Showing posts with label kelime. Show all posts
Showing posts with label kelime. Show all posts

Wednesday, September 12, 2018

William Saroyan: Ünlü olmak gibi bir isteğim yok



Ünlü olmak gibi bir isteğim yok. Ne Pulitzer ne Nobel ne de başka bir ödülün peşindeyim. Burada, uzak Batı’da, San Francisco’nun Carl Caddesi’nde küçük bir odadayım, sıradan insanlara mektup yazıyorum, basit bir dille onlara zaten bildikleri şeyleri anlatıyorum. Sadece kayda geçiriyorum, konudan biraz saptıysam, acelem olmadığından ve kuralları bilmediğimdendir. Tek bir arzum varsa, o da insanların kardeşliğini göstermektir. Bu çok büyük bir laf ve kulağa biraz yapmacık geliyor. İnsan genellikle böyle hamasi bir söz söylemeye çekinir. Kültürlü, bilgiç insanların kendine güleceğinden korkar. Ama ben aldırmıyorum. Kültürlü insanların gülmesini istiyorum. Kültürlü olmak, gülmeye yarar zaten. Irklara inanmam. Hükümetlere inanmam. Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görürüm. Henüz herhangi bir dilde konuşmayı öğrenmemiş bebekler dünya üzerindeki tek ulustur, insan ulusu; gerisi sahte gösteriş, bizim medeniyet dediğimiz nefret, korku ve güçlü olma arzusu... Ama bebek bebektir. Ve bebeklerin ağlamalarında insanlığın kardeşliğini bulabilirsiniz. Büyürüz ve bir dilin kelimelerini öğreniriz. Kâinatı, bütün dillerin değil, bildiğimiz dilin vasıtasıyla görürüz. Kâinata bakarken herhangi bir dil kullanmamak da mümkün değildir, örneğin sessizlik yoluyla kâinatı göremeyiz. Ve kendimizi bildiğimiz dile hapsederiz. Biz burada kendimizi İngilizceye ya da Mencken’in deyişiyle Amerikancaya hapsediyoruz. Bütün sonsuzluk, kelimelerimizde. Bir şey başarmak istiyorsam daha evrensel bir dil konuşmalıyım. İnsan kalbi, insanın yazılmamış tarafı, bütün halkların değişmez ortak noktası işte budur.

Monday, December 22, 2014

Yaratılışta Matematik ve Geometri

Matematikle de meşgul olmuş eski Yunan filozofu Eflâtun'a (MÖ 427-347) göre, insanoğlu baktığı her nesnede mânâyı arayan, araştıran ve anlamaya çalışan bir varlıktır (veya insan böyle olmalıdır). Bizim düşünce ve inanç dünyamızda tefekkür olarak isimlendirdiğimiz bu faaliyet için bütün varlık âlemi, içiyle-dışıyla, görünen ve görünmeyen bütün buuduyla binlerce pencereden bakılmaya, araştırılmaya ve anlaşılmaya hazırdır. Canlı-cansız bütün varlıkların yapısındaki ölçü ve nizama, işleyişlerindeki âhenk, ritim ve hassasiyete, nazarımızı teksif ettiğimizde, hiçbir varlıkta abesiyet, çirkinlik, başıboşluk veya kısaca hikmetsizlik göremeyiz. Aksine bütün varlıkların üstüne nakış nakış işlenmiş yüzlerce hikmetli ve abesiyetten uzak desenin altında, matematik ve geometri lisanıyla vurulmuş mühürler ve işaretler görürüz.

Matematik, bilimler içinde en sağlam ve güvenilir temel lisan kabul edilir. Kâinatta bir nizâm, ölçü ve takdir varsa, bunun bir şekilde aklî ve mantıkî delilleri olmalıdır. En büyük delillerin başında da matematik gelir. Matematik lisânı ile ifade edilen her eşyada, tercih edilmiş bir form ve mükemmellik vardır. Eşyadaki yapı, şekil ve işleyişin hikmetlerini araştırdığımızda, belli bazı prensiplerin geometrik şekiller hâlinde ifade edilebileceğine ait geçmişten günümüze çok sayıda tespit vardır.

Dikkatli bir müşahede ile birkaç temel geometrik şekil ve kaidenin kullanılarak, sonsuz çeşitlilikte, mükemmellikte ve farklılıkta, sayısız varlık formunun yaratıldığı hissedilmektedir. Tabiat ismini verdiğimiz teşhirgâh veya varlık sahnesi, insanın tefekkür gayretini harekete geçirmek için renklerle, şekillerle, tatlarla ve belli ritimlerle donatılmıştır. Kâinatın büyüklüğü karşısında, çok küçük varlıklar olmamıza rağmen, sadece bizler ne gördüğümüz ne hissettiğimiz ve neleri tecrübe ettiğimiz hakkında durumumuzu sorgulayabilecek ve eşyanın mânâsı üzerinde şuurlu tefekkür yapabilecek bir mahiyette yaratılmışız.

Sayısız çeşitlilik ve renkte, hem birbirinden farklı, hem de birbiriyle irtibatlı bir bütünlük içindeki varlık formlarının yaratılması gibi bir süreç hakkında daha derin bir kavrayışa sahip olmak için temelde mevcut bazı geometrik plânların varlığını araştırmak hem zevkli hem de mânâlı bir meşguliyettir. 
***
Bazı inanç sistemlerinde geometriyi Yaratıcı'dan bağımsız görüp, ona kendi başına mukaddes bir kimlik verilir; bu maalesef onu aslîyetinden ayırmak demektir. Bizim meydana getirdiğimiz eşyadaki sayı veya şekillerin mahiyetinde ayrıca bir güç görüp, onların üzerinde Yaratıcı'dan kopuk bir değerlendirme yapmak, zaman içinde Hurufilik veya Numeroloji gibi istismara müsait yollara kapı aralayabilir. İnkalar, Mısırlılar, Asya Hintlileri, Japonlar, Avustralya Aborjinleri, Yerli Amerikanlar ve Afrika kabileleri böyle bir anlayışa çok yakın olarak mukaddes bir geometriyi ortak mirasları olarak sahiplenirler. Geometriye yaratılıştaki sistemler ve plânlar seviyesinin üzerinde bir önem verildikçe birçok toplulukta falcılar, mukaddes geometri üzerinde çalışan büyücüler, onu olması gereken yerden uzaklaştırmışlardır.
***
Farkında olmak
Kâinattaki ölçü ve harmoninin farkında olmak için merak ve sorgulama ile beraber, sezgilerimizin sesini dinlemek, bunları kavramlaştırmak veya sembollerle ifade etmek de önemlidir. Kelimeler içimizdeki ilhâmları seslendirir, semboller hâline getirir ve başkaları ile paylaşma imkânı verir; böylece ruhumuzu ve hislerimizi harekete geçirir. Sayılar da birer mânâ ve sembol olarak kendilerine ait bir dile ve zihinlerde ifade ettiği bir hayata sahiptir. Sayıların dili, şekillerin ve prensiplerin ifade ettiği mânâlar olarak, müşahhas terimlere çevrilir. Sayılar ve şekiller, belki aklımızın bir ürünüdür; ancak onların zihinlerde ifade ettiği hayalî dil, bütün tabiata mal olmuş, yaşayan, değişmez bir lisândır. Hâkim olan toplumların sahip olduğu diğer değerlerinin değişmesi sayılara tesir etmemiş ve bunlar daima canlı kalmıştır. Bu dil, hem mantıkî hem sezgi irtibatlı, hem de hayal edilebilir bir örnek teşkil eden vicdanda hissedilen, aşkın bilginin bir parçasıdır.

Her desen ve geometrik şekil, dildeki bir kelimeye benzer. Her biri kendine ait bir mânâya sahiptir; ancak asıl hikmet ve güç, şekillerin arasında münasebetlerin meydana gelmesi ve dinamik biçimlere ait kalıpların düzen içerisinde bir bütünü dokuması ile ortaya çıkar. Zamana kayıtlı olmayan şekillerin ve kalıp desenlerin dili bir kere anlaşıldı mı, onlarla yaşamak, okumak ve yazmak insanın tefekkür ufkunu yükseltir. Bu dilin bizi kâinatla nasıl bütünleştirdiğini sezgilerimizle fark ettiğimizde, bedenimizin ve ruhumuzun içinde gezintiye çıkabiliriz; çünkü bizim ve hayatımızın her parçası aynı matematik ve geometrik prensiplerle yoğrularak şekillendirilmiştir.

İtalyan matematikçi ve astronom Galileo Galilei (1564–1642) matematiğin bu yönünü şöyle ifade eder: "Felsefe bu büyük kitapta (kâinatı kastediyorum) yazılmıştır, bu kitap devamlı bir şekilde gözlerimizin önünde açık durmaktadır. Ancak, bir kişi öncelikle bu kitabın yazıldığı dili kavramayı ve kullanılan karakterleri yorumlamayı öğrenmedikçe, felsefeyi anlayamaz. Bu kitap matematik dilinde yazılmıştır ve kullanılan karakterler de üçgenler, daireler ve diğer geometrik şekillerdir. İnsan olarak, bunlar olmaksızın, bu kitabın tek bir kelimesinin bile anlaşılması imkânsızdır, bu durumda bir kişi karanlık bir lâbirentin içinde sersemce dolaşır."

***
Arif Sarsılmaz
Sızıntı Mayıs 2015

Tuesday, May 20, 2014

Güneş Dil Teorisi

1935-37 yıllarında Güneş Dil Teorisi çerçevesinde Arapça ve Fransızca kökenli kelimelerden bir sürü uydurma ”sözcük” türetildi. Tıpkı école’den okul, bulletin’den belleten, hégémon’dan egemen, electrique’ten yaltırık, image’dan imge, alliage’dan alaşım, général’den genel, terme’den terim, yahut alaka’dan ilgi, buut’tan boyut, civar’dan çevre, dânişmend’den danışman, kanaat’ten kanı, kısım’dan kesim, kütle’den kitle gibi, Arapça kudsi’den kutsal yaratıldı. Sonra Eski Türkçe kut ile bağdaştırılıp Öztürkçeleştiriliverdi. Yoksa Türkçede o devirden önce -sel/-sal diye bir ek olup olmadığı bile şüphelidir.

Patates



Patatesin adı başka, bitkinin kendisi başka. İsmin aslı batata, Amerika yerli dillerinin birinden geliyor. Amerikalıların yam veya sweet potato adını verdiği, kabak tatlısına benzer tadı olan, kırmızı-turuncu renkli başka bir yumrulu bitkinin adı. Kristof Kolomb ilk kez Amerika’da bulup getirmiş, ama Avrupa’da pek tutulmamış.

Bildiğimiz patates başka bir bitki. İnsanlarca yenen çeşidi ilk önce 18. yüzyılda İrlanda’da tarım işçileri yesin diye geliştirilmiş, kıta Avrupa’sında 1800’lerin başında Napoleon’un girişimiyle geniş çapta ekilmeye başlanmış. İstanbul’da ilk kez II. Mahmut döneminde Alibeyköy Çiftliğinde Ağaton Efendi yetiştirmiş, padişahtan ödül filan almış, 1820’ler olmalı. Kumkapı’daki bizim patrikhanenin bahçesinde süslü mezarı olan Krikor Ağaton bunun oğludur.

Balkanlara patates anlaşılan bu tarihten az önce, galiba 1820 dolayında Avusturyalıların çabasıyla girmiş. Grundbirne (yer armudu) Avusturyalıların kullandığı tabir. Sırpça krumpír, Bulgarca-Makedonca kumpír belli ki oradan gelmiş. Rumeli’nde Almanca kelime yerleşirken, İstanbul’da İngilizceden Rumca telaffuzla alınan patates tercih edilmiş.


Yemin


Arapça yamîn “sağ”, daha doğrusu “sağ el”. Sağ elin uğurlu sol elin uğursuz olduğuna dair inanış, en eski zamandan beri tüm insan topluluklarında var. Ortadoğu’nun Sami toplumlarında da sağ avucunu gösterme jesti kadim zamanlardan bu yana doğruluk, güven, dostluk, söz verme ifade etmiş. Yemin etmek, esasen sağ elini kaldırıp göstermek demek. Eskiden yemin vermek denirdi, daha bile somut.

Yamîn’in Arapça zıddı asıl yesar değil şa’m, yani sol el. Bunun türevi şom ağızlı’daki şom, yani uğursuz, kutsuz. Ayrıca şe’amet (uğursuzluk) ve meş’um (uğursuz, lanetli) sözcükleri de aynı Arapça kökten geliyor. Misal: “O meş’um günde vatan mateme gark olmuştu.

Arapçanın İslamöncesi döneminde bu kelimeler coğrafi yön anlamında da kullanılmış. Gün doğumunu karşına alırsan sağ güney, sol kuzey olur. O yüzden öz Arabistan’ın güneyindeki ülkenin adı Yemen, kuzeyindeki ülkenin adı da Şa’m olmuş. Şam esasen bugünkü Suriye’nin güney kısmını oluşturan memleketin adı, bunun başkenti olan kent de aslen Dımışk yahut Dimaşk, İngilizcesi Damascus. Osmanlı’nın Şam vilayetinin başkenti olduğundan, bizde Şam diye anılıyor.

Bayrama çocuklarımı alıp oraya gidiyorum, bakalım nasıl yermiş.

Saturday, October 26, 2013

In a Word



  • Words are also extremely important. If we do not know the word for a thing, we cannot easily talk about that thing—without using the word “thing” or pointing or describing what the object is used for. We’re forced to resort either to gesture or circumlocution (a lengthy way of expressing something). We cannot be ignorant of words connected with international relations or computers or the national economy or the life of the mind. If we are, we will find ourselves unable to take part in discussions of matters important to ourselves and to society.
  • SCHOOL “School” traces its roots to a Latin noun with the same meaning, schola. The Romans borrowed the Greek noun schole, referring to a group of young men who studied with a philosopher. The Greeks chose schole, meaning “leisure,” because only those who did not have to work could afford to study.
  • BRAZIL Early European explorers of the Americas discovered that the native people knew how to make a dye extract that produced bright red and deep purple colors. The dye used by the native Americans came from a common tree, known as the brasil. European merchants soon developed a great trade in brasilwood. As a result of the Treaty of Tordesillas in 1494, the Portuguese claimed the land where these trees grew and named the area Terra de Brasil or “Land of Red-dye Wood.” Soon map makers and others began to refer to the land as Brasil. English later adopted the name and its pronunciation, only changing the spelling to include a “z” instead of an “s.”
  • ALGEBRA A long time ago, the Arabic term al jabr was used to refer to the medical operation used to set broken bones. It means the reuniting of something broken. References in old texts also show that al jabr later came to refer to the process of putting numbers together. In the 16th century, the two words appeared in English texts as algeber. Within a century, algeber came to be used in its present sense, as the name of the branch of mathematics that includes equations and the relationships between numbers.
  • GEOMETRY Geometry means “to measure the earth.” It was formed by joining two Greek words, ge, meaning “earth,” and metrein, meaning “to measure.” Such a choice was appropriate, since this science was first used to measure the land.
  • MATHEMATICS Because the early Greek thinkers saw numbers as a way to help them explain relationships, they spent much time developing formulas and equations. As a result, the Greeks used their adjective mathematikos, meaning “eager to learn,” to name this new science. Mathematikos itself was a derivative of the Greek verb manthanein, “to learn.”

  • The Black Death was a plague that reached Genoa, Italy, on New Year’s Eve 1347 and then spread across Europe and into England, Wales, Ireland, and parts of Scandinavia before entering Russia in 1353. It then spread into portions of Asia. Overall, the Black Death killed anywhere from one-third to one-half of all people living in these areas.
  • The actions of anyone walking or talking on the deck of a vessel are usually clearly visible. Below deck, however, in the passageways and dark corners, mutinies, smuggling schemes, and other plots can be hatched unseen. Thus, the expression “to be aboveboard” came to denote being honest, open-minded, and not concealing anything.
  • “Tartar,” however, may have been chosen because of its resemblance to “Tatar,” the name used to refer to several tribes that the renowned Mongol leader Genghis Khan conquered early in his career. According to tradition, when an Irish soldier was in battle with a Turkish soldier some time in the 1800s, the Irish soldier called out to his officer that he had “caught a Tartar.” When ordered to bring him in, the soldier replied, “I can’t. This Tartar won’t let me.” The story was repeated, and the expression “to catch a Tartar” came to represent a situation in which a person wins more than he or she can control.
  • WHITE ELEPHANT In the southeast Asian country of Thailand (formerly called Siam), it was a national tradition to present the emperor with any white elephant that was captured. These rare elephants were sacred to the emperor. It was commonly believed that if the emperor became dissatisfied with one of his nobles, he would order a white elephant sent to him. Unable to use or destroy the sacred animal, the noble was forced to bear the cost of maintaining the huge beast. In 1629, the emperor of Siam sent King Charles I of England an elephant (records do not say whether it was white). The cost of its maintenance became a great drain on the royal treasury. Gradually, the phrase “white elephant” came to designate possessions that are expensive but useless.
  • MARCH In the early Roman calendar, March was the first month of the year and the time when military campaigns began. (Around 45 b.c., Julius Caesar revised the calendar, making January the first month and March the third month.) Since March was when fair weather returned to the Roman world, it had always been considered the perfect time to go to battle. The Romans had named the month in honor of their god of war, Mars.
  • HAZARD “Risk,” “chance,” and “danger”—these three words all define the English term “hazard.” Its roots do the same, since hazard traces its origin to the Arabic article al (“the”) and the Arabic noun zahr (“die”). Throwing dice (the plural of “die”) involves chance and the unknown. Other languages also adapted al-zahr. For example, in Spanish it became azar, “an unexpected accident.”