemal’in ‘Anafartalar Kahramanı’ olarak adlandırılması, asıl yakın dostu Ruşen Eşref (Ünaydın)’ın kendisiyle cephede yaptığı mülakatın 1930’da “Anafartalar Mülakatı” adıyla yayımlanmasından sonra olacaktı.
Ruşen Eşref, Haşan Ali Yücel’e yazdığı bir mektupta, Enver Paşa’nm Çanakkale Heyeti üyesi olarak gittiği Anafartalar’da yaptığı mülakatın ilk kez Yeni Mecmua’nın bu sayısında yayımlandığını ancak Enver Paşa’nın sansürü yüzünden toplatılan derginin daha sonra Liman von Sanders’in gayretleriyle yeniden basıldığını söyler.

1930’lara gelindiğinde bu yazı da, Liman von Sanders’in yardımcıları Vehip, Esat ve Cevad paşalar veya Mustafa Kemal’in 19. Tümenine bağlı 57. Alay komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey ile 27. Alay komutanı Yarbay Şefik Bey gibi diğer kahramanlar çoktan unutulmuştur.

Yine bilinen hikâyedir. Enver Paşa cepheyi ziyaret ettiğinde Anafartalar Grubu’na uğramamış, Mustafa Kemal de kızıp istifasını vermişti. Ancak Sanders, istifayı kabul etmediği gibi, Enver Paşa’dan bir yazı ile Mustafa Kemal’in gönlünü almasını istemişti. Bu ilginçtir, çünkü Mustafa Kemal bir süre önce Enver Paşa’ya bir mektup yazarak “ordunun Almanlara teslim edilmesinin sakıncalarından” söz etmiş, Liman von Sanders’e fazla güvenil- memesini istemişti. Anlaşılan Sanders’in Mustafa Kemal’in kendisi hakkındaki düşüncelerinden haberi yoktu, ya da iyi bir asker olarak olayı kişiselleştirmemişti. Ancak Mustafa Kemal bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrıldı.

 

Saturday, August 26, 2017

Göre Göre Sarıkamış Faciası

Bütün olumsuzluklara rağmen 9-18 Kasım 1914’te 3. Ordu, Rusları Köprüköy’de durdurdu. Ama Kumandan Haşan İzzet Paşa, askerin giyim ve iaşesinin yetersizliğini ve kış şartlarını düşünerek çekilen Rusların peşine düşmedi. Enver Paşa 25 Kasım 1914 tarihinde durumu yerinde tetkik etmesi için Harbiye’den sınıf arkadaşı Yarbay Hafız Hakkı’yı cepheye gönderdi.

**
Vücudu cephede, aklı karısında olan Enver Paşa, 16 Aralık’ta Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi ve hocası Hasan İzzet Paşa’ya şöyle bağırdı:

“Hatalı davrandınız, başarılı olamadınız! Rus Ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus Ordusu’nu yok edeceksiniz!”

Yaşlı asker cesaretle cevap verdi:

“Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında bir harekât faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz!”

Enver öfkeyle haykırdı:

“Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”
**
22 Aralık günü, 3. Ordu’ya bağlı 9, 10, 11. Kolordular harekâta başladı. Zemheri denilen kışın en soğuk günleriydi. Kar kalınlığı bazı yerlerde bir metreyi geçiyordu. Sıfırın altında 39 derecelik soğuklar, düşmandan daha tehlikeliydi. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donmaya, ayakları mengene gibi sıkmaya başlıyordu. Adım atmak neredeyse imkânsızdı. Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafile. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.24 Aralık’ta Beyköy’le Kuruköy’e ulaşmayı sadece 3.200 kişi başarmıştı. “Onları teslim alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı” diye yazdı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç raporuna. Ama Enver Paşa inadından dönmedi. Acımasız emrini verdi: “Geri adım atanı üstü vuracaktır!” Ardından örnek olması için 40-50 kişi kurşuna dizildi. Daha sonraki infazlar zaten az olan kurşunların ziyan olmaması için iple yapılacaktı. Ağaçlarda donmuş insan cesetleri sallanıyordu.30 Aralık’ta Enver Paşa, yatağında donmuş ayaklarıyla yatan yaveri Kazım Bey’e kayıtsız ifadelerle bakıyordu. Bu arada 29. Tümen Kumandanı Albay Arif Bey’i “emirleri dinlemedi” diye kurşuna dizmeye kalktı.

**


1 Ocak 1915 günü Albay Hafız Hakkı Paşa başkumandan vekiline itiraf etti: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu.” Her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a doğru yola çıktı. Enver’i götüren kızak, yolda bir Rus karakol birliği ile karşılaştı ancak Rus askerleri kendisini tanımadıkları için kurtuldu. 4 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi ve Sarıkamış Harekâtı sona erdi. Paşa durumu şu Fransızca sözlerle tanımlamıştı: “Şeref hariç, her şey bitti!” Bir yandan cepheden firar hazırlıkları yapan Enver Paşa ise 8 Ocak’ta Harbiye Nezareti’ne “Ruslara karşı başlamış olan harekât Rus ordusunun kat’i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına meydan verdi” diye yazmayı ihmal etmemişti.

10 Ocak 1915’te önce Erzurum’a, oradan da otomobille Refahiye-Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaşan Enver Paşa, ilk iş olarak cepheden her gün en az bir, bazen iki mektup yazdığı karısı Naciye Sultan’a sarılmış, ardından da Cercle d’Orient Kulübü’nde verilen ziyafete katılmıştı. İstanbul gazetelerinde Genel Karargâh’ın zafer bildirisi yayımlanmıştı: “Ordumuz Sarıkamış’a dek ilerleyerek kesin başarı kazanmıştır.” O günlerde kendisine, 3. Ordu mıntıkasında yaklaşık 600 bin civarında askerin ‘zayi olduğunu’ söyleyen Harbiye Nezareti’nin Ordu İkmal Dairesi Müdür vekili Miralay Behiç (Erkin) Bey’e şöyle demişti: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”

**
Enver Paşa bunları söylerken, Hafız Hakkı Paşa, Erzurum’da tifüsten son nefesini verirken, Rusların esir aldığı on binlerce Osmanlı askeri Hazar Denizi’ndeki kıraç ve susuz Nargin (Nergis) Adası’nda, merkezî Rusya’daki Varnavino, Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına doğru götürülüyorlardı.

24 Nisan 1915 günü, yabancı basından ve kaçan esirlerden Sarıkamış faciasının aslını öğrenen halkı yatıştırmak için gazetelerde Ermenilerin düşmanla ittifak yapıp orduyu arkadan vurduğuna dair yazılar boy göstermişti. Bu konuda başı çeken Harb Mecmuası'nı çıkaran Albay Seyfı’nin de içinde bulunduğu gizli komite bir karar aldı ve İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden oluşan 235 kişilik ilk kafile Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Bu kişilerin çoğundan bir daha haber alınamadı.

**
Ancak halk bunları hiç bilmedi. Sadece askere gönderdikleri evlatlarından uzun süredir haber alamadıkları için olan biteni hissediyor ama “hiç haber almamak, kötü haber almaktan evladır” deyip tevekkülle büyüklerinin açıklamalarını bekliyorlardı. Bırakın halkı, dönemin sadrazamı Said Halim Paşa bile “Sarıkamış felaketini çok sonra haber aldığını” söyleyecekti. Çünkü İttihat ve Terakki, savaş aleyhine yayınları önlemek için hükümetin resmî gazetesi sayılan Tanin haricindeki bütün gazeteleri kapatmıştı. Askerî sansür ancak 11 Haziran 1918’de kaldırıldı. Fakat Sarıkamış konusundaki sansür ancak 1921 yılında kırıldı. 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülü Şerif (İlden) Bey, 3,5 yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a geldiğinde askerliğe dönmek istemiş ama emekli edildiğini öğrenmişti. Köprülü Şerif Bey Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adlı hatıratını ancak 1921 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edebildi. Yedi yıllık suskunluk nihayet bozulmuştu. Bunu başka yayınlar izledi. Ancak Sarıkamış’ın gerçek bilançosu hiçbir zaman ortaya çıkmadı.

**
Yıllardır tartışılır, Sarıkamış’ta cepheye kaç kişi sürülmüştü, kaç kişi şehit olmuştu? Bu konuda ilk rakam 1933’te telaffuz edildi. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre ‘zayiat’ yani ‘kayıp’ sayısı 109.274 idi. Bu kayıpların ne kadarı ‘şehit’, ne kadarı ‘yaralı’, ne kadarı ‘esir’, ne kadarı ‘firari’ açıklanmamıştı. Daha sonra faciadan beri halk arasında yaygın kanaate uygun olarak “90 bin şehit verildi” dendi, ama sonra bu sayının Enver’in prestijini sarstığı görülünce sayı düşürülmeye çalışıldı. Ordunun tüm mevcudu 75 bin kişiyken, nasıl 90 bin şehit verilebilirdi ki? Tüm arşivler elinin altında olduğu halde yıllardır bu konuda bilimsel bir araştırma yayınlamamış olan Genelkurmay 18 Aralık 2007’de internet sitesine koyduğu ‘bilgi notu’yla rakamı sessizce revize etti: Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan şehit olanların sayısı 60 bindi!

Peki, bu sayılar doğru muydu? Sarıkamış’ta yaşanan hezimeti sayesinde öğrendiğimiz 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köp- rülülü Şerif (İlden) Bey’e göre 3. Ordu’nun mevcudu 190 bindi. Yani pekâlâ 90 bin şehit verilmiş olabilirdi.

Sayılar konusu bir yana bırakıldığında daha önemli soru ortaya çıkıyordu: Bu ‘zayiat’ kimin suçuydu? Harekâta karar veren, bunu komuta kademesine zorla kabul ettiren, askerleri giysisiz, iaşesiz -39 derecede cepheye süren Enver Paşa’nın suçlandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kimi çevreler, o günlerin İttihatçıları gibi Ermeni çetelerini suçladı, kimi Köprüköy’de düşmanı takip etmeyen 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’ya attı suçu, kimi en az Enver Paşa kadar hırslı ama strateji ve taktik cahili olan 10. Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’ya, kimi Osmanlı Genelkurmayı’nın başındaki Alman generali General Bronsart von Schellendorf'a...

 

Wednesday, November 27, 2013

Bir Serencam-ı Harp - İhsan Latif (Paşa)



“İstasyonun bir odasına hapsedildik ve başımıza altı-yedi silahlı Kazak dikildi. Üç günlük açlık tesirini göstermeye başlamıştı. Ceplerimizde nasılsa kalmış cüzi bir para ile istasyonda bulunan ve yanımıza gelen bir Moskof subayına rica ederek biraz ekmek ve biraz peynir aldırarak açlığımızı gidermeye çalıştık. İstasyonda askeri yollama işlerinden sorumlu olduğunu sonradan anladığımız bir Moskof genarali, azametli bir tavırla bize yaklaştı, "Türklerden intikam almak zamanının geldiğini ve bunun için de İslâm ve Türk adı altındaki her şahsa her tür muamelenin uygulanmasından büyük bir haz duyduğunu, ezcümle esaret felaketine uğrayan askerlerimin elbiseleri alınıp, çırılçıplak ölümün' pençesine mahkûm bıraktıklarını" anlatmaya başladı.

Karşımızda en çok dış görünüşü ile subay denilebilecek biri bulunuyordu. Bir süre daha mırıldandıktan sonra çekti gitti. Halbuki biz Türkler, esir aldığımız Rus subay ve erlerinden hasta olanları mekkâre katırlarının sırtında geriye gönderir ve hepsinden de savaş alanında yapılması mümkün olabilen yardımları esirgemez çay ve ekmek ikramı gibi insanlığa yakışan güzel davranışlarda bulunmayı tabii görürdük."

***


“Görüşme sırasında, Avusturyalı subaylardan yüzbaşı rütbesinde olanı teessürle Moskofların zulüm ve barbarlığını belirten ve şahidi olduğu bir vakayı hikâye etti. İnsan aklının kavrayamayacağı cinayet ve alçaklıkları canlandıran bu olayın, arz küresi üzerinde ancak yalnız Moskofların yapacağına hiç şüphe yoktur. Yüzbaşı, vakayı hikâye ederken hepimizin tüyleri ürperiyor ve gözlerimizden üzüntü ateşleri fışkırıyordu. Bu çok acı vaka şu idi: Rus Avrupasında bulunan "Perza" isimli şehrin istasyonuna epeyce uzak bir mesafede bulunan diğer bir askeri istasyonun ücra bir köşesinde günlerce terkedilmiş iki furgonde (yani askeri nakliyatta hayvanlara mahsus kara yük vagonu) üzerlerinde kilitlenmiş yetmiş seksen kadar esir Türk eri, aç ve susuz bırakılmış ve bu biçareler bu kilitli, pis vagonlar içerisinde günlerce devam eden feryatlarına hiçbir insanın kulak asmamış olması yüzünden inliye inliye ölmüşlerdi. İşte Moskofların Türk esirlerine karşı Dünyada örneği görülmemiş canavarlıkları....


***


“Trenimiz bu istasyonda dururken vagonda yanımızda yolculardan bir Moskof kadını vagonun bir köşesine yerleşmiş oturuyordu. Bu kadın elindeki çaydanlığı bana uzatarak, âmirane bir tavır ile "Bu çaydanlığa su doldur. İşte şurada sıcak su yeri" diyerek istasyonun yakınındaki "Kiyiyatuk" denilen sıcak su veren yeri gösterdi. Bizim hal ve tavrımızdan bizleri gerçekten fakir ve hakir gören bu kadının, bu muamelesine karşı sükût ederek sabır ve tahammülle gidip çaydanlığına sıcak su doldurdum. Kadın küçük bir teşekküre bile tenezzül etmeyerek çaydanlığı aldı. Ben de bu fena muameleyi hazmederek ses çıkarmadım. Çünkü vatan ve dinime hizmet yolunda düştüğüm girdaptan kurtulabilmek ve giriştiğim firar mücadelesinde muvaffak olabilmek için herşeye göğüs germek, her türlü zorluk ve tehlikeyi kabul etmek lazımdı. O kadın hiç bilmiyordu ki karşısında Türk Ordusunun naçiz bir parçası olan bir paşası (generali) ile bir yarbayı bulunuyor ve bunlar Kafkas büyük felaketinde, kaderin şevkiyle düştükleri bu cehennemden kurtulmak tekrar millî vazifelerini yapmak için çabalıyorlardı. Çöl eşkiyalarına av olmak ve hamiyet sahibi insanların sadakalarına muhtaç duruma girmek ve Moskof canavarlarının zalim pençelerinden kurtulmak için uğradığımız ve geçirmekte olduğumuz macera düşünülünce arkadaşımla beraber cidden acınacak halde idik. Fakat gayemiz ve imanımız Ulu Tanrı nezdinde pek makbul görülmüş olmalı ki, çıkan her türlü zorluklar, aksiliklerde bizleri elimizden tutup harika bir biçimde selamete çıkarıyordu.”


***


“Kahvehanenin içerisinde, karşılıklı yüksek sedirler üzerinde bir takım insanlar horultu ile uyuyorlardı. Bunlar da bizim gibi fakir yolculardı. Hemen hepsi anadan doğma soyunmuşlar ve üzerlerine yorgan yerine palto ve ceket gibi eşyalarını örtmüşlerdi. Çin’de yatarken bütün elbiselerini soyunmak âdettir. Oturulan ve yatılan sedirlerin altında özel olarak yapılmış tertibat ile odun yakılarak ısınma sağlanır. Sedirlerin üzeri hasır örtülür. Bu suretle bu yerlerde âdeta kaloriferli gibi rahat yatılır.”


***


“Esaretimizin başından beri en kara günlerimize, en emin desteğimizin din kardeşlerimizden geleceğine olan inancımı hiç kaybetmemiştim. Sibirya'dan Moskof memurlarının zalim pençelerinden kurtulma başarımızı İslâmiyete olan bağlılığımın eseri olarak kabul ediyorduk ki çok zamanlarda aç kaldığımız günlerde bize birer lokma ekmek veren hep Müslüman kardeşlerimiz olmuştu. En sert soğuklar, amansız yağmurlar ve rüzgârların tahrip edici tesirleriyle ve perişan elbiselerimizin içinde titreyen ve zedelenmiş vücutlarımızı korumak için bize çamaşır ve elbise verenler de bu kardeşlerimizdi.”


***


“İngilizlerin egoistliği ve dünyada İngiliz milletinden gayri insanlara pek kıymet vermemek zihniyetiyle olsa gerek, okunan isimlerin hangi milletten olduğunu bile farkedemiyen bu subayın kontrolundan doğabilecek tehlikeyi kolayca geçirmiştim.”


***


“İstanbul’a gelişimin ertesi günü, o zamanın Baş Kumandan Vekilini (Enver Paşa) makamında görmeğe gittik. Fedakârlığımıza ve firara muvaffak olmamıza ve maruz kaldığımız tehlike ve çektiğimiz zahmet ve meşakketlere karşı gösterdiğimiz mukavemetimiz hakkında metheden sözlerle bizleri tebrik ettikten sonra "Bir hafta kadar istirahat etlikten sonra yeni bir kumandanlık vazifesine tayin edileceğimiz" beyan buyruldu. Kendisine, bu defa "Kumandanlık" ile değil, sade bir er olarak bile vatan görevimizi yapmaya amade olduğum" cevabını verdim.

Bir hafta sonra idi ki, "Esir olmanın ilk ayında emekliye sevkedilmiş olduğumu" bununla beraber bir mülkî (sivil) vazife ile görevlendirileceğim" haberi bir vasıta ile tebliğ edildi. Bu anda aylardan beri beslediğim ümitlerim ve emellerim alt üst oldu. "Vatan ve vazife uğrunda seve seve katlandığım bunca fedakârlığın mükâfatı bu mu olacaktı?" düşünceleriyle varlığım baştan sona kadar zehirlenmişti. Bir taraftan emekli olduğum haberi verilirken, diğer taraftan da bana "Düşman karşısında gösterdiğim olağanüstü cesaret ve kahramanca hizmetime" mükâfat olarak "Altın Liyakat Madalyası" veriliyordu. Ne garip muamele !!!

“On iki gün fasılasız devam eden "Sarıkamış Harekâtının en ufak ayrıntısına pervasızca müdahale ve sertçe karışmayı uygun görerek, bütün safhalarını o zamanın Baş Kumandan Vekili bizzat idare etmişti. Öyle bir idare ki Kolordu’mun bütün emir ve komutasını inhilale uğratmış ve hangi derecede olursa olsun komuta kademelerinin kıymetini, emir erliği hizmeti düzeyine indirerek böylece kullanmış ve büyük bir meydan muharebesini, bir çete çarpışmasına döndürmüş idi. Harekâtın başında olduğu gibi son günlerinde de ortaya çıkan elverişsiz durum ve şekillerin tashih ve tamiri ve zararın azaltılması için kendisine sunulan fikir ve düşünceleri dinlememekte büyük bir inat gösteren ve bütün iş hareketlerinde kendisini tamamen sorumsuz Baş Kumandan, başlayıp da doğru ve açık neticeye ulaştırmaya mecbur olduğu "Sarıkamış Harekâtı"nın en vahim son safhasında kumandayı hemen arkadaşlarından birisine devrederek ve gecenin karanlığından yararlanarak ve nefsini kurtarmak için kılıçtan arta kalan (savaşta ölmeyen) askerlerini de feda ederek muharebe meydanından savuşmuş idi.

Binaenaleyh, esaret felâketimin sebep ve amillerini tamamen ve yakından bilen ve esirlikten ansızın dönmüş olmamdan hiç de memnun kalmayan O Baş Kumandan, kamuoyuna karşı yaptıklarının günahını örtmek maksadıyla olsa gerek ve hiç bir kanunî sebep göstermeksizin beni emekliye sevk etmişti.

“Zulüm ve tam istibdadın hakim olduğu böyle bir zamanda, bir ast olarak sükût ile mukabele etmeyi ve hakkın doğmasını bekleyerek sabretmeyi selamet yolu olarak buldum.”