Showing posts with label Lenin. Show all posts
Showing posts with label Lenin. Show all posts

Wednesday, October 24, 2018

Türk Oblomov'u



Yavuz Altın, tr724.com
Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.

Thursday, September 21, 2017

A Look into Russian Politics



Debov joined the secret "Lenin Mausoleum" unit in 1952, a group of scientists that embalmed the revolutionary leader, who has been lying in state in Moscow since his death in 1924. For almost 40 years, Debov, who also embalmed Stalin, freshened up Lenin's body with a secret solution twice a week.

Then the Soviet Union and communism collapsed and President Boris Yeltsin slashed the secret unit's financing as well as the honor guard in front of the mausoleum. Lenin became a national pariah and citizen's initiatives began calling for him to be buried in a cemetery in St. Petersburg. Debov told me he was shocked: "Removing Lenin from the history of Russia -- that's unacceptable."


**


It's a common story in Russia. Even when the leadership tries to do something good for its people, things go wrong -- because the government takes decisions on its own and then presents them to the people like a Christmas present. And because it tries to realize its projects in a Bolshevik manner. The notion that there could be objections among the people is not something that Russian politicians tend to consider.


**


Several months ago, I had a dispute about this with respected filmmaker and theater director Andrei Konchalovsky. He is turning 80 this year, has made some of Russia's best films and has lived in Hollywood for a long time. Despite our disagreements, we were very close to one another in our views of many things. Konchalovsky says Russians have retained the soul of a peasant over the centuries, arguing that Russians never became citizens in the true sense of the word and always positioned themselves in opposition to the state, because the government is always trying to take something away from them. At the same time, he argues, Russians are so enormously patient that they can more easily accept injustices. He also argues that Russian thinking is Manichean -- that Russians only know black and white.

And then Konchalovsky said that Putin initially thought like a Westerner, but ultimately realized why every Russian ruler struggles to lead this nation: Because its inhabitants, in accordance with an unshakable tradition, freely delegate all their power to a single person, and then wait for that power to take care of them, without doing anything themselves.

In that sense, the relationship between people and state in Russia is a vast misunderstanding. Is a foreigner allowed to say such a thing? I think so. I have been reporting on Russia for over 30 years and lived half of that time in the country. It's clear to me why the liberals associated with Boris Yeltsin failed in the 1990s. Liberalism has no chance in Russia. The people won't allow it.


The strange relationship between many Russians and their government is also manifest in myriad everyday details. Two or three years ago, Moscow's mayor tried solving the parking problem by introducing an online parking system. The charges were low, with an hour usually costing less than a euro. The problem was largely relieved and the system worked for everyone. And then what happened? Muscovites began covering their license-plate numbers so that the inspection vehicles couldn't scan the numbers as they drove, thus making it impossible for them to find any violators.


Another example: For decades, few new streets, let alone highways, have been built in Russia. But now there are plans to build a new highway between Moscow and St. Petersburg. The first stretch, which leads to Moscow's Sheremetyevo international airport, is already open. As a toll road, however, it is hardly getting used, despite the relatively low charges. Russia's drivers believe it is a government rip-off and prefer sitting in traffic jams on the old road.


**


The notion that citizens must do something for society and that they will get something back is only rarely encountered in Russia. The Russians may honor their actors and poets far more than the Germans do theirs, but they take a skeptical view of the truly creative people, who, in their own way, try to advance the debate about the future direction of the country.


Writer Boris Akunin sells millions of books, but he lives outside the country because he can't stand his government's politics. The same is true of fellow writer Vladimir Sorokin, who was long harassed by political organizations close to the government. Internationally renowned director Kirill Serebrennikov has also been pressured, with police units recently having stormed his theater. His ballet "Nureyev" at the Bolshoi Theater was canceled three days before its premiere after having faced heavy resistance from conservative politicians. The cancellation also affected me, because I had managed to obtain one of the hard-to-get Bolshoi tickets for that evening.


Such overreach bothers only a small number of Russians. Apart from a few voices in the Moscow intelligentsia, there are no protests.


**


Demagogy, Half-Truths and Lies


The things I have written about here were not invented by Vladimir Putin. He merely discovered things that already existed and factored them into his calculations. Fear of personal responsibility? Marginalization of people who think differently? Resignation to fate? Feelings of inferiority toward the rest of the world? These are traits against which the state should be acting. Instead the government strengthens them, because it is useful for it. I only realized in the last few years how much it bothers me, even among Russian friends, most of whom have now succumbed to their president's demagogy.
Putin fires up the Russians' feelings of contempt for Ukrainians, even though -- and I'm convinced of this -- the Russians are jealous that the Ukrainians will now succeed in getting closer to Europe. And he reinforces a feeling of moral and military superiority among the Russians over the West. It has little connection to reality, but isolates the state and the people more and more from the outside world. Putin is making Russia a dissident from the world order and the people are thrilled by it like it's a fairground attraction, even though for many Russians, Europe and America remain the primary reference point for their own lives.


As I said, Putin didn't invent any of this. He only learned how to masterfully exploit it and to serve this Russian mentality with demagogy, half-truths and lies. That, for me, is the most important realization 25 years after Russia's rebirth.



Christian Reef
Der Spiegel

Thursday, April 27, 2017

İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar


“Bir ülkenin bir başka ülkeye savaş ilan etmesi ânında halk yığınlarının sokaklara ve meydanlara dökülüp sevinç gösterilerinde bulundukları her zaman görülmüştür, bu tür gösterilerde sokakları dolduran halk yığınları arasından başka seslerin, daha yavaş, daha gerilerde kalmış seslerin de yükseldiği, yine bilinen bir gerçektir. Bir savaş ilanı ânında korku da, kaygı da kuşkusuz kendini gösterir; ancak bunlar açığa vurulmazlar, odalarda fısıltı biçiminde dolaşırlar ya da kül gibi olmuş dudaklardan bir türlü dışarı çıkamazlar. Kendi kendilerine, düşman askerleri çocuklarımızı öldürecek mi, diye soran anneler, malı, tarlası, evi, hayvanları ve ürünü için kaygılanan köylüler her zaman ve her ülkede bulunur. Acımasız düşman askerleri tarafından ekinleri çiğnenip evleri yağma edilmeyecek mi? Çalıştıkları tarlalar kanla sulanıp gübrelenmiş olmayacak mı?”
**
“İnsan adı verilen şu tuhaf yaratığın yeryüzüne ayak basışından bu yana geçen binlerce, belki de yüz binlerce yıl boyunca, insanoğlunun ilerleyişinin en büyük göstergesi olarak atın koşması, tekerleğin dönmesi, geminin kürekle ya da yelkenle hareket etmesi gösterilmişti. İnsanlık tarihi dediğimiz ve bilgi ile aydınlanmış o daracık alana sığdırılan bütün teknik gelişmeler, hiç de öyle dikkat çekici bir hızla gerçekleşmedi. Wallenstein'in orduları, Sezar'ın lejyonlarından çok daha hızlı ilerlemedi, Napoléon'un orduları Cengiz Han'ın akıncılarından daha çabuk yol almadı, Nelson'un gemileri Wikinglerin korsan kayıklarından ve Finikelilerin ticaret gemilerinden daha hızlı değildi. ChildeHarold yolculuğuna çıkan bir Lord Byron, bir günde, Pontus sürgününe giden Ovidius' tan daha fazla yol alamıyordu. On sekizinci yüzyılın büyük şairi Goethe, bin yıl önce yaşamış bir Havari Paulus'tan daha rahat ve daha hızlı yolculuk yapamıyordu. Ülkeleri birbirlerinden ayıran zaman ve mekân olgusu hiç değişmiyor, Roma İmparatorluğu zamanında nasılsa, Napoléon zamanında da öyle kalıyor. Kısacası, madde, insanoğlunun isteklerine karşı üstünlüğünü korumayı sürdürüyor.”
**

O âna kadar kendi içine kapalı bir yaşam biçimine sahip insanoğlunu, dünya ile bütünleştirecek olan bu büyük ve tarihsel olaya, telgrafın bulunduğu 1837 yılına, ne yazık ki okul kitaplarımızda çok az yer veriliyor: çünkü bu kitapları hazırlayanlar, ulusların ve ordu komutanlarının kazandıkları savaş ve utkularını, insanlığın gerçek utkusundan daha üstün tutuyorlar. Ama buna karşın, daha sonraki çağlarda gerçekleşecek hiçbir tarihsel olay, zaman ölçüsündeki bu köklü değişikliğin yol açtığı psikolojik etkisiyle kıyaslanamaz. Artık dünya değişmiştir. İnsanoğlu, Amsterdam, Moskova, Napoli ve Lizbon'da olup bitenleri aynı anda Paris'te de öğrenme olanağına kavuşmuş bulunuyor. Yalnızca bir adım daha atmak gerekiyor, o zaman dünyanın öteki yerleri de insanlığın ortak bilinci ve sıkı işbirliğiyle bir araya gelmiş olacak.
**
Bir mucizenin gerçekleşebilmesi ya da olağanüstü bir şeyin tamamlanabilmesi için bireyin, her şeyden önce bu mucizeye inanması gerekir. Bazen bilgisi kıt birinin çılgınlığı, bilginlerin yapmakta duraksadıkları yaratıcı hamleyi yapma olanağını verir.
**



“Hiç kimsenin dikkatini çekmeyen bu ufak tefek ve tıknaz adam, gözlerden uzak, sessiz bir yaşam sürüyor. Kalabalık içinde görünmekten kaçınıyor, çekik kara gözlerindeki o keskin bakışlarını, pek fark eden yok. Ziyaretine gelenlerin sayısı da çok az. Ama her gün düzenli olarak sabah saat dokuzda kütüphaneye gidiyor ve orada, öğle tatiline, saat on ikiye kadar oturuyor. On ikiyi tam on geçe evinde oluyor ve herkesten önce kütüphanede bulunmak için, bire on kala yeniden evinden çıkıyor ve akşamın altısına kadar orada oturuyor. Fakat haberalma servislerinde çalışan ajanlar, yalnızca çok konuşan adamlara dikkat ettikleri ve çok okuyup çok öğrenen yalnız insanların, dünyamızda gerçekleştirilen devrimlerde oynadıkları rolün ne kadar büyük olduğunu bilmediklerinden, kundura tamircisinin evinde oturan bu sessiz ve önemsiz adam hakkında hiç bilgi toplamıyorlar. Sosyalist çevrelerin bu adamla ilgili bütün bildikleri, Londra'daki Rus mültecilerin çıkardığı küçük ve radikal bir derginin yazıişleri sorumlusu olduğu ve Petersburg'da, adı o zamanlar dile alınmayan bir partinin başkanlığını yaptığıdır. Sosyalist partinin en saygın üyeleri bile, yöntemlerini yanlış bulup haklarında sert eleştiriler yapan ve küçümseyici sözler söyleyen bu adamla uzlaşmanın asla mümkün olamayacağını bildikleri için, onunla pek fazla ilgilenmezler.''