Showing posts with label Türkçe. Show all posts
Showing posts with label Türkçe. Show all posts
Sunday, May 2, 2021
Tuesday, June 25, 2019
Elalemin Diline Neden Öykünürler?
Bu yazı Sevan Nişanyan'ın En Son Yazıları isimli bloğundan alınmıştır.
Her dil, belli bir tarih döneminde “kültürel norm” kabul ettiği uygarlığın dil(ler)ini, deyimlerini, üslubunu, ifade biçimlerini taklit eder. O uygarlığın sözlüğünden kelimeler alır; doğrudan almasa bile, çeviri yoluyla onun kavram ve deyimlerini kendine mal eder.
Kültürel taklit DAİMA sınıfsal boyut taşır. “Norm” kültürü iyi tanıyanlar, toplumda ayrıcalıklı mevkiye yükselirler. Dolayısıyla o kültürü iyi tanıdıklarını gösterecek davranış biçimleri sergilemeye özen gösterirler. O kültürün kelime ve deyimleriyle konuşmakla saygınlık devşirirler. Hatta norm kültürü yeterince tanımayanlar dahi, sanki tanıyormuş gibi davranarak itibar kazanacaklarını bilirler.
Günümüzde İngilizcenin Türkçe'deki (ve diğer dillerdeki) konumu iyi bir örnektir. İngilizceyi sevip sevmemeniz, bu durumdan hoşnut olup olmamanız bir şey değiştirmez; objektif durum bu. Türkçeye son kırk yılda yeni giren kelime, kavram, deyim ve ifade biçimlerinin ezici çokluğu, belki yüzde 95 gibi bir kısmı, İngilizceden gelmiştir. İngilizceden gelmeyenler İngilizceden çeviridir. Yeni kavram ve deyimlerin “aslı” arandığında otomatik bir refleksle herkes – Anglosakson kültürel yayılmacılığına karşı olanlar dahil – İngilizce literatürü hakem kabul eder. “İtibarlı” sayılan mesleklerin mensupları (mesela milletvekilleri, öğretmenler, yazarlar) şaşmaz kural olarak kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi İngilizce biliyor gösterme gereği duyarlar. Bilenler, ince ya da kalın jestlerle bildiğini sezdirirler; bilen diğerlerine “ben sizdenim” diyerek göz kırparlar; dil bilmeyeni “kıro” sayıp aşağılayacaklara karşı tedbir alırlar. İngilizce havalıdır: yani cool. Havalı dilin kelimeleri önce havalı sayılan zümrelerin diline sızar, sonra umumun diline yayılır.
Yanlış anlamayın lütfen. Böyle olmalıdır ya da böylesi iyidir demiyorum. Kötü demek de bence aynı ölçüde abes. İnsan tabiatı bu, bir şey yapamazsın.
Bugün İngilizce. Eskiden Arapça böyleydi. Türklerin İslamı kabulünü izleyen bin yılda Arapça, nihai kültürel norm olan dinin lisanıydı. Toplumda “alim” ve “arif” sayılan insanlar Arapça bilirdi. Bilmekten öte, bildiğini – edeple veya edepsizce – hissettirme gereği duyarlardı. İlim ve irfana müteallik konuların başka bir dilde gereği gibi ifade edilemeyeceğine inanırlardı. Arapça bilmeyen halka bu konuları anlatmakta zorluk çekerler, mecbur olunca ya Arapça ıstılahatı öğreterek, ya da kör topal da olsa avam dili Türkçeye çevirerek meramlarını anlatmaya teşebbüs ederlerdi.
Tek yaygın eğitim kurumu olan medresede eğitim dili Arapçaydı. Eğitim dili Arapça olunca okumuş adamın okumamıştan farkı nasıl belli olacak? Elbette araya serpiştirilen Arapça ibaratın hacmine ve inceliğine göre kültür puanı verilecek. Arapça bilenin kahvesi bilmeyenden önce takdim edilecek, misafirse bir değil iki kere temenna edilecek.
Dil nasıl evrilir? Buyurun, kahve protokolüne göre evrilir.
Türkçenin Farsçayla ilişkisi daha karmaşıktır. 1071’i izleyen 250 yılda öyle anlaşılıyor ki Farsça “Türk” devletlerinin standart yazı ve belki protokol dili idi. Daha sonraki dönemde de Farsça a) “şehirli” sayılan yaşam tarzının, b) edebi zarafetin, ve c) başta Mevleviye olmak üzere bazı tasavvuf ekollerinin referans dili olarak kaldı. Arapçanın aksine, Türkçe ile Farsça arasında – eşit hacimde olmasa da – iki yönlü alışveriş sürdü.
Sonra sıra Fransızcaya geldi. 19. yy’da Osmanlı/Türk toplumu bir heyula gibi sınırın ötesinde beliriveren Batı medeniyeti ile tanıştı. O medeniyetin anadilinin Fransızca olduğuna karar verdi. (Neden Fransızca? Başka zaman konuşalım.) 1850’lerden 1970’lerin başına dek yüz yirmi yıl boyunca Fransızcayı ana kültürel referans tanıdı. Metropolün şık mahfellerinde Fransızca bilmeyenler “cahil” sayılıp aşağılandı. Yeni kurulan modern mekteplerde Fransızca mecburi ders oldu; imkanı olanlar bununla yetinmeyip özel hoca tuttular, evlatlarını Paris’e okumaya gönderdiler. Önce teknolojiden, moda ve lifestyle kavramlarından başlayıp idari terminolojiye, güzel sanatlara, ticarete, tıbba, şiire dek her alanda binlerce Fransızca sözcük benimsendi. Eşit sayıda Fransızca sözcüğe önce Arapça-Farsçadan çakma Yeni Osmanlıca, sonra birtakım Ortaasya lehçelerinden çakma “Öztürkçe” karşılıklar bulundu. Dil değişti, evrildi, zenginleşti.
*
Modern Türkçe yazı dilinin kelime hazinesinin yüzde 76 kadarı bu saydığım dört dilden – Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce – alıntıdır. Dilin iç çekirdeğini oluşturan yüzde onluk bir kelime dağarcığı Orta Asya Türkçesinden mirastır. Bir başka yüzde on, Orta Asya Türkçesinden türetme veya benzetme veya bileşim yoluyla Türkiye Türkçesinde üretilmiştir. Ne etti? 96.
Türkçenin bunlar dışındaki dillerden edindiği müktesebatın oranı toplamda yüzde dördü bulmaz. Bunun yarıdan biraz fazlası, a) balıkçılık, b) tarım ve c) İstanbul argosu alanında kayda değer katkıları olan Rumcadır. Bakiyesini – Moğolca, Ermenice, Kürtçe, Bulgarca ve Rusça, Çingenece, İspanyolca ve Yahudice, Gürcüce, Çerkesçe, Hintçe – toplasan incir çekirdeğini doldurmaz. Böyle olması da normaldir. Çünkü Türkçenin trendlerini belirleyen toplum kesimleri açısından, bu diller tarihin hiçbir döneminde PRESTİJ DİLİ olmamıştır.
Şöyle düşünün. Diyelim ki memlekette sözü dinlenen biri olarak, hasbelkader, örnek, Kürtçe biliyorsunuz. Aile çevrenizde bu dili severek kullanıyorsunuz; dost ortamında o dilden birkaç kelimeyi şak diye ortaya atmaktan zevk alıyorsunuz. O kelimeleri edebi eserde, siyasi müzakerede, ticari yazışmada, ders kitabında, haber bülteninde kullanmak asla aklınıza gelmez. Çünkü kullanmakla itibar kazanmazsınız, belki kaybedersiniz. Sizden o dilde bilmedikleri bir kelimeyi ilk kez duyanlar “bunlar alim insanlar, demek böyle diyorlarmış” diye düşünmezler. En iyi ihtimalle “egzantriklik”, en kötü ihtimalle “densizlik” görürler. O kelimeler “tutmaz”.
O yüzden, birtakım marjinal tabirler dışında, düşük prestijli dillerden yüksek prestij diline kelime geçmez.
*
Bir dilde “kaç kelime” olduğunu saymak, pratik açıdan da, teorik açıdan da zor bir mesele. Türevleri ve bileşikleri nerede keseceksin? (TDK’nın yaptığı gibi ağı çok geniş tutarsan tutarsızlığa, hatta keyfiliğe düşersin.) Deyimleri nerede keseceksin? Cins adı niteliği kazanan özel adları ne yapacaksın? “Portmanto sözcük” dedikleri bir kerelik kelimeleri ne yapacaksın? Yabancı kelimeleri nerede “yerlileşmiş” sayacaksın? Kullandığınız sayım yöntemine göre modern Türkçe yazı dili leksikonunda 30 bin kelime de bulabilirsiniz, 130 bin de.
Nişanyan Sözlük bir etimoloji sözlüğü olduğu için, köken açısından ilginç olmayan kurallı türevlere (denetleyici, sözlükçülük) ve basit bileşiklere (alakarga, uçuç böceği) yer vermedi. Veritabanında halen 15,263 maddebaşı sözcük bulunuyor. Madde altında belirtilmiş olanlarla birlikte 31,919 kelime sözlükte yer alıyor. Kuralları biraz gevşeterek bu rakamı da iki katına çıkarmak mümkün.
Genel ilke olarak Türkçe sık kullanılan sözcüklerde Türkçe kökenli sözcük oranı artar (gelmek, göz, bir), marjinal sözcüklerde azalır (taaffün, hidroskopi, suşi). Ancak Sözlüğün ana iskeletini sabit tutup türev ve bileşikleri artırsak dahi oranlarda önemli bir değişikliğe tanık olmayız. Sözlükte yer almayan Türkçe kökenli türevler artar (gözyaşı, göz bebeği, göze gelmek); yabancı kökenli türevler de artar (azoik, zootekni, zoolojik). Sadece Arapça ve Farsça kökenli sözcükler Türkçede türetmeye çok yatkın olmadıkları için, veritabanını iki katına çıkarsak Arapça ve Farsça oranları düşecek, buna karşılık Türkçe kökenlilerle Batı kökenlilerin oranı birkaç puan artacaktır.
Etimolojisi belirtilmiş 15,131 kelime üzerinden köken dökümünü görelim:
Köken
|
Sözcük
|
Yüzde
|
Eski Türkçe
|
1550
|
10.24
|
Diğer Türkçe
|
1571
|
10.38
|
Arapça
|
4442
|
29.36
|
Farsça
|
1274
|
8.42
|
Fransızca-Latince
|
3777
|
24.96
|
İngilizce
|
1513
|
10.00
|
İtalyanca
|
339
|
2.24
|
Yunanca
|
376
|
2.48
|
*
Diğer dillere giren Türkçe kaynaklı alıntılar konusunda elimde ayrıntılı dökümler yok. Bildiğim kadarını özetleyeyim:
1) Batı dillerindeki Türkçe alıntılar Osmanlı dönemine ait bir avuç kültür sözcüğünden ibarettir (köşk, harem, yoğurt, türban vb.). Batı dillerinin hiç birinde herhangi bir çağda Türkçe bir “kültürel norm” veya referans dili olmamıştır. [Buna karşılık Arapça 12.-13. yy’larda kısa bir süre için ticarette ve akademik sahalarda önemli prestij kazanmış ve o dönemde sayıları yüzleri bulan Arapça sözcük Batı dillerine ulaşmıştır.]
2) Standart Arapça yazı dilinde Türkçe alıntılar yok denecek kadar azdır. Olanların genellikle askeri ve idari nitelikte olduğu anlaşılıyor. Mısır, Suriye ve Irak’ın halk ağızlarında çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Ancak tanımlanmış bir edebi kanonu bulunmayan lehçelerin sayısal analizine kalkışmak anlamlı bir uğraş değildir. Farklı lehçelerde tesadüf edilmiş tekil sözcükleri altalta dizip toplayarak sonuç çıkarmaya çalışmak ise “akademik sahtekarlık” tanımına girer.
3) Standart Farsça yazı dilindeki Türkçe alıntılar, Türkçedeki Farsça alıntılar kadar olmasa da, epey bir yekün tutar. Doerfer’in dört ciltlik Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen’i bu konuda değerli bir kaynaktır. İrani dillerde özellikle 11. yy’dan eski alıntılar ilginç bir araştırma alanı olduğu halde henüz yeterince analiz edilememiştir.
4) Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Arnavutça gibi uzun zaman Osmanlı siyasi ve kültürel hegemonyası altında yaşamış dillerde çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Yunancada halen kullanılan Türkçe sözcükleri gösteren popüler bir sözlükte bin kadar kelime vermişler. Yaşadığım adada huzuri, xatiri, çati, siktirizo, boyacis... her gün duyduğum kelimeler.
5) Ermenicenin durumu ilginç. 19. yy başlarında İstanbul ve İzmir’de konuşulan Ermenicenin yarıya varan bir oranda Türkçe alıntılardan oluştuğu, hatta Türkçenin bir lehçesi denebilecek ölçüde onunla içiçe geçtiği anlaşılıyor. Amerikalı Elias Riggs’in 1847 İzmir basımı A Vocabulary of Words Used in Modern Armenian but not Found in the Ancient Armenian Lexicons adlı sözlüğü bu konuda göz açıcı bir kaynaktır. Ancak 19. yy ikinci yarısında yapılan eğitim reformuyla Ermenice yazı dili Türkçe alıntılardan temizlenmiştir. Bugün gerek Ermenistan gerek diaspora lehçelerinin yazı dilinde Türkçe kökenli kelimeye hemen hiç rastlayamazsınız.
Thursday, January 31, 2019
Dil Devrimi Elbette Gerekliydi
Sevan Nişanyan
“Dil Devrimi” denilen şey gerekliydi ve hatta kaçınılmazdı. Aksini hiç savunmadım. Dil Devrimini ideolojik saplantılarına kılıf edenleri yerdim, hatta bazen hırpaladım. Dil Devriminin teorik temellerini sorguladım. Ama Dil Devrimine yol açan ihtiyaçları ve onu şekillendiren etkenleri mesela 2006-2008’de Bilgi Üniversitesi’nde verdiğim Türk Dili Tarihi derslerinde nasıl analiz ettiğimi bilen bilir.
Söz arasında epey değinmişimdir, ama derli toplu bir makale yazmamış olmam benim hatam. Uzun süre bir Türk Dili Tarihi kitabı yazmaya niyetliydim; makaleyi de oraya sakladım. Kitap ertelenince bu konu da eksik kaldı.
Kırk üç yıldır yazdıklarım ortada. 22 yaşımdan sonra hiçbir zaman bağnaz Öztürkçeci olmadım. Ara sıra Osmanlıca ve Frenkçe usturuplu laflar patlatmayı seviyorum, dilime renk ve heyecan katıyor. Ama söz dağarcığım çoğu zaman Öztürkçe ağırlıklıdır. Normali de budur. İnsanoğlu dilini muhatabına göre seçer. Hitap ettiğin toplumun “kültürlü” sayılan kesimi nece konuşuyorsa sen de o dili konuşursun. Belki ufak nüanslarla birazcık sağa veya sola çekersin. Ama mesela Nurullah Ataç gibi bir yönde, ya da Yağmur Atsız gibi öbür yönde fazla ittirirsen egzantrik olursun. Bana uymaz.
Dil Devriminin gerekçelerini anlatmaya taa 1200’lerden başlamak lazım. Burada o kısmını kısa geçeceğiz. Yoksa makale değil kitap olur, sonu gelmez. Özetleyelim.
Osmanlı Devletinde Türkçe YAZI DİLİ değildi. Modern öncesi çağın devletlerinde kural budur, konuşma dili ile yazı dili arasında çoğu zaman bir uçurum vardır. Avrupa’da da öyledir, Çin’de de öyledir. Çünkü eski toplumlarda yazı dili umumu ilgilendirmez, küçük bir elitin mesleki tekelidir. Her zaman “kutsal” ve törensel bir yanı bulunur. Yazı yazmak demek, yönetici kültürün inceliklerine vakıf olmak ve onları diğer elit kişilerin anlayacağı şekilde ifade etmek demektir. O yüzden evinde avam Fransızcası da konuşsan o dille yazı yazmak aklına gelmez, Latince yazarsın. Öbür türlüsünü don gömlek sokağa çıkmak gibi “ayıp” ve “gülünç” bir şey sayarsın.
Bazı eski kültürlerde yazı dili konuşma dilinin bir türevidir. Konuşma dilinde kullandığın kelimeleri, belki biraz yontup cilalamak şartıyla, yazı dilinde de kullanabilirsin. Bazı kültürlerde hiç alaka yoktur. Persçe konuşur Elamca yazarsın. İtalyancanın kırk türlü lehçesini konuşur ama İtalyancanın bin yıl önce ölmüş çeşidini yazarsın. Selçuklular gibi kimbilir nece, belki Türkçe konuşur ama Farsça yazarsın.
14. yüzyılda Türkçeden yazı dili üretmek için BİLİNÇLİ ve SİSTEMLİ bir çaba harcandı. Bir şekilde bu yürümedi. 1420’lere doğru çaba tavsadı, sanırım 1480’lere doğru terk edildi. Onun yerine, Türkçe ile Arapça ve Farsçanın sistemli bir harmanından oluşan yapay bir YAZI DİLİ benimsendi. Dikkat buyurun, yazı dilidir. O dili kimse konuşmadı. Türkçe konuşanlar gayet fasih, oldukça temiz, bugünkü dilden çok farklı olmayan, bol deyimli, kıvrak bir Türkçe konuştular. Ama çok nadiren Türkçe yazdılar. Eldeki Türkçe YAZI örnekleri ya mahkeme tutanağı vs. gibi avam dilini yansıtan belgelerdir, özel mektuptur, gemici lisanıdır. Ya şakadır, parodidir. Daha ilginci, kadın yazısıdır. Daha daha ilginci, Ermeni ve Rum harfli Türkçedir. Yani: bir elit dili olan, egemen kültürün alameti olan YAZI DİLİ değildir. Yazı dili Türkçe değildir. Üç ayrı dilin harmanıdır, elsine-i selasedir. Bugün “Osmanlıca” adını verdiğimiz şey o.
Son derece sofistike bir seçkinler dilidir. Düzgün Osmanlıca yazmak ve okuduğunu anlamak için bir yandan Arapça medrese eğitiminin olağanüstü zengin skolatik inceliklerine, diğer yandan klasik Fars edebiyatının olağanüstü zengin imgeler dünyasına hakim olman gerekir. Yapısı gereği azınlık dilidir. Azınlık dili olmakla iftihar eder. 18. yy’a doğru büsbütün fildişi kulesine kapanır. Mesela Esad Efendinin 1732 tarihli Lehcetül Luğa’sı tipiktir. Arabi ve Farisi’deki gün yüzü görmemiş kelimelerin sözlüğüdür. Amaç nedir? “Herkes anlasın” değil. Tam tersine, “Avam anlamasın, ne lüzümu var.”
Klasik Osmanlıca çok güzel bir dildir. Anlayabildiğim kadarına ben bayılırım. Tazarruname yazarı Sinan Paşa veya Tacüttevarih yazarı Sadeddin Efendi ayarında düzyazı ustasının Türkçeye bir daha gelmediğini düşünürüm. Ta yirminci yüzyıl ortasında eski dili inatla kullanmaya devam eden İbnülemin’i Türkiye’de son yüz yılın en iyi yazarı saydığımı defalarca söyledim. Ama başka bir çağın ve başka bir kültürün dili, başka ihtiyaçların eseridir. 21. yy’da işe yarayacağını düşünen kendini kandırır.
Eski düzenin iflası
Birbirine bağlı iki kriz 19. yüzyıl başında eski sistemi yerle bir etmiştir.
Birinci kriz Batı ile tanışmadır. Birden fark edilir ki duvarın öbür yanında önceden hiç haberdar olunmayan devasa bir Kaf Dağı vardır. Osmanlı dili bu dağı kavramaktan, ifade etmekten, yorumlamaktan acizdir. O dönemde art arda yayınlanan ıstılahat lugatlerinin (Tıp lugati, Hukuk lugati, Tabakatül Arz lugati vb.) ortak konusu işte o heyula gibi dağdır. Tıngır ve Sinapyan’ın 1892 basımı Istılahat Lugati o çabanın zirvesidir. Fizik, kimya, mekanik, tıp, diplomasi, idari bilimler, bankacılık, askeriye, jeoloji, gastronomi, diplomasi, filoloji, edebiyat, müzik, tiyatro, dilbilim.... kırk çeşit alanda kırk bini aşkın Fransızca terime, kahramanca bir gayretle, Türkçe – yani Osmanlıca – karşılıklar bulmaya çalışır. Medrese Arapçası ile klasik şiir Farsçasının işlevi o noktada sona ermiştir. Yeni sayfa açılmalıdır.
İkinci kriz Batı ile tanışmanın ikizi ve tamamlayıcısı olan modernleşmedir. İdari yapı baştan kurulur. Nüfusu yüz bini bulan bir kamu bürokrasisi oluşturulur. O kadroları yetiştirecek okullar ve onların birbiriyle haberleşme aracı olan gazeteler açılır. Yeni bir yazı dili ihtiyacı o noktada kendini belli eder. Yeni okullardan mezun olan memurlar Esad Efendi’nin esoterik diliyle yazamazlar. Tacüttevarih’in diline Viktor Hügo ya da Haydarpaşa şimendifer tarifesi tercüme edilemez. Çok daha geniş bir kesime hitap eden, okuması kolay, Fransızcadan tercümeye yatkın, noktalama işaretleriyle bölünmüş bir dil lazımdır. Oluşturulur.
İki deney
Bir kere değil, ilki olmadı baştan deyip iki kere oluşturulur.
Birinci deney “Tanzimat Osmanlıcası” ya da Neo-Osmanlıca dediğimiz YAZI DİLİDİR. 1860’lardan 1920’lere dek egemen olmuştur. İkincisi “Öz Türkçe” olmakla övünen Cumhuriyet dönemi YAZI DİLİDİR. 1930’larda doğar, sanırım 1980 dolayında oluşum evresini tamamlar. İkisi apayrı siyasi anlayışların ürünüdür. Ancak yapısal özellikleri, sınıfsal temelleri, problemleri, başarıları ve çıkmazları şaşılacak ölçüde benzeşir.
İlkinde, gerek duyulan yeni dil Osmanlıcanın klasik kaynaklarından üretilir. Arapça ve Farsça köklerden, çoğu daha önce işitilmemiş, bir bölümü açıkça uydurma veya galat (hatalı, yerleşik dil kurallarına aykırı) olan binlerce yeni kelime yaratılır. İlk başta tepkiyle kaşılanır. Basın ve okul kitapları sayesinde yaygınlaşır, 1890’larda Serveti Fünun çevresinde bir ifrat ve cinnet aşamasından geçer, Meşrutiyet yıllarında istikrar kazanır.
Yapay bir dil midir? Elbette yapaydır. Yapay olmayan yazı dili yoktur. Evde eşinle ya da mahallenin bakkalıyla konuştuğun dilde tıp kitabı ya da kanun metni yazamazsın; kavramlar yetmez. İlaveten, her zaman Eski Osmanlıca kadar abartılı olmasa da, her yazı dili bir elit dilidir. Elitin farkını – kültürünü, kolay elde edilmemiş üstünlüğünü – sergilemesi gerekir. Yazı dili eski ve köklü ise bu özellikleri göze batmaz, “oo, ne kültürlü adam, güzel yazıyor” derler. Yeni ise batar, “vay züppe, kendini bir şey sanıyor” diye burun kıvırırlar. Zaman meselesidir. Yeni Osmanlıcanın oturup köklenecek zamanı olmamıştır.
Vakit olsa “tutar” mıydı? Tutmaması için bir neden göremiyorum. İnsanoğlu dil öğrenir. Bir kuşak, bilemedin üç kuşak sonra yeni dili sular seller gibi kullanır. Yapay dilleri de öğrenir. Uydurma dilleri de öğrenir. “Türkler” uzbakaç deyince anlar, televizyon deyince anlamaz diye bir kural yoktur: Neyi öğretirsen onu anlarlar.
Ayrıca o devirde ülkede sadece “Türkler” yoktu, o küçük gerçeği de aklınızdan çıkarmayın.
Neden “tutmadı”?
Tutmayışında birkaç sebep iç içedir sanırım.
Birincisi ve en önemlisi, Neo-Osmanlıca yazı dili ile özdeşleşmiş olan yönetici sınıfın topyekün itibar kaybıdır. Daha doğru ifade edelim: O sınıftan çok, o sınıfın kendine biçtiği kimliğin ve içinde yetiştiği kurumsal çerçevenin itibar kaybıdır. Sonuçta Cumhuriyet rejimini kuranlar, mesela Sovyetlerdeki gibi alttan veya dışarıdan gelen yeni bir kadro (“ayak takımı”, sans culottes) değildi. Abdülhamit dönemi elitlerinin çocukları ve Abdülhamit döneminin elit okullarının mezunlarıydı. Büyük bir siyasi çöküşle sonuçlanan eski kültürel ve kurumsal kimliklerini topyekün reddetme, yeni bir kisveyle “yeniden doğma” sevdasına kapılmışlardı. Eski kisveleri yakıp yok etme ihtiyacının, o aşamada şiddetle kendini hissettirmiş olması doğaldır.
İkincisi ve bunun tamamlayıcısı, 1913 Balkan Harbinin hemen ertesinde doğan “Anadolu” romantizmidir. Rumeli’nde korkunç bir yenilgiyle karşılaşan Neo-Osmanlı eliti, belki çaresizlikten doğan canhıraş bir tutkuyla, kurtuluşu “Anadolu”da aramıştır. Toplumsal gerçeklikle fazla bağı olmayan bir idealizmle “Anadolu insanı” yüceltilmiştir. Yönetici elitin aslında bihaber olduğu köylü ve kasabalı Türkçesinden yeni bir kültür dili üretilebileceği fantezisine bel bağlanmıştır.
Üçüncü sebep ‘komşuda var bizde niye yok’ sendromudur. Sırasıyla Yunanca, Ermenice ve Arnavutçanın 19. yy’da yaşadığı “arınma” ve “milli köklere dönme” serüveni genç Türk seçkinlerine emsal oluşturmuştur. Özellikle Ermenicenin reformu dikkatle izlenmiş, o süreçte rol alan kişiler danışman, dilbilimci, sözlük derleyici ve yayıncı sıfatıyla Türk reformuna katkıda bulunmuşlardır. Oysa paralellik yanıltıcıdır. Bir tarafta emperyal kültürün ezici ve öğütücü etkisine karşı benliğini korumaya çalışan azınlık kültürleri vardır. Öbür yanda emperyal kültürün kendisi vardır. Rumun veya Arnavutun Osmanlı/Türk kültürü tarafından yutulması tehlikesi gerçektir. Türkün Osmanlı tarafından yutulması tehlikesi absürt bir düşüncedir.
Nihayet dördüncü olarak, 1916’daki Arap isyanından sonra şiddetlense de kökleri Tanzimat yıllarına giden Arap nefreti yeni bir dil arayışında rol oynamış olmalıdır. Osmanlı eliti Batı ile tanıştıkça, belki doğal sayılması gereken bir refleksle, kendini Arap’tan ayırma ihtiyacı hissetmiştir. Arap’ı aşağılamak, 20. yy başlarından itibaren Osmanlı seçkinlerinin ulusal kimlik tanımının vazgeçilmez bir unsuru olmuştur.
*
Bu dört damardan beslenen Neo-osmanlıca karşıtı düşünce 1910 dolayında Türk Ocakları ve Yeni Kalemler odakları (bir başka deyimle, İttihat ve Terakki genel merkezi) çevresinde kristalleşir. On yılda ezici bir galibiyet kazanır. Eskinin – daha doğrusu, eski yeninin – savunucuları Cumhuriyet yıllarında faydasızca homurdanmaya devam ederler. 1980’lerde Burhan Felek kuşağıyla beraber tarihe karışırlar.
Başın rolü
Yeni Türkçe hareketi ne ölçüde Atatürk’ün şahsi vizyonunun ve/veya kaprisinin eseridir?
Kişi faktörü rol oynamış olsa da belirleyici olanın bu olduğunu sanmıyorum. Gazi’nin 1932’den itibaren sahneye koyduğu fikirlerin tümü (Arapça ve Farsça sözcükleri ayıklama, Türkçe köklerden yeni sözcük üretme, Orta Asya kaynaklarına dönüş, Anadolu’dan dil öğrenme...) İttihatçı çevrelerde 1910’dan itibaren geliştirilmiş ve kuvvetle savunulmuş görüşlerdir. Cumhurreisinin 1927 tarihli Nutuk’unda kullandığı son derece ağdalı neo-Osmanlıca, o görüşleri o aşamada henüz benimsemediğini gösterir. 1932’de neyin değiştiğini anlamak için belki 1930-31’deki rejim krizini daha yakından incelemek ve cumhurreisinin efsanevi pragmatizmini hesaba katmak gerekecektir.
Sonuçta uygulamanın biçimi çokça eleştirilmiş ise de Cumhuriyet seçkinleri arasında dildeki yenilenmeye prensip olarak karşı çıkan hemen hiç kimse olmamıştır. Yönetici zümrenin büyük çoğunluğu reformu hararetle desteklemiştir. Yeni dil, yeni Cumhuriyet elitinin kolektif kimliğinin bir tür simgesi ve alameti farikası olmuştur. Yani kişisel bir tercihten çok kolektif bir irade sözkonusudur.
Adamı eleştirelim, ama hayali güçler atfetmeyelim.
Yenisi farklı mı
Yeni Türkçe yazı dili yapay bir dil midir? Elbette yapaydır. Yeni kelimelerin Türkçe halk dilinde varolan birtakım köklerden türetilmiş olması onları “daha doğal” ya da “daha Türkçe” yapmaz. Sonuç olarak önerge, tecim, sömürge, saylav, örgüt, düzenek, evren ve benzeri binlercesi Türkçede 1935’ten önce var olmayan kelimelerdir; Türkçe bilen birinin bu kelimeleri 1935’ten önce “doğal” yapısal pemütasyonla üretmiş olması ihtimal dahilinde değildir. Türkçe bilen birinin bu kelimeleri mesela takrir, ticaret, mebus, teşkilat, tertibat ya da kâinat’tan “daha kolay” ya da “daha berrak” kavradığı da söylenemez. Hangisi öğretilse insanlar (bir ila otuz yıllık bir alışma devresinin sonunda) onu “doğal” ve “yerli” “kolay anlaşılır” kabul ederler.
Neo-Osmanlıcadan daha mı yapaydır? Değildir. Ama daha az yapay da değildir. Aynı ihtiyaca cevap vermek üzere, aynı kadrolar veya onların mirasçıları tarafından, benzer yöntemle ve benzer süreçlerde üretilmiştir. Sözkonusu ihtiyaç, Batıdan ithal edilen terminoloji “dağına” karşılık üretme zorunluluğu idi. Frenkten öğrendikleri fizik terimi focus/focale karşılığında önce Neo-Osmanlıca mihrak, sonra Yeni-Türkçe odak uydurdular.
Bunu daha önce yazdım sanırım, yeni dilin tanımlayıcı özelliği “çeviri tadıdır”. Yeni Türkçe sözcüklerin Fransızca ve/veya Osmanlıca karşılığını kolayca hatırlayabiliriz, ve hatırladığımız zaman (eğer bu iki dile az da olsa vakıf isek) sözcüğü “daha iyi anladığımız” duygusuna kapılırız. Örnek: ikilem > dilemma, ilke > prensip, ilgeç > edat, imgelem > tahayyül, imleç > cursor, istenç > irade, izlek > tema, izlenim > impression, intıba, kent > şehir, kentsoylu > burjuva... “Hah, şimdi anladım!” Aslolan, doğal olan, daha kolay anlaşılan, demek ki “daha Türkçe” olan, her örnekte ikincisidir.
Yeni dil Neo-Osmanlıcadan daha mı “halka yakındır”? Bunun cevabını verdim, yineleyeyim. Türkçe konuşan reel halkın, mesela yerine örneğin, millet yerine ulus, alim yerine bilgin, televizyon yerine uzbakaç deyince daha “halk tipi” bir dil duygusuna kapılmadığı, aksine belirgin bir elit kibri teşhis ettiği sanırım herkesin malumudur. Cumhuriyet elitleri herhangi bir nedenle “halka” hitap etmek istedikleri zaman “Öztürkçe” konuşmazlar, dillerindeki Osmanlı dozunu artırırlar. (Eski siyasetçilerden Süleyman Demirel, ondan önce Osman Bölükbaşı bu gerçeği keşfedip başarıyla uygulayanlardandır.)
Öte yandan Yeni Türkçenin mesela Tevfik Fikret veya Namık Kemal Osmanlıcasından daha elitist bir dil olduğu da söylenemez. Sınıfsal tabanları aşağı yukarı aynıdır; sınıfsal “tavır” da çok değişmemiştir. Batı medeniyetini Türklere taşımayı ödev edinen Türk yönetici sınıfı, bu işin “halk dili” ile yapılamayacağının – itirafta zorlansa da – bilincindedir.
Peki derdin ne arkadaş?
O halde Yeni Türkçeye itirazımız nedir?
Birkaç tanedir. İlki Türkiye’de muhafazakar çevrelerde çok önemsenen bir itirazdır. Haklı bir itirazdır, ancak uzun vadede o kadar hayati bir sorun olmadığı kanısındayım.
Türkçenin tarihsel köklerinden koparılması, yazı dilinde müthiş bir fakirleşmeye yol açmıştır. Aradaki fark, Osmanlı konağı veya Anadolu köy evi ile gecekondu apartman farkıdır. Modernleşmenin gereği sayılmıştır. Gerçekte 20. yy başının muazzam toplumsal travmalarından doğan bir “küsme” ya da “içe kapanma” refleksi olarak değerlendirilmesi daha doğru olur.
Türk modernleşmesinin ilk versiyonu ile ikincisi (Yeni Osmanlıca ile Yeni Türkçe) arasındaki temel yapısal fark, ilkinin eski Osmanlı yazı dili ile prensipte bağını korumuş olmasıdır. Eski Osmanlıca kelime hazinesinin büyük bir bölümü Yeni Osmanlıca bir metinde kullanılabilir. Yeni Osmanlıca bilen biri, tıpkı Shakespeare veya Milton okumaya çalışan bir modern İngiliz gibi, biraz zorlanarak da olsa eski dildeki bir metni okuyabilir; onun kültürel referanslarından yararlanabilir; edebi geleneği süregiden bir bütün (continuum) olarak algılayabilir. Yeni Türkçenin ise geçmişe dönük bir referansı yoktur. Kelime kaynağı olarak kullanılsa da, Eski Asya Türkçesi referans değildir. Yeni Türkçe bilen biri Orhun Yazıtlarını (veya Alişir Nevai’yi) daha kolay okuyamaz. Faraza okusa da o kaynaklardan modern Türk kültürü için kullanışlı malzeme üretemez. Sonuç, fakirleşmedir. Derin kökleri ve rezonansları olmayan, eski söylemlerin anısıyla beslenemeyen, kelime hazinesi ve konu dağarcığı, ifade biçimleri ve üslup seçenekleri son derece dar alana sıkışmış bir dil ortaya çıkmıştır. 20. yüzyıl, Türk edebiyatı için ölü bir çağdır.
Gene de bu “muhafazakar” eleştiriye çok fazla önem atfetmeyelim derim. Çünkü dil kendini tamir eder. İsrail Neo-İbranicesi, Filipin Tagalog’u ya da Papua Tok Pisin’i gibi sonradan üretilmiş yazı dilleri bile, birkaç kuşak içinde kendi geleneklerini, kendi anılarını, kendi normlarını ve anti-normatif egzantriklerini üretir. Nitekim 21. yüzyıl Türk edebiyatının, henüz arayış dönemini aşmamış da olsa, geçen yüzyıldan çok daha canlı ve zengin bir dil üretmeye başladığını düşünüyorum.
İkinci mesele daha ciddidir. Siyasi zorbalık ve onun kaçınılmaz sonucu olan kolektif aptallaşma ile ilgilidir. Geçmişe yönelik bir eleştiri olarak belki fazla önemsenmeyebilir. Sonuçta tarihte çeşit çeşit zorbalık vardır. Olan olmuş, biten bitmiştir, iyi yönüne bakmak lazım denebilir. Geçmişe mazi demeyi bilmek erdemdir. Ama konu yalnız dünün değil BUGÜNÜN konusudur. Geçmiş zorbalığın savunulması ve meşrulaştırılması, bugüne yönelik sonuçlar doğurur. Zorbalığın savunusu kaçınılmaz olarak beraberinde riyayı getirir. Yalanın gerçekmiş gibi sunulmasını, karşıt bakış açılarının yasaklanmasını, “hak” duygusunun bastırılmasını gerektirir. Bir bastırma ve susturma mekanizması kurulur; o mekanizmayı işleten ve ondan nemalanan zümre oluşur; o zümrenin kolektif çıkarını koruyacak yapılar inşa edilir. Türkiye’de bu kurumların adı Milli Eğitim ve Üniversitedir. Mücadele edilmesi insanlık görevidir.
Maksat geçmişi yargılamak değildir, riyayı teşhir etmektir. BUGÜNÜ sorgulamaktır. Özgür ve DÜRÜST düşüncenin sınırlarını büyütmektir. Sorun mu diyeceğiz mesele mi diyeceğiz, mevzu mu konu mu diyeceğiz, tümce mi cümle mi diyeceğiz, o değildir konu. ÇOK daha büyük bir meseledir.
Üçüncüyü de söyleyeyim eksik kalmasın. Yeni yazı dilini Osmanlıcanın eklektik kaynakları yerine kısaca “Türkçe” adı verilen Eski Türkçeden türetme kararı, dış dünyada o devirde egemen olan düşünce akımlarından bağımsız düşünülemez. Bu akımlara o dönemde kısaca ırkçılık (racism, Rassismus) adı verilirdi. Bugün bu kelimeyi kullanmak edebe aykırı bulunsa da terminolojiyi değiştirmek için henüz makul bir sebep ileri sürülememiştir.
“Kısaca ‘Türkçe’ adı verilen” ifadesini kullandım, açıklayayım. Türkçe bildiğimi sanıyorum. Benim bildiğim Türkçede maksat da Türkçedir, ifade de Türkçedir. Fenerbahçe, televizyon, kitap, estağfurullah, patlıcan, devlet, mukabelei bilmisil, hacıyatmaz, siyasi parti, leopar deseni, kuvayi milliye, park ve bahçeler müdürlüğü, pelte, çeyrek porsiyon Adana, Ali, Veli, merhaba, ve, aşk ve aşkito Türkçedir. Bana bu çok basit bir gerçekmiş gibi geliyor, size de öyle geleceğinden eminim. Lakin Yeni Türkçenin tasarlayıcıları öyle düşünmezler. Bu sözcüklerin Türkçe olmadığı, buna karşılık Eski Uygurcada keşfedilen acun, kip ve astın gibi birtakım sözcüklerin Türkçe olduğu kanısını taşırlar.
Bu kanının makul sayılabilecek bir tek tek dayanağı vardır. O dayanak bir ırk teorisidir. Türk “milleti”, saf ve asıl sayılan bir Orta Asya kavminin devamıdır; demek ki Türk dili de saf ve asıl sayılan o kavmin diline indirgenmelidir. Sonradan eklenen her şey “yabancı”dır; dili “bozar”. Türk dilinin bu unsurlarla beslenmesi dili zenginleştirmemiş, “dejenere” etmiştir. Aynı şekilde Türk “milletine” karışan her türlü unsur da toplumdan ve tarihten ayıklanmalı, ulusal benlik, tıpkı dil gidi, Orta Asyalı özüne geri döndürülmelidir.
Bu anlayışın gerek Türk toplumuna, gerek onunla komşu ve kader ortağı olan toplumlara verdiği zararı burada uzunca anlatmama gerek yoktur sanırım.
Özetleyek.
Yazı dilinin prensipte yapay bir oluşum olduğunu döne döne vurguladım. Yeni bir yazı dili gerekiyordu. Bunu ha Acemceden ha Uygurcadan türetmişler bence en geniş soyutlama düzeyinde arada pek fark yoktur. İstenirse Japoncadan da türetilebilirdi; üç kuşak sonra yadırgayan kalmazdı.
Bu dilin eskisine oranla “daha Türkçe”, “daha yerli ve milli”, “daha halk diline yakın”, “daha kolay”, “daha demokratik”, “daha modern” olduğunu sananlara gülüp geçmekten başka yapacak bir şey yoktur. Cehalettir. Zamanla belki geçer.
Yeni dilin ırkçı bir teori üzerine inşa edildiğini anlamayanlara anlatmakta fayda vardır. Belki anlayan olur.
Öz Türkçe kullanmayı vatanmillete sadakatin ya da Kurucu Ata’ya ibadetin şartı sayan, ve dolayısıyla bu görüşe katılmayanları toplumdan dışlamayı hak bilenler zararlı mahlukattır. Onlara meydan vermemek gerekir.
O yüzden “sözcük”, “kalıtımsal” ve “yanılsama” içeren dili kullanmakla, o dilin altındaki teoriyi sorgulamak ve savunucularını bazen hırpalamak arasında ben mantıki bir çelişki göremiyorum.
Friday, January 11, 2019
Primitif
Geçen günkü notumda primitif kelimesini kullandım, kaş kaldıranlar oldu. ‘İlkel’ diyebilir miydim? Diyebilirdim sanırım, ama ilkel’de aşağılayıcı bir tını var. Primitif benim kastettiğim anlamda daha sık rastladığımız bir kelime, “bir şeyin ilk, temel, evrimleşmemiş haline ait”. Aşağılama yok, hatta bazen övgü bile sayılabilir. Almancası urtümlich, daha da güzel. ‘İptidai’ olur mu? Olur ama antika kaçar. ‘Birincil’ öneriyorlar, sevmedim. Birincil primary demek. Daha çok “önem veya görünürlük açısından önde gelen”.
Dil gerçek eş anlamlıları sevmez. Tanım gereği eş anlamlı olan kelimeler arasında dahi zamanla kullanım farkları, nüanslar doğar. O yüzden, ilk bakışta lüzumsuz da görünse dilde çok kelime olması iyidir. “Aynı” kavramın osmanlıcasının, frenkçesinin, uydurmasyoncasının bir arada bulunması da iyidir. Dağarcığında silahtır, günü gelir kullanırsın.
*
Primitif kavram derken almak, gitmek, yemek, havlamak, dağ, ağaç, aslan, kış, el, kardeş, soğuk, sert, aşağı, ben gibi, herhangi bir kültürel gelişimi ima etmeyen kavramları kastediyorum. İnsanoğlunun küçük gruplar halinde avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği çağda bu kavramlar vardı, muhtemelen bunları ifade eden sözcükler de vardı. Sepet, para, fırın, kale, dünya, şarap, dikiş dikmek, kavram, sayı saymak, tartmak bunun bir sonraki aşamasıdır. Suşi, strüktüralizm, sysop, bilet, adagio sostenuto, uydurmasyonca, kavramsallaştırmak, iltisaklı çok sonraki aşamalarıdır. Bu kavramlardan herhangi birini ilkel bir avcı-toplayıcıya anlatmak için günlerce, hatta aylarca dil dökmen, medeniyet tarihi dersi vermen gerekir. O bile yetmez, anlatamazsın.
Bildiğim tüm diller primitif kavram ifade eden sözcükleri başka dillerden almaya dirençlidir. Bugünkü Türkçede bu tür sözcüklerin ezici çoğunluğu, belki %95’i aşkın kısmı Eski Asya Türkçesinden mirastır. Temel fiiller, temel doğa olgularının adları, beden kısımları, akrabalık adları, temel sıfatlar, birden bine kadar sayılar bu zümreye girer. Bunların mesela Sumerceden, Çinceden yahut Kürtçeden alıntı olduğunu söyleyenlere rastlarsanız gülüp geçiniz. Anlatmaya kalksanız avcı toplayıcıya bankamatiği tarif eder gibi, aylarca uğraşmanız gerekir.
Türkçede halen yaşayan tek heceli basit fiiller 200 tane kadardır. Sayalım: almak, asmak, aşmak, atmak, aymak, bakmak, banmak, basmak, batmak, bıkmak, bilmek, binmek, bitmek, bozmak, bulmak, bükmek, büzmek... Bunlar insan zihninin ve iletişim aygıtının en temel katmanını oluşturan birimlerdir: onlarsız konuşamayız, cümle kuramayız. Hemen hepsi Asya Türkçesinin bilinen en eski metinlerinde (standart ve kurallı ses değişimleri ile) mevcuttur. Sadece sekiz ila on kadarı biraz daha geç dönemde tarih sahnesine çıkan Türkiye (Oğuz) Türkçesinde belirmiştir. Biri hariç hepsi olabildiğince primitif kavramları ifade eder.
(İstisna, yazı yazmak anlamındaki yazmak fiilidir. Besbelli geç döneme ait bir kültür kavramıdır. Etimolojisi muğlaktır; bıktırıncaya dek tartışılmıştır. Tahminimce “çizik atmak, çentmek” anlamındaki cızmak fiilinin özel anlam kazanmış varyant biçimidir.)
*
“Ses çıkarmak” anlamına gelen quasi-onomatope fiiller üreten +kIrmak morfemi (biçimbirim diyorlar, ben öyle demeyeyim) Türkçenin en eski katmanlarından beri kullanılır. Halen üretken değildir; o yüzden dili kullananlarca “farkına varılmaz”. İşaret edilince şaşırma ve sevinme duyguları uyandırır. Buyurun örnekler: anırmak (aslı anğırmak), bağırmak, böğürmek, çağırmak, fışkırmak, geğirmek, haykırmak (eski metinlerde genellikle ayğırmak), hıçkırmak, öğürmek, öksürmek (aslı muhtemelen öskürmek, Azericede halen öyle), püskürmek (püfkürmek biçimi yaygındır), sümkürmek, tükürmek (eski metinlerde tüvkürmek/tüfkürmek). Osurmak tahminimce bu gruptandır (osğurmak?) ama emin değilim. Aksırmak ve tıksırmak biçimleri ise tahminimce metatezli öksürmek fiilinden kıyas yoluyla yakın devirde üretilmiş olmalı.
Köpek sesi anlamında 11. yüzyıldan itibaren kaydedilmiş olan uzun ü ile ürmek, bence besbelli *üğürmek biçiminden evrilmiştir. “Üü diye seslenmek” yani.
Saturday, November 25, 2017
Türkçe Yazılı Eser Eksikliği

Köprülü’nün temel kaygısı, Selçuklular döneminde Türklerin yüksek kültürden nasipsiz, bir edebiyat oluşturamamış, ümmi, “cahil”, “göçebe” vb. bir topluluk olduğuna ilişkin yaygın kanıyı gidermektir. Buyurun, mesnevi yazmışlar, divan yazmışlar, demek ki “kültürlü” idiler! Köprülü’nün çeşitli alanlardaki çalışmalarının hemen hepsinde bu temel kaygı kendini hissettirir. Amaç, Türklerin Anadolu’ya özgün bir “milli” kültür getirdiklerini kanıtlamaktır. Bu çaba, yeni cumhuriyetin Emperyal Osmanlı mirasının altında ve ardında milli bir altyapı (substratum) keşfetme arzusuyla uyum içindedir.
Oysa en basit mantıkla görülebilir ki Türklerin Türkçe yazı yazmamış olması yazıyla ilgilenmediklerini, "cahil" vb. olduklarını göstermez. Sadece Türkçe yazmadıklarını gösterir. 11. ila 13. yy’lar, Türk egemenliği altındaki coğrafyada Acem edebiyatının şaşaalı bir Rönesansına tanıklık etmiştir. Üç yüz yıllık bir aradan sonra Yeni Farsça’nın muazzam bir edebi enstrüman olarak yeniden doğuşunu haber veren Firdevsi’nin Şehname’si Türk hakanı Gazneli Mahmud’a ithaf edilmiştir. Sa’di, Attar, Enveri, Genceli Nizami, Ömer Hayyam, Celaleddin Rumi Selçuklu hükümdarları altında ve onlarla dostluk, patronaj, ittifak, kavga vb. ilişkileri içinde yaşamışlardır. Klasik Arap ilim ve edebiyatının parlak eserlerinden birkaçı yine aynı dönemde, Türk siyasi egemenliği altında üretilmiştir: bkz. Gazali, Nasırüddin Tusi vb. Dönemin mimarisinden ve plastik sanatlarından arta kalan örnekler da, ‘ilkel’ ya da ‘göçebe’ sayılacak bir kültüre işaret etmez.
Etnik kökeni Türk olan kişilerin bu kültürel faaliyetten ne kadar pay aldıkları konusunda net bir fikir sahibi değiliz, çünkü dönemin yazarları genellikle etnik kökene ilişkin bilgi vermezler. Ancak, Gazne’de, Semerkand’da, Rey’de, Tebriz’de, Musul’da, Kahire’de, Konya’da, Sivas’ta, Türk egemenlerinin dünya çapında edebi eserler ısmarladıklarını ve en azından bunları okuyacak kadar okuryazar olmaları gerektiğini söyleyebiliriz.
Sevan Nişanyan
Diglossia: Türkçe ve Farsça

Yaygın varsayımın aksine, insanoğlunun doğal hali tek-dillilik değildir. Dünyadaki insanların sayısal çoğunluğu, işlev ve statü açısından ayrışmış iki veya daha fazla dilin bir arada kullanıldığı toplumlarda yaşarlar. Bireyler küçük yaştan itibaren bu dilleri öğrenerek büyürler; dillerden herhangi birini ‘yabancı dil’ olarak algılamazlar.
Bir dil genellikle evde ve tarlada konuşulan ‘aşağı’ dildir; kadınlarla, çocuklarla ve ailenin – hizmetkâr, evlatlık, besleme, dul kadın gibi – bağımlılarıyla iletişim ortamıdır. Diğeri kamusal alanda, okulda, dini toplantılarda ve toplu oyunlarda kullanılan ‘yüksek’ dildir. Erkekler çoğu zaman aralarında bu dili konuşmayı tercih ederler; onu iyi bilmeyi bir prestij meselesi olarak görürler. Yabancıların bulunduğu ortamlarda aşağı dilin telaffuz edilmesi ‘ayıp’ ya da ‘tuhaf’ sayılır; çoğu zaman utanma ve gülme duygusu uyandırır. Aşağı dili yüksek dilden kelime ve deyimlerle beslemek olağandır; buna karşılık yüksek dile aşağı dilden alıntılar karıştırmak ‘cahillik’ hatta ‘saygısızlık’ sayılır. Yazı faaliyeti doğal olarak yüksek dilde sürdürülür. Aşağı dilde yazı yazmak, iç çamaşırıyla sokağa çıkmak gibi, usul ve erkâna aykırı bir davranıştır; insanlar böyle bir şey yapsalar dahi sözünü etmekten hoşlanmazlar. Aşağı dilin edebiyatı sözlüdür; türkülerde ve masallarda kendini gösterir. Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için yazıya baş vurulur.
Günümüzde Sahra-altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya halklarının ezici çoğunluğu, iki ya da daha çok dilli sistemlerde yaşamaktadır. Çin halkının yarıdan fazlası ulusal dille karşılıklı anlaşmaya izin vermeyen yerel diller konuşur. Yüzlerce yerel dilin konuşulduğu Endonezya’da, ulusal dil küçük bir başkent eliti dışında herkesin ikinci dilidir. Dünyanın en çarpıcı linguistik haritalarından birine sahip olan Dağıstan’da halk 24 civarındaki yerel dile ilaveten, çarşı dili olarak üç bölgesel dilden birini (Avarca, Darğınca ve Lezgice), üst düzey iletişim dili olarak Rusçayı, ve ayrıca bazen Kumık Türkçesini bilir. İsviçre’nin Romanş halkı eğitim ve edebiyat dili olarak Orta çağlardan beri İsviçre Almancasını kullanırlar.
İran halkının yirmi milyona yakın bölümü özel hayatta Azeri Türkçesi konuşurken, kamusal ve ticari hayatta Farsça kullanırlar, Farsça yazarlar ve Fars dilinde zengin bir edebi yaşam sürdürürler. Tebriz ve Urmiye gibi Batı İran kentlerinde Türkçe bilmeyen hemen hiç kimse olmadığı halde, yazılı Türkçenin izine tesadüf edilmez. Bu durum sadece yasal kısıtlamalarla açıklanamaz. Türkçe konuşan halk Farsçayı da kendi anadili olarak algılamakta ve yazılı iletişimi, okullarda talim edilen bu anadili üzerinden sürdürmeyi doğal saymaktadır.
1070 ile 1300 yılları arasında Anadolu’da Türkçe yazılı üretimin olmayışı böyle bir diglossia vakasının yansıması mıdır? Yani mutfaklarında ve hizmetçi odalarında Türkçe konuşan bir toplum, kültürel üretimini Farsça (ve akademik ve dini konularda Arapça) yapmayı mı tercih etmiştir?
Yoksa daha radikal bir ihtimali değerlendirmeliyiz? Anadolu’da Malazgirt’ten sonraki iki yüz yılda gerçekte hangi dilin konuşulduğunu bilmediğimizi itiraf mı etmeliyiz?
Cevabı tahmin ve hissiyatla verilebilecek sorular değildir bunlar. Edebi ve epigrafik kaynaklardaki ipuçlarını didik didik etmek gerekir; yer ve kişi adlarının derinlemesine incelenmesi gerekir; muhtemelen arkeoloji ve genetikten de yardım istemek gerekir. Burada yapabileceğimiz şey sadece doğru soruları sormaktan ibaret.
Sevan Nişanyan
Saturday, November 18, 2017
Kaybedenlerin İsyanı

“Türkçede asıl tartışma konusu olan alıntılar yukarıda saydığım üç kategoriye (ithal ürün, yabancı kültür simgeleri, teknik terminoloji) girenler değil. Bir de sınıf faktörü var.
Hemen her toplumda, belli dönemlerde, belli bir yabancı bir dili bilmek ve kullanmak sosyal bir statü simgesi olmuş. Örneğin İngiltere’de Fransızca ve Latince uzun süre bu işlevi yüklenmişler. Tamamen işlevsel Anglosakson kelimeleri varken, yanısıra daha şık, daha ‘kültürlü’ durduğu için Fransızca ve Latince sözcükler benimsenmiş. Shit yerine excrement demek kibarlığın gereği sayılmış. Şatonun çiftliğinde cow, pig ve sheep rahatça dolaşırken, kesilip sofraya geldiklerinde Fransız sosuyla terbiye edilip beef, pork ve mutton adını almışlar.
Türkiye’de 800 yıl boyunca Arapça ve Farsça, sonra 1830’lardan 1950’lere kadar 120 yıl Fransızca statü dilleri olmuşlar. Bu dilleri bilmek ve kullanmak, kültürlü sayılmanın vazgeçilmez koşulu yerine geçmiş. Bu dilleri bilmeyenler ve bildiğini kanıtlayamayanlar ‘kıro’ zümresine layık görülmüşler. Cumhuriyetin ilk yıllarında Arapça ve Farsça sözcükleri dilden ayıklama kararı verilince, sosyal ve sınıfsal alışkanlıklar emirle kolay değişmediğinden, yeni icat edilen “öz” Türkçe de avam kesiminin bilmediği bir seçkinler dili olmaya yüz tutmuş. Öz Türkçe macerası 1980’lerde çökünce bu kez İngilizce, Türkçenin sınıfsal referans dili olarak öne çıkmış bulunuyor.
Prestij dilinin ufacık bir dokundurması bazen iki sınıf, iki statü, iki dünya arasındaki farkı inanılmaz bir netlikle ifade etmeye yetiyor. Çarpıcı bir örnek: eskici ile Eskidji arasındaki fark. Birincisi ne kadar sefil, bitli ve alaturka ise ikincisi o kadar cool. Çünkü İngilizce değmiş.
Osmaniye valisinin İngilizce kelimeleri yasaklaması da bence ilk bakışta gözüktüğü kadar anlamsız bir davranış değil. Belki doğru olarak algılanan bir sınıfsal tehdidin reaksiyonu: kaybedenlerin isyanı!
”
Türkçe ve Arapça
“12. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna dek Türk dili Arapça ile büyük bir aşk yaşamış. Arapçadan Türkçe yazı diline on bini aşkın kelime aktarılmış. Bu kelimelerden yaklaşık üç bini halen Türkçe'de kullanılıyor.
Bu aşkın asıl nedeni muhakkak ki din. Ama ikinci bir nedeni de bence gözden kaçırmamak gerekiyor. Arapça, olağanüstü denecek ölçüde güzel bir dil. İnsan aklının başyapıtlarından biri sayılması gereken, adeta matematiksel bir yapısı ve muazzam bir şiirselliği var. Kelime hazinesi inanılmayacak ölçüde zengin. Özellikle soyut kavramları ve rafine nüansları ifade etmek konusunda son derece kıvrak. Felsefe ve hukuk alanlarında Almanca ve İngilizce gibi büyük kültür dilleriyle rahatlıkla boy ölçüşecek bir zenginlik, berraklık ve esnekliğe sahip. Bu nedenle Arapçanın Türkçe üzerindeki etkisinden şikayet edenleri ben pek fazla ciddiye alamıyorum. Ya Arapça bilmiyorlar, ya da milliyetçilik afyonunu biraz fazlaca yutmuşlar.
Daha ileri giderek, Türkçeyi iyi bilmek ve iyi kullanmak için Arapça öğrenmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Arapça bilmeyen birinin Türkçeyi alacakaranlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışır gibi konuşacağını düşünüyorum. Bu düşünceyle üniversite öğrencisi olduğum yıllarda Arapça öğrendim. Türkçenin etimolojisi ile ciddi olarak ilgilenmeme yol açan olay da sanırım bu oldu.”
Friday, November 17, 2017
Türkçe'nin Yabancı Kelimelerden Arındırılması Neden Zor?

“Türkçeyi “yabancı kelimelerden temizleme” çabasına girenlerin işi hiç kolay değil. Bir fikir vermek için, temizlenmesi gereken deyimlerden küçük bir demet sunayım.
Gazete bayii (İtalyanca Arapça), limited şirket (İngilizce Arapça), betonarme bina (Fransızca Arapça), tahta kurusu (Farsça Yunanca), yasal haklar (Moğolca Arapça), tepsi böreği (Çince Farsça), davul zurna (Arapça Farsça), haydut herif (Macarca Arapça), salaş lokanta (Macarca İtalyanca), çölde çay (Moğolca Çince), motorize tümen (Fransızca Toharca), domates peynir (Aztekçe Farsça), şampiyon Fenerbahçe (Fransızca Yunanca Farsça), İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü (Yunanca Arapça İngilizce Arapça Farsça Arapça), Osmaniye Valiliği Lüzumsuz Mesai Dairesi Amirliği (altı kez Arapça).
Olaya farklı bir açıdan bakmak da bence mümkün. Böyle inanılmaz bir kültür sentezinin yeryüzünde başka örneği acaba var mıdır? Başka hangi dil ‘Çin Seddinden Atlantiğe kadar’ hemen her dilin izlerini taşır? Bir kavramın Fransızcasını, Yunancasını ve Arapçasını aynı rahatlıkla bir cümleye sığdırabilmek bir zenginlik değil midir?
Kozmopolitliğiyle övünen İngiliz dilinin kelime hazinesinin %25 kadarı eski Anglosaksoncadan, %60 kadarı Fransızca ve Latinceden geliyor. Fransızca kelimelerin %70’e yakın bölümü Latinceden devşirme. Doğrusunu söylemek gerekirse, az çok inceleme fırsatını bulduğum 25 kadar dil arasında Türkçenin rekoruna yaklaşan başka dil yok.”
Liranın Hikayesi

“Yunanca lítra veya líthra ile Latince libra, iki kefeli terazide kullanılan ve başlangıçta yaklaşık 310 grama muadil olduğu sanılan bir tartı biriminin adı. Erken antik çağda bu ölçü Sicilya’dan başlayarak tüm Akdeniz dünyasına yayılmış. t – b eşdeğerliği kuraldışı olduğundan kelimenin asıl biçimini tahmin etmek mümkün değil; ama iki sözcüğün kökende aynı olduğu uzmanlarca kabul ediliyor.
İki sözcükten libra daha yaygın kullanıma kavuşmuş. Livre adıyla Fransızcaya geçmiş. İngilizcede libra ve Anglosakson asıllı pound biçimleri eş anlamlı olarak kullanılmış (o yüzden günümüze dek pound’un kısaltması lb. yazılıyor). Ağırlık birimi olmanın yanısıra, 1 lb. gümüş içeren standart para biriminin de adı olmuş. Avrupa’da ilk gümüş libre 8. yüzyılda Şarlman zamanında tedavüle girmiş. İtalyanca lira adıyla Floransa şehir devletinin dünyaca ünlü parası olmuş. Osmanlı devletinde Galatalı İtalyan bankerlerin kullandığı bir muhasebe birimi iken, 19. yüzyıl sonlarında bilfiil dolaşıma girmiş. 1919-20 enflasyonunda kuruşu ezip geçmiş. ”
Subscribe to:
Posts (Atom)