Showing posts with label Sohbet Atmosferi. Show all posts
Showing posts with label Sohbet Atmosferi. Show all posts

Tuesday, August 4, 2015

Şiddet-i Zuhurundan Gizli Olmak

Cenab-ı Hakk’ın eşi, menendi, benzeri, zıddı, niddi bulunmadığından, yani zıtlarıyla tanınıp bilinebilecek durumda olmadığından O (celle celâluhu), şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir. Her şey O’ndandır. Ve her tecellinin verâsında, o verânın da verâsında O vardır. Ancak bütün eşya ve hâdiseleri görebilecek bir göz lazım ki, eşya ve hâdiselerin dışına sıyrılıp çıksın da bu Hakikat-i Uzma’yı tam müşâhede etsin. Mümkin bir varlık olan insan için bu mümkün değildir. Çünkü insan kendi hakikatinin üstüne çıkamaz. Eşya ve hâdiseleri rahatlıkla aşamaz. Bütün âlem ne ise kendisi de odur. O, evrensel umumi tecelliden sadece bir parçadır. Binaenaleyh insan, bütün eşya hakkında sağlam ve isabetli bir hükme varamaz. Şayet bütün eşya ve hâdiseleri birden görmek mümkün olsaydı, belki o zaman insan bu mevzuda hakikate yakın bir hüküm verebilirdi. İnşâallah bir gün görmenin, duymanın, hissin binde binine ulaşılacak bir âlem gelecek ki o, ruhun bedene hâkim olmasının zuhur ettiği andır. İşte o zaman ruh merciini bilecek, bulacak, tanıyacak ve o büyük hakikate erecektir.



Einstein

Ben birkaç yerde Einstein’i anlatmıştım. Bunun üzerine, anlattığım çevrede ona karşı ciddi bir sempati uyanmıştı. Şöyle ki, fakir onun bir iki zeka oyununu ve tevazuunu dile getirmiştim. Hikâye şu: Bir gün onu Almanya’da sırtında eski bir hırkayla görüp “Üstad bu ne hâl böyle? Sırtında böyle eski bir hırka ile ne yapıyorsun?” demişler. Bunun üzerine o da: “Almanya’da herkes beni tanır, iyi de giysem, kötü de giysem tanırlar.” demiş. Onu İkinci Cihan Harbi’nden sonra Amerika’da üzerinde yine aynı hırka ile görünce aynı soruyu sormuşlar. O da: “Canım, beni Amerika’da kim tanır ki, iyi bir şey giyeyim!” demiş. Şimdi bir insan dünyaya böyle bakarsa, bu insanın –ister inanmış olsun, ister inanmamış– bu hâli, çevresindeki insanların ruhunda muhabbete vesile olabilir.



İblis

İbn Kesîr’in Hasan Basrî Hazretlerinden naklettiğine göre, Hazreti Âdem (aleyhisselâm) insanların atası olduğu gibi, İblis de cinlerin aslı ve atasıdır. Bu yapısıyla o, hiçbir zaman meleklerden olmamıştı. İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivayet edilen bir hadis-i şerife göre ise, hilkati başka olmakla beraber o, melâike-i kiramın içinde Allah’ın emrine itaat etmiş, yeryüzünde isyan eden cemaatleri kovup uzaklaştırma vazifesi görmüştü. İbn Abbas’a göre, beşerden evvel yeryüzünde Allah’a kullukta bulunan, evlenip çoğalan, erkeklik ve dişilikleri olan başka varlıklar vardı. Onlar yeryüzünde fesat çıkarıp kan akıttıktan sonra Allah bunlara melek ordusuyla birlikte İblis’i gönderdi ve bunlar yeryüzünden sürgün edildiler. Cenabı Hak, beşeri bunlardan sonra yaratmıştı. Hazreti İbn Abbas’ın sözü mahfuz, pek çok tariklerle sahabe-i kiramdan (radıyallâhu anhüm ecmaîn) rivayet edilen hadislerde şeytanın aslen cinlerden olduğu ifade edilmektedir.

Allah’ı Görebilecek Göz

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek cismi, ruhunun safvetine ulaşmış olmasına rağmen bu âlemden uzaklaştırılıyor ve ancak ayrı buudlara alınmak suretiyle, rü’yete ve hitab-ı izzete müşerref olabiliyor. Binaenaleyh Allah’ı görme mevzuunda kat’ edilen mesafe, Allah’a yaklaşma mesafesi değil, benliğimizden, şehevî hislerimizden ve beşerî garîzelerimizden uzaklaşma mesafesidir.



Melekiyet

Meleğin hoşlandığı şeylerden biz “mukayyet” (belli kayıtlara bağlı) olarak hoşlanırız. Şöyle ki, melekiyet tarafımız galebe çaldığı an bizim de ibadet ü taattan hoşlandığımız anlar olur. An olur ki, sağımızda ve solumuzda çocuklarımız feryad u figan etse veya cazibedar keyfiyetleriyle gözümüzün önüne dikilse, evlad ü iyal, mal ve menal zihnimizde canlansa hepsini bir tarafa iter, “Hayır, hiçbiriniz bana lazım değilsiniz. –Yunus’un diliyle– Bana Seni gerek Seni.” deriz. Bir ân-ı seyyâle nuranî hayatı yakaladığımız ve ruh âlemimize bir pencere açıldığı an, farkına vararak veya varmayarak lâhut âleminden içimize bir esinti geliverir ve böylece iç dünyamızda melekiyet keyfiyetine ait bir şeyler belirmeye başlar. İşte bizdeki bu kayıtlı ve geçici durum meleklerde devamlıdır. Melek her an elinin ters tarafıyla dünya ve mâfihâya (içindekilere) ait her şeyi atabilir ve her an kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabbin huzurunda lezzet ve zevkle kanatlanır.



Tuesday, July 14, 2015

Şefaat

Allah’tan yüz çevirerek, “Ey falan veli, benim şu arzumu yerine getir.” diyen şaşkın insan, ne dediğinin farkında değildir. Ancak bir insanın, büyük bir insana dehalet ederek, “Allah’ım, benim Sana kaldıracak liyakatta ellerim yoktur. Onun kalkan ellerinin gölgesi altında arzumu Sana takdim ediyorum.” demesinde de bir mahzur yoktur. Vâkıa, bu da tevazu ve hakkı teslimin, Hak katında bir insanın makbuliyetini kabulün ifadesidir. Bu iki meseleyi birbirine karıştırmamak gerekir.

Ruh


Ruh âdeta binlerce deliği olan, fişlerin takılabileceği bir santrale benzetilebilir. Organlarımızdan hangisi kendi fonksiyonunu fizyolojik olarak yapabilecek durumda ise fişini taktığı zaman orası çalışmaktadır. Kendi fonksiyonunu yapabilme imkânını ve gücünü kaybedip fiziki olarak arızalanmışsa, fişini oraya taksa da çalışmayacaktır. Onun için canlı bir insan felç olabilir. Zira o uzuv bir kısım sistemlerle mesela, sinir sistemiyle ve ruhla münasebet kurabilme durumunu kaybetmiştir.


Thursday, July 9, 2015

Körelmiş İstidatların İnkişâfı

İstidatlar bazen körelebilir ama onların körelmesi, köreldikten sonra ağzı açılmayan âlet ve cihazlar gibi değil; ağzı açılan, işleyen ve yeniden aynı kıvamı kazanan mükemmel bir mekanizma gibidir. Evet, bazen kalb de ölebilir; onu bir üniversite olarak kabul edecek olursak, onun vicdan gibi bir külliyesi ve sır, hafâ ve ahfâ gibi de fakülteleri vardır ve bazen bu fakülteler de sönebilir. Hatta belki her gün bunlar birkaç defa söner, ancak Allah yine onlara eski fonksiyonlarını ve dahasını kazandırır. Kalbde öyle duygular vardır ki bunlar bir kerecik olsun Allah’ın meşru saymadığı bir hataya girince hemen sönüverir... Evet, fosforlu taşların bir araç farından aldığı ışığı bir miktar karanlıkta aksettirdikten sonra sönüp tamamen gecenin karanlığına gömülmesi gibi, insanda da öyle latîfeler vardır ki, bunlar uzun zaman karanlığa dayanamaz ve bir an gelir bütün ziyalarını kaybederler. Ancak bir ışıkla yüz yüze geldiğinde de karanlık hemen dağılıverir. Onun için kalbin ölmesi, insanın ölmesi gibi değildir; yani kalb bazen ölür, ancak yine dirilir.

**

Bazen on dakika fena bir şeyi düşünmek, yani fiilen değil hayalen fâsık olmak yirmi dört saat insanın iç âlemindeki aydınlığı söndürür. İç müşâhedeye sahip bir insan bu durumda yirmi dört saat kalbinde bir ölünün yattığını ve âdeta onun kokusunun burnuna geldiğini duyar gibi olur. Cankeş olmuş o varlık bazen bir murakabe, tevbe, inâbe, evbe ile yavaş yavaş yeniden dirilmeye başlar. Sanki o mâsiyet (günah) hiç işlenmemiş, hayalen o fıska hiç girilmemiş gibi insanın iç dünyası yeniden aydınlanır.

Bu itibarla insan, mümkün mertebe kalbî ve ruhî hayatını söndürmemeye dikkat etmeli ve batmamak için lazım gelen her şeyi yapmalıdır. Madem içimizdeki bir kısım latîfeleri bir kelime, bir dane, bir habbe, bir öpme ve bir bakma batırıyor, –Allah muhafaza buyursun– o dakika içinde ölmüş o duygu ve sönmüş o latîfelerle Rabbin huzuruna gitme durumunda ebedî hüsran kaçınılmaz olabilir. Onun için de çok dikkatli olmak gerekir. Şayet bir kimsenin hayaline bir fısk u fücûr musallat olur, gece ve gündüz onu meşgul ederse, hemen ona sırt çevirmeli ve Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmelidir. Çünkü bu hâlde devam, insanın duygularını söndürür. İnsan, o fısk düşüncesinin kendi içinde bir kurt gibi kalbini delmek suretiyle zor kapanır bir boşluk meydana getirmesine fırsat ve imkân vermiş olur. Bu açıdan insan her zaman dikkatli olup Kitap ve Sünnet yörüngeli düzgün bir hayat yaşamalıdır.


Hakikatleri Duyma


Herkes bu dünyada mârifetini arttırma mükellefiyeti altındadır. Her şeyden önce, bizim kitap okuyarak, kâinatı tefekkür ederek ve ibadet ü taatta bulunarak kalbî hayatımızı inkişaf ettirme mükellefiyetinde olduğumuzu Kur’ân ifade ediyor. Mesela, Kur’ân bir yerde, “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını araştırın (Kudret-i Sâni’i müşâhede edin.)” buyurur. Başka bir yerde “İnsan yiyeceği şeye bir baksın…” der.

**
Kur’ân-ı Kerim, çok yerde irfanımızı arttırsın diye âyât-ı tekviniyeye (yaratılışlarıyla Allah’ı gösteren âyetlere) dikkatimizi çeker ki, kalbî ve ruhî inkişafımız için bunlar çok önemlidir. Bunu böyle bilmeyen kimse, hayatını heder etmiştir ve ahirete gittiği zaman da Cennet’in nimetlerinden bu dar irfan ölçüsünde yararlanacaktır. Hatta o, Cennet’te Zât-ı Bâri’i de bu dar irfan kalıpları içinde müşâhede edecektir. Bundan dolayı ister âfâkî ve enfüsî tefekkür ve tahlil, ister Kur’ân-ı Kerim’i okuma, isterse ibadet ü taatla ruhu inkişaf ettirme bizim için asla vazgeçilmezlerdendir. Zira bu sayede insan, hayvaniyetten çıkacak, cismaniyeti bırakacak, kalbin ve ruhun derece-i hayatına yükselerek Cennet’e ehil hâle gelecektir. Öyle ise bizler, Cenab-ı Hakk’ın Cennet’teki nimetlerinden, zevkleri gelişmiş ve her şeye vâkıf bir şekilde istifade etmeye ve Zât-ı Bâri’yi öyle müşâhede etmeye şimdiden hazırlanmalıyız ki ötede ah-vah etmeyelim. Yoksa insan burada, dağın başındaki görgüsüz, bilgisiz, hiçbir incelik ve nezaket bilemeyen birisi gibi yaşarsa, orada da o şekilde haşrolur. Belki Cennet’e girer, ama o zevk kaynaklarından istifadesi de bu dünyadaki seviyesine göre olur. Bu itibarla insanın gerçek insanlığı, mârifetiyle doğru orantılıdır.”

Tuesday, June 30, 2015

Sabır

İnanan insanlar, din-i mübin-i İslâm’ın âfâk-ı âlemde şehbal açması istikametinde bütün cehd ve gayretlerini göstermelidirler. Hak yolunda başlarına her zaman gelebilecek belaların olabileceğini peşinen kabul etmeli ve bunlara katlanmaları gerektiğini çok iyi bilip buna razı olmalıdırlar. Şu kadar da var ki, Cenab-ı Hak uzun süre Kendi yolunda olanlara bela ve musibet vermeyebilir ve onları sıkmayabilir; hatta bu kimseler, uzun bir müddet rahat edip bir sıkıntıya maruz kalmayabilirler de. Önemli olan husus, musibetler ilk tosladığında onlara karşı sabredebilmektir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, musibeti ve belayı istememek gerekir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz… Karşılaştığınız zaman da sabrediniz.”