Showing posts with label toplum. Show all posts
Showing posts with label toplum. Show all posts

Monday, January 24, 2022

Kahır Toplumu

 

Gökhan Bacık, Ahval

Doğduğum köyde hiç balık yemeyen insanlar vardı. Hatta bunlar balık pişirilen bir eve girmezdi.

Bunun nedeni tarihsel bir trajediden kaynaklanıyordu: Ruslardan kaçan Çerkesler, gemilerle Karadeniz’i geçerken pek çokları hastalıktan yahut açlıktan ölmüştü. İnsanlar ölmüş yakınlarını (belki anne belki baba belki evlat) çaresizce denize atmak zorunda kalmışlardı. Kimbilir, bu ölülerin bazılarını balıklar yemişti. 

Belki de bu kahredici çaresizlik içinde ölülerini denize atanlar böyle düşünmüştü.

Canları malları telef olan bu insanların hakkını kimse soramadı. 

Yapan yaptığı ile ölen öldüğü ile kaldı.

Daha da ötesi, pek çok Çerkes bugün Rusya ile yakınlaşmanın mimarı partilere oy veriyor.

Halbuki mazlumlar her zaman haksızlığın hesabının sorulacağı bir günü bekliyor.

Avrupa’da, ülkesini terk etmiş pek çok insanın konuşmalarını süsleyen bir cümle var: 

“Bir gün hukuk geri gelince…”

Bu cümle, bir zamanlar hukukun Türkiye’de var olduğunu varsayıyor.

Peki bu zaman ne zamandı? Türkiye’de ne zaman hukuk vardı? 

1988 mi? 1998 mi? 2008 mi? 2005 mi?

Öyle bir zamana geri dönsek, bizim fark etmediğimiz ne çok mazlum bulacağız.

Belki de bugün Türkiye’de mutluluk içinde yaşayanlar da ileride bir zaman diliminde mazlum olacaklar ve “bir gün hukuk geri gelince” diyerek cümleler kuracaklar.

16 yaşında intihar eden Bahadır’ın cenazesine elleri bağlı getirilen babanın hıçkırıkları o yüzden bize şunu hatırlatıyor: 

Türkiye bir kahır toplumudur.

Bu kahır toplumunda kastlar vardır, zamanlar vardır. Herkes başka bir kasttır. Herkes başka bir zamanda yaşar. 

Bir kast ezilirken diğer kast mutlu olabilir. 

Bir zamanı yaşayanlar ağlarken diğer zamanı yaşayanlar gülebilir.

Şimdi biz (tabii öncelikle Türkiye’deki KHK’liler) toplumun en alt kastını oluşturuyoruz. 

Bunları dövmek, tutuklamak, mallarına el koymak mümkün ve meşru.

Bu açıdan, her devirde Türk toplumunun paryaları var olmuştur. Parya, ancak kırık veya eski kap kullanır. Parya olduğunu belli edecek bir işaretle boyanmış olmalıdır. Mesela eski zamanda bir parya at bile alamazdı. O ya bir eşeğe binecektir yahut yürüyecektir.

Bahadır da babası da birer paryaydı. Çocuk kendini öldürdü. Babası elleri bağlı oğlunun cenazesine getirildi.

Bugün bir KHK’li paryadır.

Alt kastın bir üyesidir.

Toplum buna üzülüyor mu?

Maaşlarına zam yapılan emekliler ve asgari ücretlilerin bir kısmı son anketlerde tekrar AKP’ye dönmüşe benziyor.

Muhakkak üzülenler de var. Ancak ağır bir rejim karşısında insanların bir şey yapması kolay değil. Ama bütün olumsuzluklara rağmen uğraşan didinen aydınlar, gazeteciler ve siyasiler de var.

Üzülmeyenler de vardır.

Takip ettiği siyasi partiye göre dünyayı algılayanlar için Bahadırlar ve diğerleri tam aksine ‘hak ettikleri’ bir durumdadır.

Rakamlar da önemli. Devletin sopa ile oradan buraya sürüklediği insanların sayısını toplasan 3-5 milyon. Kalan büyük kalabalık, günlük hayatı içinde yaşıyor. Yüzlerce yıldır süren bu model bir alışkanlığa dönmüş:

Bir grubun hakları sistematik yok edilirken insanlar onu yok sayıp yaşamaya alışmış.

Yüzlerce yıldır terbiye tezgahından geçmiş bir büyük kabalık bu. “Böyle gelmiş böyle gider” ezberi içinde tek başına itiraz etse bile bunun bir şeyi değiştirmeyeceğine ikna olmuş. Hal böyle olunca yok saymaktan başka sığınılacak yöntem kalmamış: İnsanlar hiç yokmuş gibi yapıyor.

Hiç yokmuş gibi yapmanın tuhaf sonuçları da var: Bir yansıtma ile bütün yabancı milletler kötü ilan ediliyor. Bütün bu hamasi lafların, altına işeyen çocuğun “bunu komşunun oğlu yaptı” demesinden hiçbir farkı yok. Aslında bunlar bir züğürt tesellisi.

Bu hamasetin büyüklüğü aslında memleketin sorunlarının büyüklüğünü gösteriyor.

Zaaflar büyüdükçe hamaset büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bayrak büyüyor, caminin kubbesi büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bunları örtmek için işe yarayacağı düşünülerek “daha çok vatan daha çok ezan daha çok bayrak” muhabbeti yapılıyor.

Kahır toplumunda o yüzden haksızlıklar dinsel ve milli bir tören hatta bazen ibadet havası içinde gerçekleşiyor.

Meşhur hikayedir:

Çin’de bir köye yağmur yağmış içenler delirmiş. Bu suyu iki arkadaş içmemiş. Ancak herkes delirdiği için onlara deli muamelesi yapmışlar. Çaresiz iki arkadaş sonunda suyu içmiş.

Halihazırda Türkiye hikayedeki bu Çinli köy gibi bir yer.

Ya kahrolup yaşayacaksın yahut kalabalığa karışıp yok olacaksın.

 

Wednesday, October 24, 2018

Türk Oblomov'u



Yavuz Altın, tr724.com
Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.

Friday, September 28, 2018

Tekbencinin kırılgan fantezisi

shutterstock


Nur Betül Çelik, Gazeteduvar
 
Platon’un mağarasına benzeyen kendi zihinlerinin zindanına hapis tekbencilerden toplum filan olmaz. Beklememek lazım. Tekbenci, başkalarıyla bağ kuramaz. Onun dünyası toplumsallığa kapalıdır. 
 
Sokağa çıkmanın iyiden iyiye eziyet haline geldiğini söyleyen ne çok kişiyle karşılaştım bu hafta. Çoğunluk somurtuyor, birbirine çemkiriyor. Herkesin dilinin altında bir bakla var sanki de bir türlü çıkartamıyor. İşler eksik yapılıyor, yapana sormaya kalksan görüp görebileceğin, buldun da bunuyorsun edası. Sorumluluktan sıyrılmanın bilmediğim ne çok yolu varmış! Her gün bir yenisini öğreniyorum. En tepedekinden en alttakine herkes, bıraktık öyle büyük meseleleri, küçücük gündelik sorunlarla ilgili sorumluluktan sıyrılmak için bin takla atıyor.

Canı yanan hıncını canını yakandan değil de canını yakabileceğinden çıkartıyor. Hiç kimse verdiği zararın sorumluluğunu üstlenmiyor. Hatta kendisinin maazallah zarar verebileceğine de inanmıyor. Kusursuzluk abidesi bilumumu. Kusursuzluk iddiasıyla sağlamlaştırdıkları zindanlarının dışarıya bakan tek penceresi var. Oradan yalnızca görmeleri istendiği kadarını görüyorlar, gördüklerine inanıyorlar, dışarısının tekinsizliğine karşı içeride buldukları hiçbir dünyevi sorumlulukla kirlenmemiş bir fantezi. Orada kusursuzlar, hep haklılar, hep önemliler, hep en iyiler.

Bencillik hafif kalır, benmerkezcilik yetmez. Böyle bir fantastik dünya olsa olsa tekbencidir. Bu tekbenci dünyanın tek sakini, başkalarının kendisi için etrafta olduğu zannına saplanmıştır. Acı onun acısıdır, aşk onun aşkı olduğunda anlamlıdır. En güzel sözü o söyler, hayatın sırrına o ermiştir. Zaten onun dünyası dışında dünya da yoktur. O halde yalnızca onun başına gelen deneyimdir, başkalarınınkine kim aldırır? Kendi hayatından çıkarttığı sonuçları başkalarına bıkmadan anlatır. Doğru onun konumudur. Hakikat onun dünyasındadır.

Başkalarına karşı sorumluluk anlamsızdır. Sorumluluk gibi rahatsızlık veren bir duyguyla onun işi olmaz ama ona karşı sorumluluk hissedilmemesi halinde de öfkesi büyüktür. Ne hakla? Bu Trumpgillerin büyük beyinleri vardır, en zeki onlardır. En akıllı da. Şöyle bir “heyyyt” çektiler mi karşıki dağlar yıkılmıyorsa eğer şaşırırlar. Yıkılmıyorsa o dağlar, sorumlu kesin o küçücük pencereden gördükleri Lilliput’un cüceleri olmalıdır.

Başkaları hep kötüdür, her kötülükten sorumludur. Zaten beyinleri de küçüktür onların. Nefret elle tutulacak kadar somut, hınç bıçak gibi keskin taşar bu fanteziden. Platon’un mağarasına benzeyen kendi zihinlerinin zindanına hapis bu tekbencilerden toplum filan olmaz. Beklememek lazım. Tekbenci, başkalarıyla bağ kuramaz. Onun dünyası toplumsallığa kapalıdır. En ilkel formunda bile toplumsallık iki insan arasında bir bağ gerektirir. Oysa herkesin kendisine benzemesini isteyen tekbenci için başkaları tekinsizdir. Korku, tekbenci için tek gerçek duygudur, başkalarına yönelen nefretin, hıncın kaynağıdır.

Korkunun ecele elbette faydası yoktur, kırılgan fantezi dünyasında hapis tekbenci, korktuğu başına gelendir hep. Mağdurdur, acı çeker, kırılgandır. Üzüntüsü gerçektir, geceleri uyku tutmaz onu. Hep tartar, hep kırılacak bir şey arar. Kırılganlığını gözünüze sokar. Pohpohlayın ister. İçinden emin olduğu haklılığına onay ister. Ben ile başlayan cümleleri, ben ile biter.

Tekbenci ile uzlaşılamaz, tartışılamaz. O öğrenemez. Dayanışmayı bilmez, ahlak ilkeleri geliştiremez. En ilkeli, en ahlaklı gibi göründüğüne bakmayın, kendi dünyasının gerçekliğine uymadığında ne ilke kalır, ne ahlak…

Türkiye’de tekbencilerin sayısı gittikçe artıyor… Çok hüzün verici.

Sunday, July 29, 2018

There are no authentic cultures anymore


“We still talk a lot about ‘authentic’ cultures, but if by authentic’ we mean something that developed independently, and that consists of ancient local traditions free of external influences, then there are no authentic cultures left on earth. Over the last few centuries, all cultures were changed almost beyond recognition by a flood of global influences.

One of the most interesting examples of this globalisation is ‘ethnic’ cuisine. In an Italian restaurant we expect to find spaghetti in tomato sauce; in Polish and Irish restaurants lots of potatoes; in an Argentinian restaurant we can choose between dozens of kinds of beefsteaks; in an Indian restaurant hot chillies are incorporated into just about everything; and the highlight at any Swiss café is thick hot chocolate under an alp of whipped cream. But none of these foods is native to those nations. Tomatoes, chilli peppers and cocoa are all Mexican in origin; they reached Europe and Asia only after the Spaniards conquered Mexico. Julius Caesar and Dante Alighieri never twirled tomato-drenched spaghetti on their forks (even forks hadn’t been invented yet), William Tell never tasted chocolate, and Buddha never spiced up his food with chilli. Potatoes reached Poland and Ireland no more than 400 years ago. The only steak you could obtain in Argentina in 1492 was from a llama.

Hollywood films have perpetuated an image of the Plains Indians as brave horsemen, courageously charging the wagons of European pioneers to protect the customs of their ancestors. However, these Native American horsemen were not the defenders of some ancient, authentic culture. Instead, they were the product of a major military and political revolution that swept the plains of western North America in the seventeenth and eighteenth centuries, a consequence of the arrival of European horses. In 1492 there were no horses in America. The culture of the nineteenth-century Sioux and Apache has many appealing features, but it was a modern culture – a result of global forces – much more than authentic’.”

Cognitive Dissonance


Ever since the French Revolution, people throughout the world have gradually come to see both equality and individual freedom as fundamental values. Yet the two values contradict each other. Equality can be ensured only by curtailing the freedoms of those who are better off. Guaranteeing that every individual will be free to do as he wishes inevitably short-changes equality. The entire political history of the world since 1789 can be seen as a series of attempts to reconcile this contradiction.

Anyone who has read a novel by Charles Dickens knows that the liberal regimes of nineteenth-century Europe gave priority to individual freedom even if it meant throwing insolvent poor families in prison and giving orphans little choice but to join schools for pickpockets. Anyone who has read a novel by Alexander Solzhenitsyn knows how Communisms egalitarian ideal produced brutal tyrannies that tried to control every aspect of daily life.

Contemporary American politics also revolve around this contradiction. Democrats want a more equitable society, even if it means raising taxes to fund programmes to help the poor, elderly and infirm. But that infringes on the freedom of individuals to spend their money as they wish. Why should the government force me to buy health insurance if I prefer using the money to put my kids through college? Republicans, on the other hand, want to maximise individual freedom, even if it means that the income gap between rich and poor will grow wider and that many Americans will not be able to afford health care.

Just as medieval culture did not manage to square chivalry with Christianity, so the modern world fails to square liberty with equality. But this is no defect. Such contradictions are an inseparable part of every human culture. In fact, they are culture’s engines, responsible for the creativity and dynamism of our species. Just as when two clashing musical notes played together force a piece of music forward, so discord in our thoughts, ideas and values compel us to think, reevaluate and criticise. Consistency is the playground of dull minds.

If tensions, conflicts and irresolvable dilemmas are the spice of every culture, a human being who belongs to any particular culture must hold contradictory beliefs and be riven by incompatible values. It’s such an essential feature of any culture that it even has a name: cognitive dissonance. Cognitive dissonance is often considered a failure of the human psyche. In fact, it is a vital asset. Had people been unable to hold contradictory beliefs and values, it would probably have been impossible to establish and maintain any human culture.

If, say, a Christian really wants to understand the Muslims who attend that mosque down the street, he shouldn’t look for a pristine set of values that every Muslim holds dear. Rather, he should enquire into the catch-22s of Muslim culture, those places where rules are at war and standards scuffle. It’s at the very spot where the Muslims teeter between two imperatives that you’ll understand them best.

Friday, June 1, 2018

Aldous mu Yoksa Orwell mi Haklı Çıktı?



Aldous Huxley‘in “Cesur Yeni Dünyası George Orwell‘ın “1984“ünden yaklaşık 17 yıl önce basılmış bir kitap; hatta Orwell’ın Huxley’den etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. Eserlerin kurgulandığı zamanlar farklıdır. Orwell -kitabın adından da anlaşılacağı gibi- kendi distopyası için 1984 yılını belirlerken, Huxley daha uzak bir gelecek (26. yüzyıl) öngörmüştür. Her ikisi de birer distopya örneğidir. Zaman zaman “Cesur Yeni Dünya” için ütopya olduğu şeklinde bir değerlendirme yapılmasına rağmen daha çok distopya özellikleri taşımaktadır. Aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum anlamına gelen ütopya için Platon‘un Ütopyası, Farabi‘nin Erdemli Toplumu, Thomas More‘un Ütopyası ya da Francis Bacon‘un Ütopyası örnek olarak verilebilir. Distopya, kelimeyi ilk kullanan kişi olan John Stuart Mill tarafından “kötü bir yer” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla tam olarak ütopyanın olumsuz karşılığı değildir.
Orwell’ın betimlediği dünyada -sonradan icat edilen- gerçekliğin, denetim altında tutulabilmesi için ‘bellekten’ ve ‘geçmişten’ yani, bireysel ve toplumsal hafızadan yoksun bırakılmaya çalışılan bir toplumdan bahsedilir. 1984 Distopyası’nın baskıcı devletinde geçmiş yıllara ait bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmıştır; bütün kitap, gazete ve tarihi vesikalar yeniden yazılmış, sokak cadde ve yapılar yeniden adlandırılmıştır.  Evlerin her odasında bulunan ve onların özel hayatlarına müdahale edebilen, onları yatak odalarından dahi izleyen ‘tele ekran’ sistemi her köşebaşından bizi izleyen kameralara, evimizin içinden bizi şekillendiren, çocuklarımızı eğiten (öğüten) televizyon ve bilgisayarlara şaşırtıcı derecede benzer. Orwell’ın özgün bir tanımlaması olan (“Biri Bizi Gözetliyor” yarışmasının isim babası) Büyük Biraderise paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden, kısaca her yerden toplumdaki bireyleri göz hapsinde tutmaktadır.
Huxley’in betimlediği dünyada ise insanlık sağlıklı, teknolojik açıdan gelişmiş, savaşlar ve yoksulluk yok edilmiştir; tüm ırkların eşit olduğu ve herkesin mutlak olarak mutlu olduğu bir dünya vardır. Fakat, ironik biçimde, tüm bu gelişmeler birey için çok önemli olan birçok değerin yok edilmesi, kaldırılması ile başarılmıştır; toplumun ihtiyacına göre insanlar, önceden saptanan nitelik ve ölçülere göre fabrikalarda üretilir ve özel merkezlerde büyütülürler. Genetik yöntemlerle aynı işte çalışacak çok sayıda özdeş insan üretilebilmektedir. Tüp bebeklerin kalıtımları, çalıştırılacakları işlere göre önceden belirlenmiştir. Belli bir şartlandırma ve “soma” adı verilen zevk verici bir içecek vasıtasıyla, bireylerin kendi konumlarından memnun olmaları sağlanmıştır. Çocuklar fabrikalarda üretildiği ve devlet tarafından yetiştirildiği için evlilik ve aile ortadan kalkmıştır. İnsanın kültürel varlığı ve tarih bilinci de yok edilmiştir. Ayrıca salt zevki önüne gelenle seks yapmada ve uyuşturucu kullanımında bulan toplum hazcı (hedonistik) bir topluma dönüşmüştür.
Orwell’in uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönünde. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerkliklerinden ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yok. Huxley’e göre insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklarıdır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okuyacak kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi bilgiden yoksun bırakacak olanlardan, Huxley ise pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar aşırı bilgiye boğacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatın bizden gizlenmesinden, Huxley ise insanların bir süre sonra hakikati umursamamasından korkuyordu. Orwell insanların acı çekerek denetlenişini anlatıyordu. Huxley’e göre ise denetleme insanları hazza boğarak gerçekleştiriliyordu.


Orwell’ın fikirlerinin çoğunun günümüz toplumlarında modası geçmiş gibi gözükmektedir. Oysa Huxley’i desteklercesine insanlık teknolojiden ve teknolojiyi kullanmaktan gayet memnun gözüküyor. Hemen herkes artık bilgisayar kulanıyor. Bilgisayarlar ve akıllı cihazlar beynimizi daha az kullanmamıza yol açıyor. Hayatımızı büyük oranda teknolojik kölelik yönlendiriyor. En kötüsü de insanların mevcut konumdan rahatsızlık duymaması. Hayatımızda 1984’e benzer tehditler bulunsa da, asıl tehlikenin etrafında olan biteni umursamayan, hedonistik bir topluma dönüşümüzde yattığını söyleyebiliriz. Çünkü baskılara karşı bir çeşit direnme refleksi geliştirmek olası iken, hedonist bir toplumun -sanal- mutluluktan uyanması için bir neden ortada kalmamış gözükmektedir.

Amusing Ourselves to Death: Huxley vs Orwell














from highexistence

Wednesday, February 12, 2014

Toplumlara Bela ve Ceza

İlâhî prensipleri çiğnersen, Lut kavminin başına gelenler; belki birdenbire değil ama yavaşlatılmış film gibi yavaş yavaş gelir; illetlerle, zilletlerle... Nikâhsız birliktelikler, aile hayatını dinamitlemiştir. Vefa, itaat, şefkat, sadâkat ve hürmet gibi güzel hasletlerden kaçan, çocuk yetiştirmek gibi mes’ûliyetli ve ehemmiyetli vazifelerin altına girmek istemeyen nefisler, gayr-i meşru çocuklara işkence ve zulmetmişler, hatta zevklerine engel görüp öldürmüşlerdir. Bu sefer, çocuk haklarını koruyalım diye çok katı kanunlar çıkartılmış, en ufak bir şeyde çocuklar ailelerin elinden alınmıştır. Bütün bunlar toplumları art arda içinden çıkılmaz ..zümsüzlüklere, alkole, uyuşturucuya sürüklemiş; çaresiz gençlerden, kimsesiz yaşlılardan oluşan bir nesli ortaya çıkarmıştır. Toplumlara bundan daha büyük bela ve ceza mı olur?