Showing posts with label Adem Güneş. Show all posts
Showing posts with label Adem Güneş. Show all posts

Sunday, October 9, 2016

Çocuklarda Kardeş Kıskançlığının Sebebi Nedir?



Kıskançlığın temel özellikleri şunlardır:
1-) Kıskançlığın kökeni “kaybetme korkusu”dur. Kişi, sahiplendiği bir “değeri” kaybedeceği hissine kapıldığında davranışları anormalleşir. Kimi zaman ortamı terörize edip bağırır çağırır, kendine ya da başkalarına zarar verir. Kimi zaman da tam tersi içe kapanır, küser, çekilir bir kenara sessizleşir. Ortaya konulan anormal davranışların amacı, kaybı önlemektir.
2-) Kıskançlık “aklın” değil, “duygunun” ürünüdür. Çözüm “mantıkta” değil, “duyguda” gizlidir. Akıl ikna edildikçe değil, kişi kendini güvende hissettikçe kıskançlık azalır.
3-) Kıskançlık her insanda var olan “pasif duygudur”, uyarıldığında aktifleşir.
http://ademgunes.com/kose-yazilari/19/209/kardes-catismalari-ve-birkac-cozum-onerisi-2

Tuesday, August 4, 2015

Prova

Ergenliğin ilk dönemi de çocuk zorunlu olarak karşı cinse karşı bir hissiyat geliştirir. İnsan yaşamının doğal seyri içinde oluşan bu karşı cinse karşı ilgi hissetme eğilimi de yine hayatın gereklerinden biridir ki böylelikle çocuk (anne babasının o güne kadar verebildiği ölçüde ve sınırlar içinde) duygu dünyasında evliliğe hazırlık provaları yapar. Ergenlik, bu açıdan bakıldığında, eş seçme, bir eşe, eş olabilme, bir aileye sahip olabilme kabiliyetlerinin provalarının yapıldığı dönemdir.



Çocuk ve Yalan



“Çocuklar korku ve baskı nedir bilmeseler, yalanın ne olduğunu da bilmezlerdi”
Hans Zulliger

Mükemmeliyetçi bir annenin elinde çırpınıp kendi kişiliğini geliştirmeye çalışan iki kardeş düşünelim. Bu iki kardeş odalarında gayet güzel oyun oynarken birden bire bir hır gür çıkmış olsun. Çıkan kavganın sonunda masanın üzerinde duran değerli bir vazo kırılsın. Odada kırılan bir eşyanın sesini duyan anne, işini gücünü bırakıp odaya hışımla girdiğinde, saç baş birbirine girmiş iki kardeşi bir yanda, kırılan o güzelim vazoyu da diğer yanda görse ve “Kim kırdı bu vazoyu? Çabuk söyleyin bana!” dese çocukların o sıradaki psikolojisi nasıl olur acaba?

Eğer vazoyu kıran kardeş ortaya çıksa ve “Anneciğim ben kırdım” dese muhtemel ki sinir içindeki annelerinin elinden kurtulmak zor olacaktır. Böylesi bir atmosferi çocuğa yaşatan anne, çocuğun aslında insanın izzetini koruması için başvuracağı yanlış bir yola sapmasına neden olacaktır. Çocuk vazoyu kendi kırmış olsa dahi, annesinin öfkesinden korktuğu için “Ben kırmadım” diyecektir. Çocuğun böyle söylemesi her ne kadar davranış bozukluğu olsa da çocuk üzerinde oluşan psikolojik baskının neticesiyle, “gurur”una ve “onur”una dokunulmaması için kurtuluş yolu olarak böylesi bir “yalan”a başvuracaktır ve yalanın ilki çoğu defa çocuğun “izzet” ve “gurur”unu korumak için başvurduğu bir yöntemdir.

Başlangıçta kendi üzerindeki baskıdan korunmak için yalan söylemeye adım atan çocuk, daha sonra yalanın ne kadar da işe yaradığını (!) öğrenerek hayatının değişik safhalarında kazandığı bu alışkanlığı uygulamaya geçirecektir.

Hâlbuki “Kırılan bir değil, binlerce vazo mu?” yoksa “Çocuğun yalan söylemeye zorlanması mı?” daha önemlidir diye sorulacak olsa ve bir yalan başlangıcının çocuğun dünyasında nasıl bir zehir tesiri olduğunu anne babalar tarafından bilinseydi hiçbir anne baba elini beline koyup “Bu vazoyu kim kırdı?” sorusunu sormazdı.

Evet, çocukta yalan söyleme ihtiyacının en temel nedeni, çocuğun izzet ve onurunu koruma gereksinimidir. Hangi yaş grubu olursa olsun, ister 3 yaş, ister 5 yaş... Eğer çocuk kendi üzerinde “cebberrut” gibi bir baskı hissediyorsa insan olmanın gereği olarak bu baskıya boyun eğmemek için kendisini kurtarma formülünün en ilkeli olanına; yani “yalan”a başvuracaktır.

Birçok anne baba, çocuklarını eğitirken bir yandan “asil” bir insanda olması gereken bir tavrı; “Ölüme gideceğini dahi bilsen asla yalan söyleme kızım/oğlum” diyerek nasihatte bulundukları halde, aynı çocuğun yaptığı bir hata karşısında maalesef anne baba olarak aynı “asil” davranışı sergileyemiyor, hoşgörü ve tevazu ile yaklaşamıyor çocuklarına…

Hâlbuki duygusal ve psikolojik baskı altında “adam” edilmeye çalışılan çocukların büyük bölümünün ortak özelliğidir yalancılık... Yalan konusunda ustalaşmış hangi yetişkinin çocukluk yılları sorgulanmaya başlarsa karşımıza çıkacak manzara hep aynıdır: Çocukluk yıllarında, psikolojik ve duygusal baskı görülmesi.

Eğer bir anne baba yetiştirip evlendirdiği, toplum içine gönderdiği çocuğunun yalan söylüyor olmasından utanmak istemiyorsa ona baskı yapmasın. Ama günümüz anne babalarının çocuk terbiyesinde en çok kullandığı yöntemin baskı ile çocuk yetiştirmek olduğunu acı acı gözlemliyoruz. Baskı ile çocuk terbiye etmek öyle trajik bir hal almış durumda ki birçok anne baba çocuğunun baskı altında kalarak yalancılık özelliği kazanacağından habersiz olarak bir de “Sakın yalan söyleme seni mahvederim!” diye tehdit ederek çocuğun kişiliğini perişan etmektedir. Çünkü bir yandan üzerindeki baskıdan dolayı yalan söyleme ihtiyacı duyan çocuk, öbür yandan da yalan söylerse ikinci bir baskının tehdidi altında şaşkına çevrilmektedir.



Oyun ve Çocuk


Oyun, “çocuğun fantezi dünyasına girip onun dünyasındaki gizli kahramanlarla tanışmak ve onun hayal dünyasındaki kuralları öğrenerek o kurallara tabi olmaktır.” Yoksa çocuğun yanında bulunup onun arabalarından birini alıp masanın üzerinde “düüt düüt” diyerek araba sürmek, çocukla oyun oynamak anlamına gelmez. Çocukla oyun oynamanın ilk ve temel şartı, çocuğun sizi oyun oynayabilecek “kabiliyette” bulması ve sizi kendi hayal dünyasına “kabul etmesi”dir. Çocuk, kurallarını kendisinin koyduğu, kahramanlarını kendisinin oluşturduğu bu özel dünyaya, herkesi hemencecik kabul etmez; bu kendi anne-babası da olsa.

***
Çocukla oynamayı kabul ettiyseniz kuralları siz koymamalısınız. Çocuğun kurallarına uymalısınız. Küçük oyuncak arabalarınızı masanın üzerinde yavaş yavaş sürerken birden çocuğun durduğunu gördüğünüzde, kırmızı ışığın yandığını unutmamalısınız. Sakın ola ki “Kırmızı ışık nerede?” diye sormayın, çocuk böylesi bir soru karşısında hayal kırıklığına uğrar.

***
Oyun sırasında hiç beklenmedik bir sorunla karşılaşan çocuk, anlık bir karar verme ile (kendince) o sorunu çözebilme kabiliyetini de elde eder. Örneğin küçücük araba ile hız yapan bir çocuğu durduran (hayalî) trafik polisi, “Neden hız yapıyorsun?” diye sorduğunda çocuğun vereceği her bir alternatif cevap, çocuğun analitik düşünme gücünün artmasına da neden olacaktır.


Friday, July 31, 2015

Öfke

Yapılan araştırmalar ve pratik tecrübeler gösteriyor ki tacize uğrayan çocukların tacizcinin elinden kurtulamamasının en önemli nedenlerinden biri, “Çocuğun öfke duygusunu kullanamaması”dır.

Ne yazık ki anne babalar, bilerek veya bilmeyerek çocuklarını terbiye ederken onların doğal koruyucu kalkanı olan “öfke”yi bastırmakta, yok etmekte veya kullanılamaz hale getirmektedirler. Öfkenin faydaları düşünülmeden, sadece zararları göz önünde tutularak uygulanan terbiye yöntemleri, çocukları kötü niyetli kişilerin tuzaklarına düşmeye fırsat vermektedir.

Tacize uğrayan çocuklarla yapılan röportajlarda, “Neden karşı koymadın?” sorusuna çocukların büyük çoğunluğunun, “Karşı koyarsam bana kızacağından korktum” diye cevap verdikleri görülmektedir. Hâlbuki işte öfke, tam bu noktada devreye girmeliydi. Çocukların taciz anında yaşadıkları korku ve endişeyle öfke duygusunu kullanmaları, bağırıp çağırmaları, ortalığı birbirine katmaları gerekirdi. Ne yazık ki bu çocuklar öfke reflekslerini harekete geçiremedikleri için bir kuş gibi çaresizce tacizcilerin ellerinde kalmışlardır.

Tacize uğrayan çocukların aile yapıları incelendiğinde, aile içinde psikolojik ve duygusal baskı altında tutuldukları dikkat çekmektedir. Bu tür ailelerin, çocuklarının aile içinde öfke refleksini kullanmalarına müsaade etmedikleri görülmektedir. Hâlbuki aile ortamı bir jimnastik salonudur. Çocuk orada kendini geliştirecek, kendini o ortamda hayata hazırlayacaktır.



Kendine Güvenen Çocuk Yetiştirmeyin

Anne babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler.

Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin.

Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesiyle hayata alıştırılan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkûm olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhî çöküntüyle karşılaşmaktadırlar.

Hayat zordur. İnsan ise zayıf. Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın imkânları ise sınırlıdır. Tüm bu zafiyet içindeki insanın kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah’a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir.

Bırakın Kırsınlar

Çocuk, ne orijinal dede yadigârı vazonun kaç para olduğunu bilir ne de biraz sonra gelecek misafirlere karşı evin dağınık bulunmasının ne anlama geldiğini! Onun için etraftaki her ilginç şey, bu garip gezegeni tanımak için el atılması gereken “deney tahtası”dır.

Düzen içinde hazırladığınız bu köşe ve üzerindeki vazo, çocuğunuzun kafasında birçok soru işaretinin oluşmasına neden olabilir:
Bu vazo havada nasıl duruyor?

Acaba havada durma özelliği vazonun kendisinden mi yoksa masa örtüsünden mi kaynaklanıyor?

Bu ve benzeri sorulara cevap bulmak için masa örtüsünü ucundan çekebilir. (Masa örtüsünü çeken çocukların birçoğu, masa üzerindeki vazonun hâlâ havada duracağını zanneder. Aşağıya düşüp kırılacağını hesap edemez; bu yüzden de masa örtüsünü çeker.)

Anormal davranış girdabına henüz girmemiş hiçbir çocuğun niyeti, ortalığı dağıtmak ve kaos oluşturmak değildir. “Hayatı tecrübe” ederek tanımaya çalışırken vazoyu masadan düşürebilir.

Böylece çocuk, vazonun altında masa olmadığında vazonun havada durmadığını öğrenmiş olur. Bu tarz bir tecrübeyi kazanan çocuğa kızmak, bağırmak ve ceza vermek, çocuğun hayatı “tadarak” tanımasına engel olacaktır. Bir anne babanın yapması gereken şey, “Bırak kırsın”ı kabullenebilmektir.

Bunun aksini düşünelim. “Bırak kırsın” anlayışını taşımayan bir anne baba, “Kırılacağını ben anlatırım; bu şekilde öğrenir” diye düşünüyorsa çocuklarında sadece bilgi birikimi oluşmasını sağlar.

Peki, tecrübe ne olacak?

Bu tarz hareket eden anne babaların çocukları, hayatlarında tecrübe eksikliği olduğu için her zaman birilerinden duydukları bilgilere dayanarak hareket edecekler. Yani merdivenleri tecrübeyle çıkmayacak, işittikleri bilgilere göre çıkacaklar.

Bunun ne zararı olabilir?

Bu, çocuğun “kişilik gelişimini” ve “irade gücünü” tehlikeye atmak demektir. “Bilgiyle hayatı tanıyan” çocuklar, “hayatı tadarak tanıyan” çocuklara nazaran daha “bilgisiz” ve daha “istikametsiz” olabilmektedirler…

Hayatı bilgi ile öğrenen çocukların, “birilerine kanmaları” ve “kandırılmaları” daha kolaydır. O yüzden “Feleğin çarkından geçme” deyimi, çocuk terbiyesinde de büyük önem taşımaktadır.

Evli bir çift, çocuk sahibi olduğunda, yani yeni bir “Dünyalı”yı evlerine “buyur” ettiklerinde, artık tüm yaşantılarını bu dünyalıya göre ayarlamalıdırlar. Eski alışkanlıklar, ev düzeni ve dekorasyonlar değişmelidir.

Çocuk ne kadar “dokunma yasak”lı bir evde büyürse o oranda, kendinden ve yapacağı işten tereddüt duyabilir. Eşyayı tanımada başarısız olabilir.

Tüm bunlar, tecrübesi sıfır olan çocuğun temel bilgi ihtiyacıdır. Tatmak ve tanımak… Anne babanın görevi ise öğrenme ve hayatı tatma konusunda merak dolu olan bu yeni dünyalıya, kontrollü tecrübe akışını sağlamak olmalıdır.

Yeni ve dünyalar tatlısı bir misafiri “buyur” etmiş bir anne-baba, evlerinin içindeki her şeyi çocuğa göre yeniden gözden geçirmelidir. Kırılması ve kırılmaması gerekli olan eşyaları bu yeni dünyalıya göre seçmelidir. Boyanması ve karalanması gereken duvarın hangisi olduğuna karar vermeli çocuk. Videonun düğmesine bastığında ekrana görüntü geldiğini sevinerek öğrenmeli. Müzik setinin düğmesini açtığında evin içinin gürültüye boğulduğunu duymasına anne baba müsaade etmelidir. Tüm bu tecrübeleri geciktirmek, hem çocuk hem de anne baba için bir gün hayatın zorlaşmasına neden olabilir. Nasıl mı?

Örneğin, nezaket ve hürmetle kabul edildiğiniz bir aile dostunuzun evinde misafirlikte olduğunuzu düşünün. Çocuğunuzun dikkatini, müzik seti çekiyor. Yanına gidip sesini bir açıp bir kapatarak kendisine göre “akustik keşfe” çıkıyor. Ancak bu ses, misafirlikte bulunduğunuz ortamı rahatsız ediyor. Eğer çocuğunuzun, bu tecrübeyi kendi evinizde yaşamasına izin vermemişseniz, onu tatmin olma noktasına kadar özgür bırakmamışsanız o anda, misafirlikte ne deseniz fayda etmez. “Dur”, “çek elini”, “bozarsın yapma” deseniz de çocuğunuz için bu uyarılar pek bir şey ifade etmeyecektir.

Şimdi de masa olmadan, vazoların havada duramayacağı tecrübesini kendi evinde yaşamamış olan bir çocuk hayal edin. Bu çocuk annesiyle komşu ziyaretine gitmiş olsun. Komşunun, fiskos masası üzerinde duran “dede yadigârı” vazo, çocuğun dikkatini çekecektir. Zaten evde annesi, sürekli engellemiştir onu. Kimsenin fark etmediği bir anda o güzelim vazonun altındaki masa örtüsünü çekince şangır şungur bir sesle irkiliverir anne ve komşu. Oysa ne de güzel sohbet ediyorlardı! Artık yapacak bir şey yoktur. O çocuk; masa örtüsü çekildiğinde artık vazonun yere düşüp kırılacağı gerçeğini öğrenmiştir. Ama olan komşunun vazosuna olmuştur.

Hem anne mahcup olmuştur bu durumdan hem de manevî değere sahip olan vazonun kırılması komşuyu üzmüştür.

O yüzden, çocuk terbiyesinde anne-babalara tavsiyemiz:
Bırakın ilk tecrübeyi sizinle iken yaşasınlar…
Bırakın kırsınlar…
Bırakın tatsınlar…

Çocuk Hata yaptıkça Tecrübe Kazanır

Çocuklar genel ahlak kurallarını çiğnemedikçe hata yapmalarına göz yummak gerekir. Çünkü çocuklar hata yaptıkça tecrübe kazanırlar. Tecrübe, başarıya yürüyen bir insanın en güçlü hafızasıdır. Çocuk pratikte bir şeyler yaptıkça yapabileceği şeyleri keşfeder.

Eğer anne baba, “Aman oğlum sen yapma, ben hallederim” diyorsa “Aman kızım, sen yapamazsın…” diye çocuklarının pratik tecrübe kazanmalarına izin vermiyorlarsa bu tür çocuklar, hayatlarının geri kalan kısmını, birilerine muhtaç olarak geçirme temayülü içerisine girebilirler.
Aşırı korumacı ve “evlatkolik” bir aile içindeki çocuk, kendini ve kendi kabiliyetlerini tanıyamaz, hata yapmaktan korkar, hata yapmadıkça ve risk almadıkça da atacağı her adımda, tereddüt ve kararsızlık içinde kalabilir.

Davranışları bu yönde olan, sosyal hayata hazırlanamamış çocuklar için “anne baba bağımlısı çocuk” demeyi tercih etmiyoruz. Çünkü bu haldeki bir çocuk, çocukluk döneminde anne babasına bağımlı olsa da yetişkinlik döneminde, okuldaki grup liderine, evlendiğinde de eşine bağımlı olma meyli taşır. Farklı kişilere olan yapışma ihtiyacı bir “davranış sapması”dır.


Çalışan Anneleri Bekleyen Risk


İlgisiz Çocuk Sendromu; insan yaşamında gelişimin en hızlı olduğu ilk dört yaş döneminde, çocuk ile sosyal çevre arasında sözel ve duygusal iletişimin sağlıklı yürümemesi sonucunda oluşan bir sendromdur. Bilhassa çalışan annelerin, çocuk gelişimi konusunda yeterli donanıma sahip olmayan bakıcı kadınlara emanet ettikleri çocuklarda sıklıkla bu sendrom görülür.

Bu sendromu taşıyan çocuklar hırçın, içe dönük, konuşmayı çok sevmeyen, muhatabı ile göz teması kuramayan özellikleriyle dikkat çekerler. Ancak burada hemen belirtmekte fayda var ki ilgisiz çocuk sendromu, sadece bakıcılara emanet edilen çocuklarda değil, annesi bizzat yanında olduğu halde çocuk ile duygusal ve sözel iletişim kurmayan (veya kuramayan) çocuklarda da görülmektedir.
Böylesi bir sendroma yakalanan çocukların ortak özelliği aşırı derecede televizyon izleyicisi olmalarıdır. Yapılan araştırmalarda, bu tür çocukların gelişim sürecinin adım adım takip edilmediği, gelişimi destekleyici faaliyetlerin yapılmadığı, aksine çocuğun tıpkı bir zihin ölümüne terk edilmesi gibi gündelik yaşantıda oyalanması için televizyonla baş başa bırakıldığı görülmektedir.
Dil gelişiminin taklitle gelişen bir beceri olduğu ve ilk iki yaş içinde çocukların konuşmaya başlayabilecek kabiliyetleri olduğu dikkate alınırsa bu dönemin televizyon karşısında geçirilmiş olması çocuktaki dil gelişimi geriliği olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuklar ilk iki yaşta doğal bir süreç içinde konuşmayı öğrenebilecekken vaktinde kazanılamayan bu yetenek çocuğun diğer gelişim süreçlerini de etkileyebilmektedir.

Örneğin sözel iletişim kurma becerisi elde edemeyen çocuk, muhatabıyla göz teması kurabilme yeteneğinde de eksik kalmaktadır. Göz teması ise duygusal iletişimin en önemli unsurudur. Duygusal iletişimde de gelişme sağlayamayan çocuk genelde içe kapanmayı tercih etmekte, “asosyal” bir yaşantıya yönelme eğilimine girmektedir.

Anne Sevgisi Yokluğu

Çocukluk yıllarında anne sevgisinden mahrum kalan gençler, üniversite yıllarında çok çabuk âşık oluyor, kendilerine ilgi gösteren bir arkadaşlarının peşinden çok çabuk gidiyorlar. Gençler, çok defa içlerinde duydukları “anlık” mutluluğun gerçek sevgi olup olmadığından habersiz, ilgi ve sevgi gördüğü kişilerin peşinden, pembe hayallerle yola çıkıyorlar. Hâlbuki çocukluk yıllarında doyurulmamış anne sevgisi, kişinin bir ömür boyu sevgiye muhtaç yaşamasına neden oluyor.

Kız ya da erkek fark etmiyor, anne sevgisi çocukluğun ilk yıllarında hayatî önem taşıyor. Çocuk; özellikle ilk yedi yılda “doya doya” anne “sevgisini” ve “ilgisini” aldıysa hayatının geri kalan kısmını emin adımlarla ilerleyebiliyor, neyi, neden istediğini iyi değerlendirebiliyor. Ancak çocukluk yıllarında yeterince alınamayan anne sevgisi, kişide bir ömür boyu kendi yokluğunu hissettiriyor.

***
Annesinden yeterince sevgi alamamış kişiler, kendileri anne ya da baba olduklarında kendi çocuklarıyla aralarındaki sevgi bağında da sorunlar yaşama ihtimalini taşımaktadırlar.