Showing posts with label İngilizce. Show all posts
Showing posts with label İngilizce. Show all posts

Tuesday, June 25, 2019

Elalemin Diline Neden Öykünürler?

beige, red, and brown signages on beige stand at daytime
Bu yazı Sevan Nişanyan'ın  En Son Yazıları isimli bloğundan alınmıştır.

Her dil, belli bir tarih döneminde “kültürel norm” kabul ettiği uygarlığın dil(ler)ini, deyimlerini, üslubunu, ifade biçimlerini taklit eder. O uygarlığın sözlüğünden kelimeler alır; doğrudan almasa bile, çeviri yoluyla onun kavram ve deyimlerini kendine mal eder.
Kültürel taklit DAİMA sınıfsal boyut taşır. “Norm” kültürü iyi tanıyanlar, toplumda ayrıcalıklı mevkiye yükselirler. Dolayısıyla o kültürü iyi tanıdıklarını gösterecek davranış biçimleri sergilemeye özen gösterirler. O kültürün kelime ve deyimleriyle konuşmakla saygınlık devşirirler. Hatta norm kültürü yeterince tanımayanlar dahi, sanki tanıyormuş gibi davranarak itibar kazanacaklarını bilirler.
Günümüzde İngilizcenin Türkçe'deki (ve diğer dillerdeki) konumu iyi bir örnektir. İngilizceyi sevip sevmemeniz, bu durumdan hoşnut olup olmamanız bir şey değiştirmez; objektif durum bu. Türkçeye son kırk yılda yeni giren kelime, kavram, deyim ve ifade biçimlerinin ezici çokluğu, belki yüzde 95 gibi bir kısmı, İngilizceden gelmiştir. İngilizceden gelmeyenler İngilizceden çeviridir. Yeni kavram ve deyimlerin “aslı” arandığında otomatik bir refleksle herkes – Anglosakson kültürel yayılmacılığına karşı olanlar dahil – İngilizce literatürü hakem kabul eder. “İtibarlı” sayılan mesleklerin mensupları (mesela milletvekilleri, öğretmenler, yazarlar) şaşmaz kural olarak kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi İngilizce biliyor gösterme gereği duyarlar. Bilenler, ince ya da kalın jestlerle bildiğini sezdirirler; bilen diğerlerine “ben sizdenim” diyerek göz kırparlar;  dil bilmeyeni “kıro” sayıp aşağılayacaklara karşı tedbir alırlar. İngilizce havalıdır: yani cool. Havalı dilin kelimeleri önce havalı sayılan zümrelerin diline sızar, sonra umumun diline yayılır.
Yanlış anlamayın lütfen. Böyle olmalıdır ya da böylesi iyidir demiyorum. Kötü demek de bence aynı ölçüde abes. İnsan tabiatı bu, bir şey yapamazsın.
Bugün İngilizce. Eskiden Arapça böyleydi. Türklerin İslamı kabulünü izleyen bin yılda Arapça, nihai kültürel norm olan dinin lisanıydı. Toplumda “alim” ve “arif” sayılan insanlar Arapça bilirdi. Bilmekten öte, bildiğini – edeple veya edepsizce – hissettirme gereği duyarlardı. İlim ve irfana müteallik konuların başka bir dilde gereği gibi ifade edilemeyeceğine inanırlardı. Arapça bilmeyen halka bu konuları anlatmakta zorluk çekerler, mecbur olunca ya Arapça ıstılahatı öğreterek, ya da kör topal da olsa avam dili Türkçeye çevirerek meramlarını anlatmaya teşebbüs ederlerdi.
Tek yaygın eğitim kurumu olan medresede eğitim dili Arapçaydı. Eğitim dili Arapça olunca okumuş adamın okumamıştan farkı nasıl belli olacak? Elbette araya serpiştirilen Arapça ibaratın hacmine ve inceliğine göre kültür puanı verilecek. Arapça bilenin kahvesi bilmeyenden önce takdim edilecek, misafirse bir değil iki kere temenna edilecek.
Dil nasıl evrilir? Buyurun, kahve protokolüne göre evrilir.
Türkçenin Farsçayla ilişkisi daha karmaşıktır. 1071’i izleyen 250 yılda öyle anlaşılıyor ki Farsça “Türk” devletlerinin standart yazı ve belki protokol dili idi. Daha sonraki dönemde de Farsça a) “şehirli” sayılan yaşam tarzının, b) edebi zarafetin, ve c) başta Mevleviye olmak üzere bazı tasavvuf ekollerinin referans dili olarak kaldı. Arapçanın aksine, Türkçe ile Farsça arasında – eşit hacimde olmasa da – iki yönlü alışveriş sürdü.
Sonra sıra Fransızcaya geldi. 19. yy’da Osmanlı/Türk toplumu bir heyula gibi sınırın ötesinde beliriveren Batı medeniyeti ile tanıştı. O medeniyetin anadilinin Fransızca olduğuna karar verdi. (Neden Fransızca? Başka zaman konuşalım.) 1850’lerden 1970’lerin başına dek yüz yirmi yıl boyunca Fransızcayı ana kültürel referans tanıdı. Metropolün şık mahfellerinde Fransızca bilmeyenler “cahil” sayılıp aşağılandı. Yeni kurulan modern mekteplerde Fransızca mecburi ders oldu; imkanı olanlar bununla yetinmeyip özel hoca tuttular, evlatlarını Paris’e okumaya gönderdiler. Önce teknolojiden, moda ve lifestyle kavramlarından başlayıp idari terminolojiye, güzel sanatlara, ticarete, tıbba, şiire dek her alanda binlerce Fransızca sözcük benimsendi. Eşit sayıda Fransızca sözcüğe önce Arapça-Farsçadan çakma Yeni Osmanlıca, sonra birtakım Ortaasya lehçelerinden çakma “Öztürkçe” karşılıklar bulundu. Dil değişti, evrildi, zenginleşti.
*
Modern Türkçe yazı dilinin kelime hazinesinin yüzde 76 kadarı bu saydığım dört dilden – Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce – alıntıdır. Dilin iç çekirdeğini oluşturan yüzde onluk bir kelime dağarcığı Orta Asya Türkçesinden mirastır. Bir başka yüzde on, Orta Asya Türkçesinden türetme veya benzetme veya bileşim yoluyla Türkiye Türkçesinde üretilmiştir. Ne etti? 96.
Türkçenin bunlar dışındaki dillerden edindiği müktesebatın oranı toplamda yüzde dördü bulmaz. Bunun yarıdan biraz fazlası, a) balıkçılık, b) tarım ve c) İstanbul argosu alanında kayda değer katkıları olan Rumcadır. Bakiyesini – Moğolca, Ermenice, Kürtçe, Bulgarca ve Rusça, Çingenece, İspanyolca ve Yahudice, Gürcüce, Çerkesçe, Hintçe – toplasan incir çekirdeğini doldurmaz. Böyle olması da normaldir. Çünkü Türkçenin trendlerini belirleyen toplum kesimleri açısından, bu diller tarihin hiçbir döneminde PRESTİJ DİLİ olmamıştır.
Şöyle düşünün. Diyelim ki memlekette sözü dinlenen biri olarak, hasbelkader, örnek, Kürtçe biliyorsunuz. Aile çevrenizde bu dili severek kullanıyorsunuz; dost ortamında o dilden birkaç kelimeyi şak diye ortaya atmaktan zevk alıyorsunuz. O kelimeleri edebi eserde, siyasi müzakerede, ticari yazışmada, ders kitabında, haber bülteninde kullanmak asla aklınıza gelmez. Çünkü kullanmakla itibar kazanmazsınız, belki kaybedersiniz. Sizden o dilde bilmedikleri bir kelimeyi ilk kez duyanlar “bunlar alim insanlar, demek böyle diyorlarmış” diye düşünmezler. En iyi ihtimalle “egzantriklik”, en kötü ihtimalle “densizlik” görürler. O kelimeler “tutmaz”.
O yüzden, birtakım marjinal tabirler dışında, düşük prestijli dillerden yüksek prestij diline kelime geçmez.
*
Bir dilde “kaç kelime” olduğunu saymak, pratik açıdan da, teorik açıdan da zor bir mesele. Türevleri ve bileşikleri nerede keseceksin? (TDK’nın yaptığı gibi ağı çok geniş tutarsan tutarsızlığa, hatta keyfiliğe düşersin.) Deyimleri nerede keseceksin? Cins adı niteliği kazanan özel adları ne yapacaksın? “Portmanto sözcük” dedikleri bir kerelik kelimeleri ne yapacaksın? Yabancı kelimeleri nerede “yerlileşmiş” sayacaksın? Kullandığınız sayım yöntemine göre modern Türkçe yazı dili leksikonunda 30 bin kelime de bulabilirsiniz, 130 bin de.
Nişanyan Sözlük bir etimoloji sözlüğü olduğu için, köken açısından ilginç olmayan kurallı türevlere (denetleyici, sözlükçülük) ve basit bileşiklere (alakarga, uçuç böceği) yer vermedi. Veritabanında halen 15,263 maddebaşı sözcük bulunuyor. Madde altında belirtilmiş olanlarla birlikte 31,919 kelime sözlükte yer alıyor. Kuralları biraz gevşeterek bu rakamı da iki katına çıkarmak mümkün.
Genel ilke olarak Türkçe sık kullanılan sözcüklerde Türkçe kökenli sözcük oranı artar (gelmek, göz, bir), marjinal sözcüklerde azalır (taaffün, hidroskopi, suşi). Ancak Sözlüğün ana iskeletini sabit tutup türev ve bileşikleri artırsak dahi oranlarda önemli bir değişikliğe tanık olmayız. Sözlükte yer almayan Türkçe kökenli türevler artar (gözyaşı, göz bebeği, göze gelmek); yabancı kökenli türevler de artar (azoik, zootekni, zoolojik). Sadece Arapça ve Farsça kökenli sözcükler Türkçede türetmeye çok yatkın olmadıkları için, veritabanını iki katına çıkarsak Arapça ve Farsça oranları düşecek, buna karşılık Türkçe kökenlilerle Batı kökenlilerin oranı birkaç puan artacaktır.
Etimolojisi belirtilmiş 15,131 kelime üzerinden köken dökümünü görelim:
Köken
Sözcük
Yüzde
Eski Türkçe
1550
10.24
Diğer Türkçe
1571
10.38
Arapça
4442
29.36
Farsça
1274
8.42
Fransızca-Latince
3777
24.96
İngilizce
1513
10.00
İtalyanca
339
2.24
Yunanca
376
2.48

*
Diğer dillere giren Türkçe kaynaklı alıntılar konusunda elimde ayrıntılı dökümler yok. Bildiğim kadarını özetleyeyim:
1) Batı dillerindeki Türkçe alıntılar Osmanlı dönemine ait bir avuç kültür sözcüğünden ibarettir (köşk, harem, yoğurt, türban vb.). Batı dillerinin hiç birinde herhangi bir çağda Türkçe bir “kültürel norm” veya referans dili olmamıştır. [Buna karşılık Arapça 12.-13. yy’larda kısa bir süre için ticarette ve akademik sahalarda önemli prestij kazanmış ve o dönemde sayıları yüzleri bulan Arapça sözcük Batı dillerine ulaşmıştır.]
2) Standart Arapça yazı dilinde Türkçe alıntılar yok denecek kadar azdır. Olanların genellikle askeri ve idari nitelikte olduğu anlaşılıyor. Mısır, Suriye ve Irak’ın halk ağızlarında çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Ancak tanımlanmış bir edebi kanonu bulunmayan lehçelerin sayısal analizine kalkışmak anlamlı bir uğraş değildir. Farklı lehçelerde tesadüf edilmiş tekil sözcükleri altalta dizip toplayarak sonuç çıkarmaya çalışmak ise “akademik sahtekarlık” tanımına girer.
3) Standart Farsça yazı dilindeki Türkçe alıntılar, Türkçedeki Farsça alıntılar kadar olmasa da, epey bir yekün tutar. Doerfer’in dört ciltlik Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen’i bu konuda değerli bir kaynaktır. İrani dillerde özellikle 11. yy’dan eski alıntılar ilginç bir araştırma alanı olduğu halde henüz yeterince analiz edilememiştir.
4) Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Arnavutça gibi uzun zaman Osmanlı siyasi ve kültürel hegemonyası altında yaşamış dillerde çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Yunancada halen kullanılan Türkçe sözcükleri gösteren popüler bir sözlükte bin kadar kelime vermişler. Yaşadığım adada huzuri, xatiri, çati, siktirizo, boyacis... her gün duyduğum kelimeler.
5) Ermenicenin durumu ilginç. 19. yy başlarında İstanbul ve İzmir’de konuşulan Ermenicenin yarıya varan bir oranda Türkçe alıntılardan oluştuğu, hatta Türkçenin bir lehçesi denebilecek ölçüde onunla içiçe geçtiği anlaşılıyor. Amerikalı Elias Riggs’in 1847 İzmir basımı A Vocabulary of Words Used in Modern Armenian but not Found in the Ancient Armenian Lexicons adlı sözlüğü bu konuda göz açıcı bir kaynaktır. Ancak 19. yy ikinci yarısında yapılan eğitim reformuyla Ermenice yazı dili Türkçe alıntılardan temizlenmiştir. Bugün gerek Ermenistan gerek diaspora lehçelerinin yazı dilinde Türkçe kökenli kelimeye hemen hiç rastlayamazsınız.

Thursday, March 21, 2019

Hardy's Lectures

Related image

In lectures, his enthusiasm and delight in the subject fairly spilled over. “One felt,” wrote one of his later students, E. C. Titchmarsh, “that nothing else in the world but the proof of these theorems really mattered.” Norbert Wiener, the American mathematical prodigy who would later create the field known as “cybernetics,” attended Hardy’s lectures. “In all my years of listening to lectures in mathematics,” he would write, “I have never heard the equal of Hardy for clarity, for interest, or for intellectual power.” Around this time, a pupil of E. W. Barnes, director of mathematical studies at Trinity, sought Barnes’s advice about what lectures to attend. Go to Hardy’s, he recommended. The pupil hesitated. “Well,” replied Barnes, “you need not go to Hardy’s lectures if you don’t want, but you will regret it—as indeed,” recalled the pupil many years later, “I have.” Others who missed his lectures may not, in retrospect, have felt such regret: so great was Hardy’s personal magnetism and enthusiasm, it was said, that he sometimes diverted to mathematics those without the necessary ability and temperament.

But as lucid as were his lectures, it was his writing that probably had more impact. Later, speculating about what career he might have chosen other than mathematics, Hardy noted that “Journalism is the only profession, outside academic life, in which I should have felt really confident of my chances.” Indeed, no field demanding literary craftsmanship could fail to have profited from his attention. “He wrote, in his own clear and unadorned fashion, some of the most perfect English of his time,” C. P. Snow once said of him. That Hardy’s impressions of Ramanujan would be so relentlessly quoted, and would go so far toward fixing Ramanujan’s place in history, owes not alone to his close relationship with Ramanujan but to the sheer grace with which he wrote about him.

**

Thought, Hardy used to say, was for him impossible without words. The very act of writing out his lecture notes and mathematical papers gave him pleasure, merged his aesthetic and purely intellectual sides. Why, if you didn’t know math was supposed to be dry and cold, and had only a page from one of his manuscripts to go on, you might think you’d stumbled on a specimen of some new art form beholden to Chinese calligraphy. Here were inequality symbols that slashed across the page, sweeping integral signs an inch and a quarter high, sigmas that resonated like the key signatures on a musical staff. There was a spaciousness about how he wrote out mathematics, a lightness, as if rejecting the cramped, ungenerous formalities of the printed notation. He was like a French impressionist, intimating worlds with a few splashes of color, not a maker of austere English miniatures.

Saturday, November 18, 2017

Kaybedenlerin İsyanı

 
“Türkçede asıl tartışma konusu olan alıntılar yukarıda saydığım üç kategoriye (ithal ürün, yabancı kültür simgeleri, teknik terminoloji) girenler değil. Bir de sınıf faktörü var.

Hemen her toplumda, belli dönemlerde, belli bir yabancı bir dili bilmek ve kullanmak sosyal bir statü simgesi olmuş. Örneğin İngiltere’de Fransızca ve Latince uzun süre bu işlevi yüklenmişler. Tamamen işlevsel Anglosakson kelimeleri varken, yanısıra daha şık, daha ‘kültürlü’ durduğu için Fransızca ve Latince sözcükler benimsenmiş. Shit yerine excrement demek kibarlığın gereği sayılmış. Şatonun çiftliğinde cow, pig ve sheep rahatça dolaşırken, kesilip sofraya geldiklerinde Fransız sosuyla terbiye edilip beef, pork ve mutton adını almışlar. 

Türkiye’de 800 yıl boyunca Arapça ve Farsça, sonra 1830’lardan 1950’lere kadar 120 yıl Fransızca statü dilleri olmuşlar. Bu dilleri bilmek ve kullanmak, kültürlü sayılmanın vazgeçilmez koşulu yerine geçmiş. Bu dilleri bilmeyenler ve bildiğini kanıtlayamayanlar ‘kıro’ zümresine layık görülmüşler. Cumhuriyetin ilk yıllarında Arapça ve Farsça sözcükleri dilden ayıklama kararı verilince, sosyal ve sınıfsal alışkanlıklar emirle kolay değişmediğinden, yeni icat edilen “öz” Türkçe de avam kesiminin bilmediği bir seçkinler dili olmaya yüz tutmuş. Öz Türkçe macerası 1980’lerde çökünce bu kez İngilizce, Türkçenin sınıfsal referans dili olarak öne çıkmış bulunuyor. 

Prestij dilinin ufacık bir dokundurması bazen iki sınıf, iki statü, iki dünya arasındaki farkı inanılmaz bir netlikle ifade etmeye yetiyor. Çarpıcı bir örnek: eskici ile Eskidji arasındaki fark. Birincisi ne kadar sefil, bitli ve alaturka ise ikincisi o kadar cool. Çünkü İngilizce değmiş.

Osmaniye valisinin İngilizce kelimeleri yasaklaması da bence ilk bakışta gözüktüğü kadar anlamsız bir davranış değil. Belki doğru olarak algılanan bir sınıfsal tehdidin reaksiyonu: kaybedenlerin isyanı!
 ”

Wednesday, September 20, 2017

Being Bilingual



What does it mean to be multilingual? At the most basic level, we all are. If you speak English, if you have ever been to a ballet or seen an alligator. If you’ve ever talked about your angst or ennui, played a guitar, smoked marijuana, sipped champagne on a yacht or studied algebra in the boondocks, you have already been speaking the language of the other. “English,” this solid behemoth that depending on your politics should either be preserved or purged, is actually, when you cut it open, quite a shape-shifter. What is English? A relative newcomer to the club of languages, (in use a mere 1400 years compared to truly ancient tongues like Tamil which reach back to the third century BCE) and not all that original: Mostly German, Latin and French with some Greek, Arabic, Sanskrit.

But even if you’re not a linguist and even if you don’t speak anything other than this closeted polyglot called English, you are probably still speaking in tongues. Do you have a different language for your parents than you do for your mates? Do you speak the language of lawyers? Of doctors? Of your hometown? Of your own particular tribe?

**

And it is impossible to talk about multilingualism in the United States without acknowledging the politics of language and culture. We cannot forget that in the 1800s thousands of native American children were forced into schools that beat their languages out of them. In Texas and New Mexico, those states that were not long ago part of Mexico, students—up until the 1970s—were not allowed to speak Spanish at school. Sadly, none of this is ancient history. Just this year, Donald Trump chastised Jeb Bush for speaking Spanish and a broadcaster was attacked for pronouncing Spanish words a bit too correctly for the tastes of some of her English speaking listeners.

**
Cicero, Saint Matthew and Erasmus were all literate in more than one language. Rumi, the 13th-century poet who has enjoyed such popularity lately, was born to Persian speaking parents in what is now Afghanistan. He wrote in Persian, with a smattering of Turkish, Greek and Arabic. To be educated then, as now, meant being able to write in an imperial language.



Ana Menéndez, lithub.com

Monday, May 11, 2015

Logogram-Klavye-Yazı

Hiçbir gerçek yazı sisteminde tek bir strateji kullanılmaz. Çin yazısı tamamıyla logogramlardan oluşmaz, İngilizce yazı sistemi yalnızca alfabeye dayanmaz. Alfabeli bütün yazı sistemlerinde olduğu gibi İngilizcede de $, %, + gibi pek çok logogram kullanılır: yani bütün bir sözcüğün yerine geçen, sessel öğelerden oluşmayan, saymaca göstergeler. "Heceli" Çizgisel B yazısında pek çok logogram bulunuyordu ve "logogramlı" Mısır hiyeroglifinde her bir ünsüz için ayrı ayrı harflerden oluşan gerçek bir alfabenin yanı sıra pek çok hece göstergesi de vardı.

***
Tartışmaya yer bırakmayacak şekilde yazının bağımsız olarak icat edildiği iki yer vardı, biri Mezopotamya, öteki Meksika; Mezopotamya'da Sümerler MÖ 3000 yılında, Meksika yerlileriyse MÖ 600 yılında icat etmişlerdi; MÖ 3000 yılındaki Mısır yazısı ile (MÖ 1300 öncesi) Çin yazısı da bağımsız olarak icat edilmiş olabilir. Belki de o zamandan bu yana yazı sistemi geliştirmiş olan topluluklar, mevcut sistemleri ödünç almış, uyarlamış ya da hiç değilse onlardan esinlenmiş olabilirler.

***
Bu kitap, belki de şimdiye kadar okuduğunuz basılı başka pek çok kitap gibi, QWERTY klavyeyle yazıldı, yani en üst sırada, en soldan itibaren altı harfin adıyla anılan klavyeyle. Şimdi belki inanmayacaksınız ama bu klavye 1873 'te bir karşı-mühendislik tasarımıydı: Daktilo kullananları olabildiğince ağır yazmaya zorlamak için olmadık hilelere başvurulmuş, en çok kullanılan harfler klavyenin her sırasına dağıtılmış, (sağ elini kullanan insanları zayıf ellerini kullanmak zorunda bırakacak şekilde) harfler solda toplanmıştı. Göründüğü kadarıyla verimliliğe aykırı olan bütün bu özelliklerin gerisinde yatan neden, 1873'te daktilo kullanıcılarının yan yana iki tuşa art arda hızla bastığında harflerin birbirine karışmasıydı, bu yüzden üreticiler daktilo yazanları yavaşlatmak zorundaydı. Daktilolardaki gelişmeler bu karışma sorununu ortadan kaldırınca 1932 'de daha verimli olacak şekilde düzenlenmiş klavyelerle yapılan denemeler yazı yazma hızımızın iki katına çıkacağını ve harcanacak çabanın  % 95 azalacağını gösterdi. Ama artık QWERTY klavyeler siperlere yerleşmişti. QWERTY klavyeyle yazan yüz binlerce daktilocunun, daktilo öğretmeninin, daktilo ve bilgisayar satıcısının, üreticisinin kazanılmış hakları, 60 yılı aşkın bir süredir klavyeleri etkili hale getirme yönündeki bütün girişimlerle çatışıyor.



Tuesday, September 2, 2014

Light

Türkçede light diye bir sözcük var mı? Vallahi herkes kızacak gene ama bana sorarsanız var. 1990’ların ortasıydı yanılmıyorsam, o ara çıkıp sönen semi-entel gazetelerden birine “Cumhuriyet light” diye isim takmışlardı. O günden beri hep bir şeylerin laytı çıkıp duruyor –light mayonez, light şarap, light terminoloji, light egzersiz, light erkek, light darbeci, yüzlercesi var. “Herhangi bir ürünün hafif veya az güçlü çeşidi” diye tanımlanabilir sanırım.

İngilizce değil bir kere, unutun.

Mesela light erkek İngilizcede bir anlam ifade etmez (light male?). Buna karşılık İngilizcede herhangi bir şeyin hafifi light olur, çanta, taş, bulut, hastalık vs, bu da Türkçe kullanıma uymaz. İngilizceden gelmiş evet ama buranın şartlarına intibak etmiş, asimile edilmiş ya da edilmek üzere diyeceğiz mecburen.

Uzun vadede kalır mı gider mi bilmem. Ama 2009 yılı itibariyle geçerli Türkçenin sözlüğünü yap desen bunu da katmak gerekir bana sorarsanız. TDK sözlüğünde labros var (lapina balığının büyük cinsi), lanarkit var (bir mineral), laskine var (bir iskambil oyunu), lavdanom var, laza var (bal koymaya yarayan küçük tekne). Son on senede bir Allahın kulu bunları yazıda kullandıysa şaşarım. Lightı bilemedin üç günde bir her gazetede en az bir kere görüyorum. E, hangisi Türkçe?



Peki problem ne? Problem şu. Türkçede 1983-85 gibi bir tarihte sessiz sedasız bir devrim oldu. O güne kadar usul, İngilizceden gelen kelimeleri Türkçe telaffuza göre açıp yazmaktı (tramvay, fayrap, flört, centilmen, folklor, futbol, gol, aut, taç, şut vb.). Memlekete aniden sihirli değnek değmiş gibi bu usul oybirliğiyle kıroluk sayılıp kaldırıldı, yeni giren kelimeler orijinal imlayla yazılmaya başladı. Şimdi imeyl, dilit, vörldsiris, aysti, praymtaym, çizkeyk yazın bakın millet neresiyle gülüyor.

Bakın şu işe. Kovboy oluyor (çünkü 1980’lerden eski) ama vestırn olmuyor, western oluyor. Aynı İngilizce kelime 80’den önce futbol terimi olarak gelmiş, aut olmuş, 85’ten sonra moda terimi olarak gene gelmiş, bu sefer out olmuş. Neden? Çünkü moda değişmiş, fonetik imlaya göre yazmak out olmuş, o kadar basit. Merak etmeyin, “aut” yazımı da alt tarafı 1928 modasıdır, “daha Türkçe” filan değildir, olsa olsa “erken 20. yüzyıl Türkçesi”dir, hepsi bu.

Light da Türkçeye 90’larda değil 70’lerde girmiş olsaydı doğru imlası layt olurdu. Nasıl slayt var, ofsayt var, öyle.

Siz daha Türkçenin imlası fonetiktir, “yazıldığı gibi” okunur sanın! Dünyada hiçbir dil uzun vadede böyle bir şeyi koruyamamış. Türkçenin de fonetik imlayı koruması mümkün değil, koruyamayacak.