Showing posts with label Yahudi. Show all posts
Showing posts with label Yahudi. Show all posts

Tuesday, December 29, 2020

Şükrü Saraçoğlu

Kaynak:Eli Haligua, Avlameroz 


       Türkiye’de ırkçıların, ismi katliamlarla, soykırımlarla anılanların isimlerini sokaklara, okullara vermek adeta adettendir. Bu isim veriş halleri bazen devletin Türkleştirme politikası olarak kendisini gösterirken bazen de bu ‘mühim şahıslara’ verilen önemden ötürü mekanlar utanılacak isimlerle özdeşleşmiş olarak belleklerdeki yerini alır. Bu mekanlardan birisi de Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu.

Şükrü Saracoğlu’nu Avlaremoz’da yer alan bir yazıda belirtildiği gibi başta biz ‘azınlıklar’ pek iyi bilmezdik. Belli ki kendisini iyi bilenler varmış. Fenerbahçe Spor Kulübü, Saracoğlu’nu ölüm yıldönümünde,  “16 yıllık başkanlık, stada ismi verilecek kadar büyük bir saygı, 8 Türkiye şampiyonluğu, sayısız hatıra… Rahat uyu Şükrü Saracoğlu, bu kalpler seni unutmayacak…” cümleleriyle anmıştı.

Şükrü Saracoğlu Varlık Vergisi’nin mimarı olup Ermeni, Rum ve Yahudilerin varlıklarının gaspını yasalaştıran, vergisini ödeyemeyenlere Aşkale çalışma kamplarında dondurucu soğukta taş kırdırtan, burada insanların ölümüne neden olan bir şahsiyettir.

Saracoğlu’nun yeri Yahudiler için ayrıca özeldir.  Holokost’tan kaçan Struma gemisindeki Yahudi mültecilerin ülkeye alınmasına engel olup aralarında yaşlılar ve çocukların bulunduğu 768 kişiyi Karadeniz’de ölüme terk ettiği kararla da “bu kalplerin kendisini unutmaması” için gerekeni yapmıştır. Nazi Almanyası ile dostluk paktı imzalamaktan çekinmeyip Nazi bayrağı ile Türkiye Cumhuriyeti bayrağının da yan yana yer almasından hicap duymamıştır.

Dedim ya genelde devlet politikası olarak bazen ise şuursuzluktan bazı isimler başta Türk olmayanlara kast edilircesine çeşitli şekillerde kendisini bulmuştur. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı mahallede Talat Paşa İlköğretim Okulu’nun olması, gene Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin çoğunlukla yaşadıkları ve eskiden Rumca sokak isimlerinin olduğu Tatavla bölgesine Kurtuluş, mahalleye giden caddeye Ergenekon deyip ara sokakları da Bozkurt, Türkbeyi gibi isimlerle bezeyen bir zihniyetin olduğu ortamda Saracoğlu isminin stada veriliyor olması bir yanıyla çok da şaşırtıcı olamamıştır. 

Tuesday, March 24, 2020

Night - Eli Wiesel




“Never shall I forget that night, the first night in camp, that turned my life into one long night seven times sealed.
Never shall I forget that smoke.
Never shall I forget the small faces of the children whose bodies I saw transformed into smoke under a silent sky.
Never shall I forget those flames that consumed my faith forever.
Never shall I forget the nocturnal silence that deprived me for all eternity of the desire to live.
Never shall I forget those moments that murdered my God and my soul and turned my dreams to ashes.
Never shall I forget those things, even were I condemned to live as long as God Himself.
Never.”



Saturday, November 9, 2019

Gayrimüslimlerle Dostluk



Gayrimüslimlerle nasıl ilişki kurulacağı ve onlarla dostluk yapılıp yapılamayacağı farklı zamanlarda farklı münasebetlerle sık sık dile getirilen bir konudur. Genellikle bu meseleyi dile getirenler, farklı din mensuplarıyla hoşgörü ve diyaloga dayalı bir ilişki içerisinde olmaya karşı çıkanlardır. Onlar, belirli ayetlerden hareketle Kur’ân’ın gayrimüslimleri “dost” edinmeyi yasakladığını iddia ederler. Çoğu zaman farklı din mensuplarına bakış sadece “dost edinmeme” sınırlarında kalmaz, onlara düşmanlık etmeye, nefretle bakmaya, mallarını boykot etmeye ve hatta terör faaliyetlerini tecviz etmeye kadar gider.

Kur’ân’a sathî ve lafızcı yaklaşımın, taassup ve bağnazlığın birer neticesi olan bu tür aşırı ve radikal fikirlerin daha başka aşırılıklara sebep olmaması düşünülemez. Genellikle bu tür ifratlar, tefritleri doğurur. Bu tür tartışmaların gündemde olduğu zamanlarda hemen tarihselci ve modernist yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu tür kişiler, konuyla ilgili hükümlerin Kur’ânî temellerini araştırmaya ve anlamaya ihtiyaç duymaksızın hemen bu tür hükümleri tarihselci bakış açısıyla değerlendirir ve reddederler.
Aslında “kimlerle”, “hangi münasebetlerin”, “niçin” yasaklandığı doğru anlaşılabilse pek çok itiraza mahal kalmadığı da görülmüş olacaktır.

Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân, manası anlaşılsın ve gereğiyle amel edilsin diye bütün insanlığa gönderilen ve hükümleri de kıyamete kadar baki kalacak olan evrensel bir kitaptır. Fakat onun doğru anlaşılabilmesi için bir kısım hususlara dikkat edilmesi gerekir. Kur’ân, beşer sözü değildir; ilâhî bir kelâmdır. Bu ilahî kelamın kendine has bir üslubu, tabiatı ve meseleleri ele alış tarzı vardır.

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir münasebeti vardır. Bu açıdan ayetler, siyak  (konteks, bağlam) bütünlüğü içinde anlaşılmalı ve parçası yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden cımbızlanarak alınan bir ayetle doğru hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir.

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği yoğun mana tabakaları vardır. Sathî nazarların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması gereken ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça dil kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Bunların yanında âyetlerin, dinin genel maksatları ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Gayrimüslimleri Dost Edinmeyle İlgili Ayetler

Onlarca ayet-i kerimede mü’minlerin kimleri dost edinip edinmeyecekleri; dost edinilmesi yasaklanan kimselerin vasıfları; gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerin niteliği üzerinde durulur. Esasında bütün bu ayetlere toplu olarak bakan kimse hangi gayrimüslimlerle ilgili ne tür davranışların niçin yasaklandığını rahatlıkla anlayabilir.

Âl-i İmran suresinde geçen âyet şu şekildedir: Mü’minler, mü’minleri bırakıp, kâfirleri veli edinmesinler! Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur.” (Âl-i İmran, 3/28)

Nisa sûresinde benzer yasak tekrarlanır: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Böyle yaparak Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 4/144)

Aynı surenin devamında kafirleri veli edinenlerin münafıklar olduğu vurgulanır: “Münafıklar mü’minlerin dışında kâfirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (Nisa, 4/139)

Yukarıdaki iki ayette kafirlerin veli edinilmesi yasaklanırken Mâide suresinde aynı yasak Ehl-i Kitap ile ilgili gelir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51)

Maide suresindeki şu ayette ise kafirler ve Ehl-i Kitap birlikte zikredilmiş fakat bunların bir kısım vasıflarına da yer verilmiştir: “Ey iman edenler! Dininizi alay ve eğlence konusu yapan ne Ehl-i Kitabı ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mü’min iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının.  (Maide, 5/57)

Şu âyet-i kerime ise mü’minlerin kendileri gibi küfre düşmesini arzu eden münafıkların veli edinilmesini yasaklamaktadır: “Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!” (Nisa, 4/88)

Tevbe suresindeki şu ayette ise “veli” yerine sırdaş ve gönüldaş kelimeleriyle karşılayabileceğimiz “velîce” kelimesi kullanılır: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)

Tevbe suresindeki diğer bir ayette ise bilinçli bir tercihle küfürde ısrar eden ve ona teşvikte bulunan kafirlerin veli edinilmesi yasaklanır: “Ey iman edenler! Eğer küfrü bilerek ve isteyerek imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)

Mücadele suresindeki şu ayette kendilerine karşı sevgi ve muhabbet beslenmesi yasaklanan kimseler olarak Allah ve Resûlü’nün düşmanları gösterilir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulü’nün karşısına çıkan (ve onlara düşmanlık yapan) kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22)

Mümtehine suresindeki şu ayette de veli edinilmesi yasaklanan kimselerin Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapan kimseler olduğu bildirilir: “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz (sır veriyorsunuz). Reslüllah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1)

Aynı surenin şu ayetinde ise sırf dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya buna destek olan kişilerin veli edinilmesi yasaklanır: “Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/9)

Yine bu surenin bir başka ayetinde veli edinilmesi yasaklanan kimseler olarak Allah’ın gazap ettiği ve ahiretten ümidini kesen kimseler karşımıza çıkar: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki ölüp kabre giren bir kâfir nasıl ahiret mutluluğundan ümidini kesmişse, kendileri de ahiretten öyle ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine, 60/13)

Âl-i İmran suresinde geçen şu ayette “veli” yerine “bitane” kelimesi kullanılır ve samimi dost edinilmemesi gererek kimselerin vasıfları oldukça detaylı zikredilir: “Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır.” (Al-i İmran, 3/118)

Sonraki iki ayette dost edinilmemesi gereken kimselerin özellikleriyle ilgili biraz daha tafsilata girilir: “İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi ‘Biz de inandık!’ derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalplerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar…” (Al-i İmran, 3/119-120)

Veli Kelimesinin Manası

Yukarıda da görüldüğü üzere pek çok ayet-i kerimede kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmıştır. Maalesef çoğu mealde bu kelime “dost” olarak tercüme edildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Halbuki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu manalardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelimeyi “tefviz-i umurda bulunma” olarak açıklamıştır ki bu oldukça önemlidir. Bunun manası işlerini bir başkasına bırakma, bütünüyle ona güvenme, onu hami, koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Dolayısıyla burada yasaklanan husus alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Aynı şekilde veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini devam ettirmeye de mani değildir. Bilakis burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına faş etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Kısaca mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir. Yani gayrimüslimlerin veli edinilmesinin yasaklanmasının temel maksadı, Kur’ân ve Sünnet’in korumayı hedeflediği maksatların başında yer alan “dinin korunmasıdır”.

Aynı şekilde diğer ayetlerde kullanılan “bitane” ve “velîce” kelimeleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden kelimelerdir. Bu kelimeler gönülden bağlılığı, aradan su sızmayacak ölçüde aşırı yakınlığı ifade eder. Dahası bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tür durumlarda ise başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Efendimiz’in şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Ebu Davud, Edeb 19)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” kaydının yer alması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” ifade edilmesi ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. Efendimiz (s.a.s) mü’minleri binadaki birbirine yaslanmış tuğlalara (Buhâri, Salât 88) veya birbirleri arasında sıkı irtibat bulunan bir vücudun uzuvlarına benzetirken (Buhârî, Edeb 27), Kur’an da bütün mü’minlerin kardeş olduğunu belirtmiştir. (Hucurat, 49/10) Dolayısıyla bu tür ayetlerin iman kardeşliğine ve imanın ehemmiyetine vurgu yaptığı, imanla küfrün arasındaki derin mesafeye dikkat çektiği, Allah için sevme ve Allah için buğzetme prensiplerini akla getirdiği, mü’minleri dine ve imana zarar vermekten menettiği de gözden kaçmamalıdır.

Sevilmesi veya Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Öte yandan bazı ayetlerde dost edinilmemesi gereken kimseler olarak mutlak manada Ehl-i Kitap ve kafirler zikredilmiş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Bu yüzden bütün gayrimüslimleri aynı kefeye koyup tamamına karşı aynı muameleyi yapmak doğru değildir. “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” (Al-i İmran, 3/113) ayeti de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

O halde ayet-i kerimelerde dost edinilmesi ve sevilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında yukarıya aldığımız ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları tafsilatlı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak Müslümanları aldatmaları, Müslümanlara zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Nitekim şu âyet-i kerime de bu gibi kötü vasıflara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) (Al-i İmran, 3/199) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (Mâide, 5/5) hem bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını hem de mutlak olmadığını ifade etmektedir. Zira pekala bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de misafir etmiş, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Hatta O, vefat ettiğinde bile zırhı, borcuna mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Efendimiz’in Yahudi ve müşriklerle bir arada yaşama adına imzaladığı Medine Vesikası, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Efendimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle sırf küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Mesela bir gün Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Efendimiz’e onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (Buhari, Edeb 529)

Yasağın İllet ve Sebebi

Öte yandan, “Hükmün müştaka ta’liki mehazi iştikakın illiyetini iktiza eder (Şayet dinî bir hüküm, türemiş bir kelime üzerine bina edilirse o kelimenin türediği kök, hükmün illetini gösterir).” şeklindeki usul kaidesi gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir. Şöyle ki ayetlerde dost edinme yasağını bildiren hükümler “Yahudiler, Hristiyanlar, kafirler, münafıklar” gibi lafızlar üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla buradaki yasağın asıl illeti bu kişilerin zikredilen vasıflarıdır.

Buna göre ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin demektir. O halde güzel olan başka fiillerinden ötürü bu tür insanlarla münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu kişilerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik gibi doğrudan dinlerine ait olmayan vasıfları sevilebilir, bunlardan istifade edilebilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler nehyin dışında kalmış olur.
Bu durumda böyle bir yasak “din temelli bir dostluğa” münhasır kalır. Onlar dinî inanç ve düşünceyi düşmanlık sebebi haline getirdikleri için Kur’an da bu konuda inananları uyarmıştır. Yani Kur’an’ın asıl tavrı şahıslara değil onların sahip oldukları vasıflara yöneliktir. Nitekim Müslümanlar da pek çok ayet-i kerimede bir kısım kötü sıfatlarından ötürü şiddetle ikaz edilmiş ve kınanmışlardır. Dolayısıyla güzel vasıflara ve insanî ilişkilere dayalı ilişkiler kurmakta bir engel yoktur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu izahlarıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çeker: 
“Asr-ı Saadet’te, İslâmiyet, din ve inanç sahasında muazzam ve muhteşem bir inkılap meydana getirmiş, bütün zihinleri din noktasına çevirmişti. Dostluklar ve düşmanlıklar bu daire içinde gerçekleşiyordu. Onun için Yahudi ve Hıristiyanlara o zaman birisinin dostluğu, inanç olarak değerlendirildiği için, münafıklık manasını akla getiriyordu. Ama artık şu asırda, dünya büyük bir değişiklik geçirmiş, akıl ve zihinler din ve inançtan ziyade medeniyete, ilerlemeye, ticarete ve dünya işlerine odaklanmıştır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine bağlı değillerdir. Onun için medeniyet, fen, teknik, ticaret ve sanat alanlarında irtibata geçmek için dostluk ve diyaloglar kurmamızın bir sakıncası yoktur.”

Günümüzde yaşanan değişimi ve bunun hükümlere olan etkisini anlama adına Bediüzzaman’ın bu izahları oldukça önemlidir. Zira yine onun tabiriyle en büyük müfessir olan zamanın ayetlerin yorumlanmasında çok önemli bir payı vardır. Ayetleri indiği zamanın sosyopolitik şartlarına göre anlamaya ve günümüzün sosyal gerçekliğine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen ayetlerin asıl maksadının dinin korunması olduğunu ifade etmiştik. Elbette Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tür ayetlerden hareketle bütün gayrimüslimleri “düşman” ilan etmek, onlarla kurulmaya çalışılan diyalog ve hoşgörü çalışmalarının karşısında durmak tek kelimeyle Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olduğu, İslam’ın şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamifobia’nın sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Özü sevgi, barış ve hoşgörü olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep verecektir. Müslümanlarla ilgili yanlış algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yürüten bir kısım odaklara da malzeme sağlayacaktır.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların arkasındaki en büyük motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Bütün dünya darulharp ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Hayata anlam veren, davranışları yönlendiren neredeyse tek değer dindi. Farklı devlet ve milletlerin arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. 

Müslümanların bağımsızlığının korunması, gayrimüslimlerden gelebilecek muhtemel bir kısım tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi adına, onlarla kurulacak ilişkiler oldukça önemliydi.

Günümüzde insanlık bilim ve teknikteki gelişmeler sayesinde önü alınamaz, değiştirilemez ve durdurulamaz bir değişim sürecine girmiştir. Artık insanların “dünya vatandaşı” olacağı bir döneme doğru gidilmektedir. İnsanlığın bu kadar iç içe girdiği, evrensel bir kısım değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ve hümanist felsefenin önem kazandığı bir dünyada Müslümanların düşüncelerini ve hareket tarzlarını bir kere daha gözden geçirmelerine; Kur’ân’ı yaşadıkları çağın ruhuna uygun olarak anlayıp tatbik etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Elbette yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Fakat  Müslümanların içine kapanması ve gayrimüslim dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Bilakis bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Farklı din ve kültürlerden insanlarla iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla diyalog faaliyetleri yürütmeye, işbirliği yapmaya ve ortak projeler geliştirmeye hazır olmalıdırlar.

Yüksel Çayıroğlu

Tuesday, January 2, 2018

Herkesin Herşeyden Haberi Vardı!


Yahudileri kim katletti?

Hitler.

Öyle değil mi?

Yanlış.

Almanlar.

Herkesin her şeyden haberi vardı.

Bir süredir Alman askerlerinin 2.Dünya Savaşı’nda cepheden ailelerine yazdığı mektupları derleyen bir kitabı okuyorum. Bütün askerlerin en düşük rütbeden en üst rütbeye kadar olan bitenden haberi var. Kimi ima ile kimisi açıktan yaşananları anlatıyor. Kimisi iğreniyor yapılanlardan kimisi de olması gerekenin bu olduğuna inanıyor.

Nürnberg Mahkemeleri’nde katliam görüntüleri izletilirken başlarını eğenler aslında yaşananların bire bir tanıkları.

Sadece askerler mi?

Gettolara ve kamplara gönderilen Yahudilerin malları açık arttırma satılırken sıradan vatandaşların birbirlerini nasıl ezdiklerinin fotoğrafları var. Sonradan hayatlarının en zor günlerini geçirdiler. Bütün şehirleri yakılıp yıkılmakla kalmadı, sevdiklerini de kaybettiler.

Kitapta çok enteresan bir detaya rastladım. Hitler’e sonuna kadar direnenler Yehova Şahitleri’ymiş. İnançları gereği savaşmak istemeyen bu grubun erkeklerini askerlik yapmaktan kaçtıkları için idam ediyorlar. Kilisenin gönülsüz de olsa devreye girmesi ara bir çözüm bulunmaya çalışılıyor, cephe gerisinde yer almaları şartı ile idam edilmeyecekleri söyleniyor. Ama adamlar yine de gitmeyiz deyince idamlar devam ediyor.

Levent Kenez

tr724


Diktatörler ve Yardımcı Kulları

Friday, August 11, 2017

Siyonizm



Theodore Herzl’in projesinin adı Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki kutsal bir tepenin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmişti.Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizm’i, dinsel değil, seküler, siyasi bir projeydi.

Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah (Yahudi) inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş (Asimilasyonist) bir şahsiyetti. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.

Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizm’in boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savunuyorlardı. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını kutsallıktan çıkaracağını (seküler hale getirileceğini) ileri sürerek, Siyonizm’i adeta bir küfür sayıyorlardı. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizm’e destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.
 

Thursday, August 3, 2017

Tanrılar Tarafından İktidara Getirilen Yöneticiler(!)





Ankhises oğlunu, diğer medeniyetlerin (isim vermek gerekirse Romalıların açgözlülükle yağmaladığı Yunanlıların) sanat ve kültürü ne kadar ihtişamlı olsa da, Romalıların dünyanın hakiki efendileri olduklarını ve öyle kalacaklarını asla unutmaması yönünde uyarır.
"Bırak, diğerleri daha canlı görünen, adeta nefes alan bronzdan tasvirler yapsınlar,Zaten öyle yapacaklar, mermerden yapılma yaşayan yüzleri uyandırsınlar;Diğerleri hatiplikte kusursuzlaşsın, diğerleri aletleriyle izini sürsünCennette dönen gezegenlerin ve yıldızların ne zaman görüneceğini tahmin etsin,Ancak Romalılar, sizin aracınızın hükümet olduğunu asla unutmayın,Sizin sanatınız bu olsun: İnsanlara barış alışkanlığını, Fethedilene karşı cömertliği ve saldırganlara karşı metaneti öğretin."

Vergilius ve Cervantes'in de kuşkusuz farkında olduğu gibi, bir ozan için ilginç bir iddia bu: Siyasi iktidarın, sanat ve kültürden önce gelmesi.


Birçok emperyalist öğreti, benzer savlar üzerine inşa edilmiştir ve Ankhises'in kelimeleri günümüz okurlarının içini acıtarak kulaklarına tanıdık gelir. Vergilius, bu mısralarla, kasten ya da değil, Roma'nın sömürgecilik ihtiraslarıyla geleceğin sayısız Romalarının ihtirasları için bir yol haritası çıkarır. Ankhises oğlu ve torunlarına, biz diğerlerinden daha güçlüyüz der ve ekler: Güç, herhangi bir sanat ya da bilimden daha iyi olduğundan, iktidarın imtiyazlarını hak ederiz ve ikincil soyları fethederek insanlarımızı onlara karşı seferlere sürükleme hakkına sahibiz. Bizler, Augustus'un ya da İsa'nın barışını getirmek için buradayız. Tanrılar tarafından göreve getirilen (cömert, adil ve kararlı) yöneticileriz ve diğer herkes bize biat etmelidir. Biat etmeyenler, sonuçlarına katlanacaktır.


Hıristiyan Roma son Haçlı seferini 1270 yılında Araplara karşı düzenledi. İki yüzyılı aşkın bir süre sonra, Katolik İspanya, Yahudileri ve Arapları topraklarından atarak kendini resmi olarak Arap ve Yahudi kültürlerinden ayırdı. Kendine "araç" olarak "hükümeti" uygun gören Batı, bu tahliye eylemleriyle muzaffer hami rolünü üstleniyor, Doğu'ya ise sanat ve zanaatta bir hayli usta olan itaatkâr düşman rolünü biçiyor, böylece Arap ve Yahudiler, resmi görüşte egzotik öteki'ye dönüşüyordu. Ancak Arap ve Yahudi düşüncesi, ihraçlara karşın, İspanya'nın "temizlenmiş" toplumunun her noktasma nüfuz etmeye devam etti. Alınan bir kararın ardından gerçekleştirilen çoğu nüfus tahliyelerinde olduğu gibi, İspanya da söz dağarcığının, yer isimlerinin, mimarisinin, felsefesinin, lirik şiirlerinin, müziğinin ve tıp bilgisinin büyük kısmını, hatta satranç oyununu borçlu olduğu bu kültürlerden kendisini ayıramadı (ve ayırmadı). Arap ve Yahudi mevcudiyeti yasaklanmış olsa da, İspanya toplumu koparılmış kimliklerinin hayaletlerini muhafaza etmenin gizli yollarını buldu.


2 Ocak 1492'de, Katolik kral Aragonlu Fernando ve kraliçe Kastilyalı İsabel, törensel Mağrip kıyafetleri içinde Gırnata'ya girdiler ve Nasrilerin son emiri Ebu Abdullah'la kapitülasyon koşulları üzerinde anlaşmaya vararak, iki buçuk yüzyılı aşkın bir süredir Mağribi İspanya'nın merkezindeki Müslüman bir şehir olan Endülüs'ün Mağribi saraylarına yerleştiler. Şehrin tesliminden önce Ebu Abdullah'a Gırnata Müslümanlarının korunacağına ve geleneklerini muhafaza etmelerine izin verileceğine dair güvence vermelerine karşın, camiler süratle kilise olarak takdis edildi ve Arapça yasaklandı: Arapça kitap okurken yakalanan kimse İspanyol olarak değerlendirilmeyecek ve ağır cezalara çarptırılacaktı.
Yahudiler ilk sürülenler oldu. Kral, Gırnata'nın teslim alınışının üzerinden henüz birkaç ay geçmişken, Yahudilerin nihai sürgününü emreden bir kararnameyi imzaladı.

Araplar için alınan tedbirler kısmen de olsa farklıydı. Yahudiler söz konusu olduğunda, Katolik krallar onları din değiştirmeye razı etmek için bir sürgün buyruğu vermenin yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Gerçekten de, az sayıda Yahudi, Sefarad'da kalabilmek için "Yeni Hıristiyan" oldu ve "domuzlar" anlamına gelen aşağılayıcı "Marronolar" adıyla anılır oldular. Ancak sıra Araplara geldiğinde, Katolik krallar din değiştirme seçeneğini açıkça ortaya koymaya karar verdiler. Bu nedenle, ilk sürgünden dört yıl sonra, 1502'de Araplar için hazırlanan sürgün buyruğunda, Kilise Ana'nın içtenlikle açılmış kollarına girmeyi kabul eden Arapların sürgünden muaf tutulacağına dair bir madde bulunuyordu. Din değiştiren Araplar, "Moriskolar" olarak anıldılar.

 

Friday, July 21, 2017

Izabel, Kolomb, Endülüs ve Engizisyon

http://www.thegreatcourses.com/courses/other-1492-ferdinand-isabella-and-the-making-of-an-empire.html

Kolomb, kararlaştırıldığı gibi Cadiz limanından değil ondan daha küçük olan Palos limanından yola çıktı, zira diğeri iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Binlerce, on binlerce Yahudi Cadiz limanı kullanılarak atalarının topraklarından atılıyorlardı.

Kolomb, Kraliçe İzabel sayesinde yolculuğunu gerçekleştirdi. Aynen Yahudiler gibi, zira onları ülkeden kovan da İzabel’di.

Katolik Krallar iki taneydi: İzabel ve Ferdinand; ancak Ferdinand iktidar işlerinden ziyade kadınlarla ve yataklarla meşguldü.

Yahudilerden sonra sıra Müslümanlara geldi.

İzabel, Müslümanların İspanya’daki son kalesini ele geçirmek için on yıl savaşmıştı. Haçlı seferi zafere ulaşıp Granada düşünce, orada yaşayan sonsuza dek cehennemde yanmaya mahkum ruhları kurtarmak için mümkün olan her şeyi yaptı. Sonsuz merhametiyle onlara affı ve din değiştirmeyi teklif etti. Şehir halkı bu teklife sopalar ve taşlarla yanıt verdi. Bu durumda İzabel ’in başka seçeneği kalmıyordu: Muhammed dininin kitaplarının yeni fethedilen şehrin büyük meydanında yakılmasını emrettikten sonra kendi yanlış dininde ve Arapça konuşmakta ısrar eden dinsizleri oradan kovdu.
Daha sonraki krallar tarafından imzalanan başka kovma kararnameleri bu temizlik operasyonunu pekiştirdi. İspanya, kanı bozuk evlatları olan Yahudileri ve Müslümanları bir daha geri dönmemek üzere sürgüne yolladı ve bunun neticesinde en iyi zanaatkârlarını, sanatçılarını, bilim adamlarını, en bilgili çiftçilerini ve en deneyimli bankacılarını ve tüccarlarını kaybetti. Buna karşılık olarak ülkedeki, hepsi de tertemiz Hıristiyan kanından, dilencilerin, savaşçıların, soylu asalakların ve fanatik papazların sayısı arttı.

Kutsal Perşembe günü doğmuş olan, Kederler Bakiresi ’nin sofuca müridi İzabel, İspanyol Engizisyonunu kurmuş ve kendi günah çıkarıcı papazı meşhur Torquemada’yı Baş engizisyoncu olarak atamıştı.

Mistik bir şiddet içeren vasiyeti inancın ve ırkın saflığının korunmasında ısrarcı oldu. Dinsizlere karşı inancı korumak için savaşmaktan asla vazgeçmemelerini ve Kutsal Engizisyonun yaptıklarını desteklemelerini kendisinden sonra gelecek hükümdarlardan hem rica etti, hem de bunu onlara emretti.

Monday, June 26, 2017

Gömülü Şamdan


“Hadi sor çocuğum! İstediğin kadar cesurca sor, ben yanıt vereceğim. Bir insan için bilmemek sormaktan daha kötüdür. Çok soran insan çok şeyi anlayabilir ancak. Yalnızca çok şeyi anlayan biri adil bir insan olabilir.”

**
“Çocuk hâlâ susuyordu. Haham Eliezer, Temiz ve Berrak, çocuğun donuk suskunluğunda bir isyan sezdi. Bu yüzden çocuğa doğru eğilip sordu: “Beni anladın mı?”

Çocuğun ensesi hâlâ kaskatıydı. “Hayır,” dedi inatla. “Anlamıyorum. Çünkü madem… madem bu şamdan bizim için böylesine değerli ve kutsal… elimizden alınmasına neden göz yumuyoruz?”
Yaşlı adam iç geçirdi. “Bu soruyu sormakta haklısın, çocuğum. Elimizden alınmasına neden göz yumuyoruz? Neden savunmaya geçmiyoruz? Ancak bu dünyada adaletin haklıdan değil, güçlüden yana olduğunu daha sonra anlayacaksın. Yeryüzünde şiddet, iradesini zorla kabul ettirir ve dindarlığın dünyevi gücü yoktur. Tanrı bize hakkımızı yumruklarımızla almayı değil, adaletsizliğe katlanmayı öğretti yalnızca.”

Thursday, March 24, 2016

Kıble Evler


Mısır’da azınlık şartlarında yaşayan İsrailoğulları’nın mabetlerinin yıkılıp ibadetlerinin yasaklandığı, imanlarını izhar edebilme işinin, az miktardaki gözü pek delikanlılara inhisar edecek kadar devlet terör ve zulmünün arttığı bir dönemde, bu tahammülü çok güç şartlardan kurtuluş talebinde bulunan müminlere şu ilahî emir geliyor:

“Biz Musa ve kardeşine: ‘Mısırda, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın ve ibâdetinizi tam yapın, ey Musa (bu emri yerine getiren) müminlere (talep ettikleri kurtuluşu) müjdele!’ diye vahy ettik.” (Yunus, 10/87)

Evet, göreceğiz ki, bu vahiy onlara ve aynı şartları yaşayanlara bir kurtuluş reçetesidir.
**
Hz. Yusuf’tan sonra geçen uzun zaman içerisinde sayıları, Tevrat’ın bir âyetine göre (Çıkış 12,37) Mısır’dan çıkma anında altı yüz bin erkek olacak kadar artan Yahudiler, Mısır içtimai hayatında etkin bir hal alınca onlardan bir kısım tedirginlikler duyulmaya başlar. İşte bu safhada, -Taberî’de gelen rivayete göre, el-Velîd İbnu Mus’ab adındaki Firavun, onların sayıca artmalarını önlemek üzere bir kısım tedbirler alma gereğini duyar ve ağır işkenceler uygular. Tevrat’a göre, önce ağır işler vererek Yahudilerin çoğalmasını kontrol altında tutmayı dener, netice alamayınca, yeni doğan erkek çocukları öldürtmek suretiyle sayılarının artmasını önlemeye çalışır. Zamanla, erkeklerin tamamen tükenmesi halinde işçi sınıfının yok olacağı endişesi gündeme gelir, bu durumu önlemek için, istişare ile, erkeklerin bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılması kararına varılır. Kur’an’da açıklandığı üzere Hz. Musa, bu erkek çocuk katliamının uygulandığı bir yılda dünyaya gelir (Kasas, 28/7-ve devamı). Tevrat’ın Çıkış bölümünde, Yahudilere uygulanan ağır baskı biraz tasvir edilir: “Ve Mısır üzerine, Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı ve kavmine dedi: “İşte, İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki, cenk vuku bulunca, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarırlar. Ve onlara yükleriyle (verilen işleriyle) eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlar, ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler” (Çıkış 1,8-12) Tevrat, daha sonraki âyetlerinde, onların sayılarını azaltmak için Firavun’un, zulüm ve baskıyı artırmaya karar vererek, adam başına günlük olarak dökülen kerpiç sayısını sabit tuttuğu halde, saman vermeyi kestiğini ve samanı da kendilerinin toplamasını emrettiğini, Yahudiler’in Mısır diyarına anız toplamaya dağıldığını, aynı miktar kerpiç dökme işi yerine getirilemeyince Yahudilerin, Firavun’a müracaat ederek: kendilerine yapabilecekleri iş buyurmayı talep ettiklerini, taleplerinin kabul edilmeyip baskının artırıldığını belirtir: Firavun’un cevabı kayda değer: “Siz tembelsiniz, tembel! Onun için “gidelim Rabb’e kurban keselim” diyorsunuz. Ve şimdi gidin çalışın ve saman da verilmeyecektir, fakat kerpiçlerin sayısını vereceksiniz” diyerek onları reddeder.

Kur’an-ı Kerim, belirtilen bu endişeye Şuara suresi’nin 34-35’inci âyetleri arasında, çok veciz bir üslupla temasla Firavun’un, kurmaylarına, Hz. Musa’yı mülkünü elinden almak isteyen bir sihirbaz olarak takdim ettiğini belirtir. Onu sihirle mat ederek Beni İsrail üzerindeki tesirini kırmak için sahneye koyduğu tedbirleri oldukça teferruatlı olarak kaydeder: Belirlenen bir şenlik gününde mâhir sihirbazları merkeze çağırma, sihirbazların mükafat talepleri, Firavun’un onlara tatlı vaatlerde bulunması gibi pek çok teferruata yer verilerek, Hz. Musa ile sihirbazların yarış sahnesini “Firavun’un nasıl organize ettiği ortaya konur. Yine belirtilir ki, yarış sonunda, Hz. Musa’nın değneği, bir yılana dönüşerek, sihirbazların göz boyamak için ortaya attıkları iplerini ve değneklerini yutar. Böylece sihirbazlar, Hz. Musa’nın yaptığı işin sihir değil, mucize olduğunu anlayıp secdeye kapanırlar ve: “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Hârun’un Rabbine inandık.” diyerek imanlarını ilan ederler. (Şuarâ, 26/48)

Bu iman ve itiraf üzerine Firavun’un tepkisi, günümüzde, sadece insanların dışa yansıyan şekillerini değil -beyinleri yıkamaya yönelik maddî-mânevî baskı, korku, terör, tedhiş ve bunlara ilaveten bin bir çeşit propaganda oyunları yetmiyormuş gibi, insanların gözlerinin içine baka baka yalanlar, iftiralar da atarak [ve icabında hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvurarak]- vicdanlarını da kontrol altına alma gayretindeki, toplum mühendisi de denen, despotların, deccâllerin uygulamalarını tıpkı tıpkısını hatırlatan bir üslupla şöyle olur: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı andolsun, çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” (Şuara, 26/46)
**
1) Firavun, rejimi ve saltanatı için ciddi bir tehlike addettiği Hz. Musa’yı sihirbazlar vasıtasıyla mat edemeyince çok ağır bir terör uygulamıştır. Kol ve bacaklarını çaprazvâri kesme şeklindeki işkence ile tehdit savuran güç sahibi kimsenin uygulayacağı terör, gerçekten ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı olmalıdır. Nitekim Tevrat’ın, bu döneme temas eden âyetlerinden birinde geçen: “… Ve Musa, İsrailoğulları’na böyle söyledi; fakat can sıkıntısı ve ağır esirlik sebebiyle Musa’yı dinlemediler.”14 ifadesi, Yahudiler üzerindeki Firavunî terörün ne kadar ağır, ne kadar sindirici ve ürkütücü olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu durum, Yunus suresinin 83’üncü âyetinde, korku yüzünden, sayıca az olan bir kısım gençler dışında (İsrailoğulları’ndan) hiç kimsenin Hz. Musa’ya imanını izhar edemediği belirtilerek teyit edilir.

2) 84-86. âyetlerden; Firavun’un uyguladığı terörün ilk şokunun atlatıldığı, zulüm ve baskı altındaki halkın Peygamberlerinin nasihatlerine kulak verecek hale geldiği, Hz.Musa’nın da onlara, yaşadıkları şartlarda uymaları gereken bir kısım taktikler verdiği, öncelikle de Allah’a tevekkül, ağır şartlara da sabır tavsiye ettiği, halkın buna uyup, elbirlik kendilerini selamete çıkaracak bir yol aradığı, en nihayette de Allah’tan kesin bir kurtuluş talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu, Hz. Musa’nın sadece inanan gençlere değil, bütün Yahudilere yaptığı davetten ve halkın da bu davete verdiği müspet cevaptan anlamaktayız:

“Musa: Ey milletim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na tevekkül ediniz.” dedi. (Halk da): “Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar.” dediler.” (Yunus, 10/84-86)

**
Cenab-ı Hak, Yahudi müminlerin kurtuluş duaları üzerine, onları hemen kurtuluşa erdirmemiş, fakat onları kurtuluşa götürecek bir yol göstermiş, bir başka tabirle, onlara: “Madem kurtuluş talep ediyorsunuz, Ben de size, içinde bulunduğunuz şartlarda sizi kurtuluşa götürecek, Benim nazarımda sizin kurtuluşunuzu hak ettirecek bir reçete göndereyim, buna uyarsanız sizin kurtuluşunuzu sağlarım.” mânâsında bir vahiyde bulunmuş, bir kurtuluş reçetesi göndermiş ve bu maksatla da, evlerin kıble kılınmasını emretmiştir:

“Biz Musa ve Kardeşine Mısır’da, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın, ibadetlerinizi tam yapın. (Ey Musa! Bu emri yerine getiren) müminlere (mazhar olacakları kurtuluşu) müjdele! diye vahy ettik.”
**

Belirtmede fayda var. Burada, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanunun uygulanmasını görmekteyiz: “Güçlünün zulmüne karşı sabretmek, ezici kuvvete karşı rastgele karşı çıkmamak.”

Nitekim Hz. Peygamber de, Mekke döneminde öyle yapmış, 13 yıl boyunca her çeşidiyle çok ağır zulüm ve işkencelere karşı sabretmiş, müminlere de sabrı tavsiye etmişti. Tahammülü aşan zulümlere dayanamayıp, “Bizim de adamlarımız, akrabalarımız var; biz senden sadece mukâbele etme izni talep ediyoruz.” diyenlere de Aleyhissalatu vesselam, Mekke hayatı boyunca hep “sabır” tavsiye etmiş, asla kaba kuvvetle karşılık vermeye izin vermemişti. Öyle ki, bu dönemde, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp, karşılık vermek, onlarla mücadele etmek için izin isteyenlere Hz. Peygamber’in cevabı şöyle olmuştur: “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler. İmanlarından vaz geçmediler.” Ancak, müşriklerin zulmü “Müslümanları tamamen yok etme derecesine ulaşması noktasında” da, yok olmaya götürecek bir karşılık verme izni yerine, hicret etme emri vermişti. Savaş izni, Medine’de devlet kurulduktan sonra ve müdafaa makamında gelmişti. Bu sebeple ilk savaşlar, Bedir, Uhud, ve Hendek, müminleri yok etmek üzere Medine’ye kadar gelen saldırgan müşriklere karşı Medine’yi müdafaa etmek üzere, şehrin harîminde yapılmış savaşlardı.
**

İbadetlerin tam yapılması emrediliyor: Bir kısım hürriyetlerin ve bu meyanda din hürriyetinin daraltıldığı şartlarda takip edilecek en mühim strateji olarak, “evlerin kıble kılınması ve ibadetlerin tam yapıl“ması” (veya bazı Türkçe meallerin ifadesiyle “namazların dosdoğru kılınması”nın emredilmesi”), dikkat çekicidir. Çünkü böyle zor durumlarda günümüz teâmülünde, “dağa çıkmak (isyan)”, “sokağa dökülmek (protesto)”, “sloganlar atmak”, “tankları taşlamak”, “güç, gövde gösterisi yapmak”, “canlı bomba olmak” gibi tepkilere başvuruluyor, her çeşidi ve en acımasız olanıyla anarşik eylemlere yer veriliyor. Hâlbuki Kur’ân, Firavun’un baskısının arttığı bir dönemde evlerin mescit ve mektep kılınmasını, müteakiben tahlil edeceğimiz üzere, aynı inancı paylaşanların “birbirleriyle dayanışma halinde olan cemaatler oluşturmalarını” ve “çokça namaz kılmalarını” emrediyor.

Öyleyse, böylesi şartlarda, başkaca tepki metotları İslamî değildir. Zaten sokağa dökülme eylemlerinin, -çoğu kere bu işe girişenlere uygulanacak- pek acımasız, hatta kanlı şekilde tenkil ve kazıma hareketlerinin, kanun ve kamuoyu nazarında meşru kılıcı tertipler olarak ajan provakatör denen kimseler tarafından başlatılıp tahrik edildiği de sonradan ortaya çıkmaktadır. Bunun nice örneklerini dünya her gün yaşamakta.















Tuesday, February 9, 2016

Koşer

“Zengin değildik ama hep kendi yağımızla kavrulduk. Perşembeleri challah ekmeği ve rulo pişirirdik, bize bütün hafta yeterdi. Cumaları pankek yapardık. Şabat'ta her zaman tavuk olurdu, bir de şehriye çorbası. Kasaba gidip daha yağlısını istemen gerekirdi. En iyi parça en yağlı olanıydı. Şimdiki gibi değildi o zaman. Buzdolabı yoktu ama sütümüz ve peynirimiz olurdu. Her çeşit sebzemiz bulunmazdı ama olanla yetinirdik. Burada sahip olduğun ve kanıksadığın tüm bu şeyler... Ama biz mutluyduk yine de. Daha iyisini bilmiyorduk. Sahip olduklarımızı kanıksamıştık biz de."

"Sonra her şey değişti. Savaş zamanı ortalık cehenneme döndü. Elimde avucumda hiçbir şeyim kalmadı. Ailemden ayrıldım, biliyorsun. Devamlı kaçıyordum, gece gündüz, çünkü Almanlar hep arkamdaydı. Duracak olsam ölürdüm. Asla yeterli yiyecek bulunmuyordu. ”

“Yemek yiyememekten giderek daha da hasta düştüm. Yalnızca bir deri bir kemik kalmak değil bahsettiğim... Vücudumun her yanı yara bere içindeydi. Yürümekte zorlanır olmuştum. Çöpleri karıştırıp yiyecek bulacak halim bile kalmamıştı. Başkalarının yemediği şeyler yedim. Hayatta kalmak istiyorsan başının çaresine bakman gerekiyordu. Bulabildiğim her şeyi topladım. Sana anlatamayacağım şeyler yedim."

"En kötü zamanlarda bile iyi insanlar çıktı karşıma. Biri bana pantolonumu bağlamayı öğretti, böylece çaldığım patatesleri paçalarıma doldurabildim. Kilometrelerce yürüdüm o halde, çünkü şansın ne zaman yaver gideceğini asla bilemezdin. Bir keresinde çok az pirinç verdi bana birisi, iki gün yol alarak pazara vardım ve onu sabunla takas ettim; oradan başka bir pazara vardım ve sabunu biraz fasulyeyle takas ettim. Şans ve sezgiler olmazsa olmazdı."

"En kötüsü sonuna doğruydu. Tam sonuna doğru. Pek çok insan ölmüştü ve ben bir günü daha çıkarabileceğimden emin olamıyordum artık. Besicinin biri, bir Rus çiftçi, Allah ondan razı olsun, halimi gördü ve evine gidip bana bir parça et getirdi."

"Hayatını kurtardı."

"Yemedim ki."

"Yemedin mi?"

"Domuz etiydi. Domuz eti yiyecek değildim."

"Neden?"

"Ne demek neden?"

"Ne yani, koşer olmadığı için mi?"

"Elbette."

"Hayatını kurtarmak uğruna bile mi?"

"Hiçbir şeyin önemi kalmamışsa kurtaracak bir şey de kalmamıştır.”


Yemek

Küçükken hafta sonlarını çoğunlukla büyükannemin evinde geçirirdim. Cuma akşamı kapıdan girdiğim sırada beni kucaklayıp havaya kaldırır, boğarcasına sarılırdı. Ve pazar günü öğleden sonra çıkarken tekrar havaya kaldırılırdım. Tartılmakta olduğumu, aradan yıllar geçtikten sonra fark ettim.

Büyükannem savaştan sağ çıkmıştı; yalınayak, başkalarının artıklarından (çürük patatesler, atık et ve deri parçaları, kemiklerin, çekirdeklerin kenarlarındaki lokmalar ile) beslenerek. Bu yüzden, kuponları kesim yerlerine dikkat ederek kestiğim sürece, çizgilerin dışını boyamama aldırmazdı. Otellerin açık büfelerinde bizler kahvaltılıklarla Altın Buzağılar dikerken, o öğlen yemeği için sandviç üstüne sandviç hazırlayıp peçetelere sarar, bunları çantasına zulalardı. Tek bir çay poşeti ile kaç kişi içecekse hepsine yetecek kadar çay demlenebileceğini ve elmanın her yerinin yenebileceğini büyükannemden öğrendim.

**
Ailemin Yahudi geleneği sayesinde, yemeğin birbiriyle bağlantılı iki amaca hizmet ettiğini biliyorum: Yemek seni hem besler hem de hatırlamanı sağlar. Yemek ve öyküler birbirine karışmıştır - tuzlu suyun aynı zamanda gözyaşı olması, balın tatlı olmakla kalmayıp insanı tatlı dilli de yapması, Matsa'nın acılarımızın ekmeği olması gibi.


Sunday, October 18, 2015

Sened-İsnad

SENED:

Buna isnâd ve tarik (yol) de denir. Sened kelimesinin dilimizdeki mânâsı günlük hayatta ne ifâde ediyorsa, hadîs hakkında da onu ifade eder. Ev senedi veya tarla senedi veya bir başka mal-mülk senedi vardır. Bu sened o ev veya tarla veya mal-mülkün kime ait olduğunu gösterir veya mülkiyet iddiamızı isbat eder.

Şu halde hadîsteki sened de, hadis metninin kaynağa olan nisbetini isbatlar. Sözgelimi merfu bir hadîs mevzubahis ise, o sözün Hz. Peygamber'e olan nisbetini garantiler, mevkûf bir hadis mevzubahis ise, sahâbeye olan nisbetini garantiler. Bir başka deyişle sened, bir sünnetin Resûlullah'a ait olduğuna dair olan iddiamızı isbat eden yegâne delildir. Senedsiz bir sözü "hadîs"dir diye ileri sürmek mümkün değildir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Senet uydurulamaz mı? nitekim mülkiyet senetleri bile sahte olabilmektedir!

Tabiî ki yerinde bir itiraz. Ancak hadîs ilminin gayesi bu sahteliği önlemek, sahtekârlıklarını ortaya çıkarmaktır. Hattâ -daha önce de belirttiğimiz üzere- hadîs ilimlerinin doğmasına ve gelişmesine, büyük ölçüde bazı sahtekârlık teşebbüsleri sebep olmuştur.

Öyle ise hadîsin sıhhat derecesi ölçüsünde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'e olan nisbeti kesinlik kazanır.

Bir hadîs esas itibariyle metni yani, metinde ifâde ettiği mâna ve mefhum, ihtiva ettiği ahkâm sebebiyle kıymet taşır. Hadîsten esas maksad bu ahkâmdır. Ancak unutmamak gerekir ki, muhaddisler açısından hadîsin sened kısmı en az metin kısmı kadar değerlidir. Hatta senedin ehemmiyeti metinden önce gelir. Zîra, önce de söylediğimiz gibi metni "hadîs" yapan, Resûlullah (aleyhissalatu vesselâm) sözü yapan, o hususta müteakip İslâm nesillerine kanaat veren, senettir. Hadîste sened olmasaydı o, hadîs olmaktan çıkar, sıradan bir "söz" olurdu.

İSNAD MÜSLÜMANLARA HAS BİR İMTİYAZDIR:

Dinî rivâyetleri isnâd etme, yâni tahkik ve değerlendirilmesi mümkün olan senedlerle rivâyet etme müessesesi başka dinlerde görülmez. Bu, müslümanlara has bir husûsiyet ve imtiyazdır. İslâm âlimleri, tâ bidâyetten beri, Cenâb-ı Hakk'ın, ümmet-i merhûme olan İslâm ümmetini sened tatbîkatıyla nimetlendirmekle büyük bir şeref ve imtiyaz bahşettiğini belirterek diğer ümmetlere karşı iftihar, Rablerine karşı da şükran ifâde ederler. Tahrîb'de Suyûtî, İbnu Hazm'dan şu açıklamayı kaydeder: "Sika'nın sika'dan nakletmesi suretiyle muttasıl bir senedle Hz. Peygamber'e kadar ulaşmak, Allah'ın -diğerlerinden ayrı olarak- sâdece bu ümmete tanıdığı bir imtiyazdır. Mürsel ve mu'dal rivâyetler yahudilerde de mevcuddur. Fakat bu rivâyetlerde onlar, bizim Hz. Muhammed (aleyhissalatu vesselem)'e ulaştığımız şekilde Hz. Musa'ya ulaşamıyorlar. Onlarla Hz. Musa (aleyhisselam) arasında 300 senelik mesâfe kalıyor. En fazla Şem'ûn ve benzerlerine kadar çıkabiliyorlar. Hıristiyanlarda ise böyle bir nakil meselesi yok. Sâdece boşanma yasağı (tahrîmu't-talak) rivâyet edilmiştir. Yahudi ve hıristiyanların rivâyetleri kizb'e ve meçhulül-ayn (hiç bilinmeyen) şahıslara dayanır... Sahâbe ve Tâbiîn'in sözlerinin emsâline gelince, yahudilerin, peygamberlerinden birinin arkadaşına veya ona tâbi olana ulaşmaları da mümkün değildir. Hıristiyanlar için de durum aynı; Şem'ûn ve Pavlos'tan öteye gidemiyorlar. ”

Sunday, December 28, 2014

David and Goliath


At the heart of ancient Palestine is the region known as the Shephelah, a series of ridges and valleys connecting the Judaean Mountains to the east with the wide, flat expanse of the Mediterranean plain. It is an area of breathtaking beauty, home to vineyards and wheat fields and forests of sycamore and terebinth. It is also of great strategic importance.

Over the centuries, numerous battles have been fought for control of the region because the valleys rising from the Mediterranean plain offer those on the coast a clear path to the cities of Hebron, Bethlehem, and Jerusalem in the Judaean highlands. The most important valley is Aijalon, in the north. But the most storied is the Elah. The Elah was where Saladin faced off against the Knights of the Crusades in the twelfth century. It played a central role in the Maccabean wars with Syria more than a thousand years before that, and, most famously, during the days of the Old Testament, it was where the fledgling Kingdom of Israel squared off against the armies of the Philistines.

The Philistines were from Crete. They were a seafaring people who had moved to Palestine and settled along the coast. The Israelites were clustered in the mountains, under the leadership of King Saul. In the second half of the eleventh century BCE, the Philistines began moving east, winding their way upstream along the floor of the Elah Valley. Their goal was to capture the mountain ridge near Bethlehem and split Saul’s kingdom in two. The Philistines were battle-tested and dangerous, and the sworn enemies of the Israelites. Alarmed, Saul gathered his men and hastened down from the mountains to confront them.

The Philistines set up camp along the southern ridge of the Elah. The Israelites pitched their tents on the other side, along the northern ridge, which left the two armies looking across the ravine at each other. Neither dared to move. To attack meant descending down the hill and then making a suicidal climb up the enemy’s ridge on the other side. Finally, the Philistines had enough. They sent their greatest warrior down into the valley to resolve the deadlock one on one.

He was a giant, six foot nine at least, wearing a bronze helmet and full body armor. He carried a javelin, a spear, and a sword. An attendant preceded him, carrying a large shield. The giant faced the Israelites and shouted out: “Choose you a man and let him come down to me! If he prevail in battle against me and strike me down, we shall be slaves to you. But if I prevail and strike him down, you will be slaves to us and serve us.”

In the Israelite camp, no one moved. Who could win against such a terrifying opponent? Then, a shepherd boy who had come down from Bethlehem to bring food to his brothers stepped forward and volunteered. Saul objected: “You cannot go against this Philistine to do battle with him, for you are a lad and he is a man of war from his youth.” But the shepherd was adamant. He had faced more ferocious opponents than this, he argued. “When the lion or the bear would come and carry off a sheep from the herd,” he told Saul,“I would go after him and strike him down and rescue it from his clutches.” Saul had no other options. He relented, and the shepherd boy ran down the hill toward the giant standing in the valley. “Come to me, that I may give your flesh to the birds of the heavens and the beasts of the field,” the giant cried out when he saw his opponent approach. Thus began one of history’s most famous battles. The giant’s name was Goliath. The shepherd boy’s name was David.

***

David and Goliath is a book about what happens when ordinary people confront giants. By “giants,” I mean powerful opponents of all kinds—from armies and mighty warriors to disability, misfortune, and oppression.

***
Saul tries to give him his own sword and armor so at least he’ll have a fighting chance. David refuses. “I cannot walk in these,” he says, “for I am unused to it.” Instead he reaches down and picks up five smooth stones, and puts them in his shoulder bag. Then he descends into the valley, carrying his shepherd’s staff. Goliath looks at the boy coming toward him and is insulted. He was expecting to do battle with a seasoned warrior. Instead he sees a shepherd—a boy from one of the lowliest of all professions—who seems to want to use his shepherd’s staff as a cudgel against Goliath’s sword. “Am I a dog,” Goliath says, gesturing at the staff, “that you should come to me with sticks?”

What happens next is a matter of legend. David puts one of his stones into the leather pouch of a sling, and he fires at Goliath’s exposed forehead. Goliath falls, stunned. David runs toward him, seizes the giant’s sword, and cuts off his head. “The Philistines saw that their warrior was dead,” the biblical account reads, “and they fled.”

The battle is won miraculously by an underdog who, by all expectations, should not have won at all. This is the way we have told one another the story over the many centuries since. It is how the phrase “David and Goliath” has come to be embedded in our language—as a metaphor for improbable victory. And the problem with that version of the events is that almost everything about it is wrong.