Showing posts with label Outliers. Show all posts
Showing posts with label Outliers. Show all posts

Wednesday, May 10, 2017

Want to Raise Successful Kids? Send Them to School a Year Later, According to Science


We all want to succeed in life, and when we become parents, we want to do everything we can to make sure our kids are successful, too. Now a new study says there's a single decision many parents make that can effect whether their kids have an advantage or a disadvantage for much of their entire academic career.

The question is a simple one, and it's well-known to any mom or dad whose child has a late birthday: Do you enroll your child in school as soon as he or she is eligible, or do you wait a year?

If you read no further, know this: For all the complexity and controversy in this issue, researchers at Stanford University say that kids whose parents hold them back a year have significant advantages over their peers.

In other words, in the "red-shirting versus not red-shirting" battle," red-shirting wins, hands down. Here's why.

Out of control--a 'persistent' result
Many parents make this decision based on the whether their kids will benefit academically by waiting a year or not. But the science on testable academic performance yields frustrating, inconsistent results.

That's why Stanford researchers decided to set their sights on something different. Cast aside the test scores; how did being among the oldest kids or the youngest kids in the class affect things like mental health, discipline, and self-control? (All of which can ultimately have a greater effect on qualitative academic achievement.)

To assess the effect, which was reported recently in Quartz, they studied the experiences of elementary school students in Denmark, segmenting them into groups whose parents had enrolled them during the school year in which they were first eligible, and those whose parents decided to hold them back for a year.

Result? Kids who delayed attending kindergarten to the later year were far more likely to be able to pay attention in school and had "dramatically higher levels of self-control" than their peers. And that advantage was sustained for years afterward.

"We found that delaying kindergarten for one year reduced inattention and hyperactivity by 73 percent for an average child at age 11," Thomas Dee, one of the co-authors, said. "And it virtually eliminated the probability that an average child at that age would have an 'abnormal,' or higher-than-normal rating for the inattentive-hyperactive behavioral measure."

The 'relative age effect'
Even if you don't have kids, and even if you don't remember your elementary school years particularly well, this whole debate might ring a bell. It was discussed thoroughly in the media a decade ago, after Malcolm Gladwell came out with his book, Outliers.

Malcolm studied the National Hockey League (he's Canadian; go figure), and noticed a statistical anomaly about the number of players who were born in January and February. He traced it back to the fact that in Canada, youth hockey leagues most often used January 1 as the birthday cutoff date.

That meant that kids who were born in January and February were always the oldest kids in their age-group. Sure, that meant they were more mature and physically developed, but there was another advantage. Their advanced physiology led to more playing time and coaching attention. That in turn, led to more success on the ice.

The phenomenon, called the relative age effect, also occurs in academia. Previous studies have suggested that children with a late start, and whose birthdays were earlier in the year than their classmates, were more likely to attend college, and less likely to be put on a vocational track (as opposed to an academic track) in school.

Bill Murphy Jr. 
The INC

Friday, January 31, 2014

Problem Çözme Yeteneği ve Sabır İlişkisi

“Berkeley’de matematik profesörü olan Alan Schoenfeld, birkaç yıl önce, Renee adlı bir kadını bir matematik problemini çözmeye çalışırken videoya kaydetti. Renee 20’li yaşların ortalarındaydı; uzun siyah saçları ve yuvarlak gümüş bir gözlüğü vardı. Videoda kadın cebir öğretmek için tasarlanmış bir yazılım programıyla oynuyor. Ekranda y ekseni ile x ekseni var. Program kullanıcıdan bir dizi koordinat belirlemesini istiyor ve sonra ekranda bu koordinatlardan bir doğru çiziyor. Örneğin, kadın y ekseni için 5 ve x ekseni için de 5 sayısını belirlediğinde bilgisayar şunu yapıyor:



Bu noktada, eminim, ortaokul cebirinden belli belirsiz bir şeyler aklınıza geliyordur. Ancak, inanın, Renee örneğinin önemini anlamak için bunların hiçbirini anımsamanız gerekmiyor. Hatta gelecek birkaç paragrafta Renee’ye kulak verirken onun ne söylediğine değil, daha çok nasıl konuştuğuna ve neden böyle konuştuğuna odaklanın.


Schoenfeld’in yarattığı bilgisayar programının amacı öğrencilere bir doğrunun eğimini hesaplamayı öğretmekti. Eğim, eminim anımsadığınız gibi (daha doğrusu, anımsamadığınıza bahse girerim, ben kesinlikle anımsamadım), dikey mesafe bölü yatay mesafedir. Örneğimizdeki doğrunun eğimi 1’dir, çünkü dikey mesafemiz 5, yatay mesafemiz 5’tir.


Ve işte Renee. Klavye başında oturuyor ve bilgisayara y ekseniyle üst üste binen dimdik bir doğru çizdirmek için hangi değerleri girmesi gerektiğini bulmaya çalışıyor. Şimdi, içinizden lise matematiğini anımsayanlar, bunun gerçekte olanaksız olduğunu biliyordur. Dik bir doğru tanımsız bir eğime sahiptir. Dikey mesafesi sonsuzdur: y ekseni üzerinde sıfırdan sonsuza kadar herhangi bir sayıdır. Bu arada x eksenindeki yatay mesafe sıfırdır. Sonsuz sıfıra bölündüğünde bir sayı elde edilmez.


Ancak Renee yapmaya çalıştığı şeyin yapılamaz olduğunu fark etmiyor. O daha çok, Schoenfeld’in “görkemli yanlış yorum” olarak adlandırdığı şeyin pençesinde ve Schoenfeld’in bu özel kaydı göstermekten hoşlanmasının nedeni, bu kaydın söz konusu yanlış yorumun nasıl çözüldüğüne ilişkin mükemmel bir kanıt oluşturuyor olması.


Renee bir hemşireydi. Geçmişte matematiğe özellikle ilgi duyan biri değildi. Ancak her nasılsa bu yazılım eline geçmiş ve ona kapılmıştı.


“Şimdi, benim bu formülle yapmak istediğim, y eksenine paralel bir doğru çizmek” diye giriyor söze Renee. Yanında Schoenfeld oturuyor. Renee ona heyecanla dönüp bakıyor. “Beş yıldır bunlarla hiç ilgim olmadı.”


Programı kurcalamaya başlayıp, farklı sayılar giriyor.


“Şimdi eğer eğimi bu yönde değiştirirsem… eksi 1… şimdi benim yapmak istediğim doğrunun dimdik olması.”


Sayıları girdiğinde, ekrandaki doğru değişiyor.


“Hay Allah. Olmayacak.”


Şaşırmış görünüyor.


“Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye soruyor Schoenfeld.


“Yapmaya çalıştığım şey, y eksenine paralel bir doğru çizmek. Burada ne yapmam gerekiyor? Sanırım yapmam gereken bunu bir parça değiştirmek.” y eksenine verilen değerin girildiği yere işaret ediyor. “Bir şey keşfettim. 1 yerine 2 girdiğinizde oldukça büyük bir değişiklik oluyor. Ancak şimdi eğer şuraya gideceksiniz değiştirmeye devam etmeniz gerekiyor.”


Bu Renee’nin görkemli yanlış yorumu. y ekseni koordinatını ne kadar yükseltirse doğrunun o kadar dikleştiğini fark etti. Bu nedenle, dik bir doğru çizmenin anahtarının, sadece y ekseni koordinatının yeterince büyütülmesi olduğunu düşünüyor.


“Sanırım 12, hatta 13 yeterli olabilir. Hatta belki de 15.”


Kaşlarını çatıyor. Renee ve Schoenfeld değerleri yükseltip indiriyorlar. Renee, Schoenfeld’e sorular soruyor. Schoenfeld onu nazikçe doğru yöne itmeye çalışıyor. Renee çabalamayı sürdürüyor, değerleri ardı ardına deniyor.


Bir noktaya geldiğinde Renee 20 yazıyor. Doğru bir parça dikleşiyor.




40 yazıyor. Doğru daha da dikleşiyor.




“Burada bir ilişki olduğunu görüyorum. Ancak bu ilişkinin nedenine gelince, benim için hiçbir anlam ifade etmiyor gibi… Peki ya bu değeri 80 yaparsam? Eğer 40 beni yolun yarısına kadar götürüyorsa, 80 tam olarak y eksenine ulaştırmalı. O halde ne oluyor, bir bakalım.”


80 yazıyor. Doğru daha da dikleşiyor. Ancak hâlâ dimdik değil.


“Ah. Sonsuz, öyle değil mi? Asla oraya ulaşmayacak.” Renee yaklaştı. Ancak yine başlangıçtaki yanlış yorumuna geri dönüyor.


“O halde şimdi bana ne gerekiyor? 100 mü? Değeri ne zaman iki katına çıkarsanız, y eksenine yarı yarıya yaklaşıyorsunuz. Ancak asla tam olarak oraya ulaşmıyor…”


100 yazıyor.




“Daha yakın. Ancak hâlâ orada değil.”


Yüksek sesle düşünmeye başlıyor. Bir şeyleri anlamanın eşiğinde olduğu ortada. “Şey, ben bunu biliyordum, ama... işte... bunu biliyordum. Her bir artışta bu kadar dikleşiyor. Bunun nedeni konusunda kafam hâlâ karışık…”


Susar, gözlerini kısarak ekrana bakar.


“Kafam karışıyor. Bir, yolun onda biri. Ancak benim istediğim bu değil…”


Ve sonra anlıyor.


“Ah! Herhangi bir sayı ve sıfıra bölünecek. Sıfıra bölünen herhangi bir sayı!” Yüzü aydınlanıyor. “Dik bir doğru sıfıra bölünen herhangi bir şeydir ve bu tanımsız bir sayıdır. Oh! Tamam. Şimdi anladım. Dik bir doğrunun eğimi tanımsızdır. Ohhh. Şimdi bu bir anlam ifade ediyor. Bunu hiç unutmayacağım!”


***


“Schoenfeld, kariyeri boyunca, matematik problemi çözmeye çalışan sayısız öğrenciyi videoya kaydetti. Ancak Renee’ninki en sevdiği kayıtlardan biri, çünkü matematik öğrenmenin sırrı olarak kabul ettiği şeye çok güzel örneklik ediyor. Renee’nin bilgisayar programıyla oynamaya başladığı andan “Ohhh. Şimdi bu bir anlam ifade ediyor” dediği ana kadar 22 dakika geçiyor. Bu uzun bir süre. “Bu sekizinci sınıf matematiği” diyor Schoenfeld. “Eğer Renee’nin yerinde sıradan bir sekizinci sınıf öğrencisi olsaydı, sanırım ilk birkaç denemeden sonra ‘Bunu anlamadım. Bana açıklamanız gerekiyor’ derdi. Schoenfeld bir keresinde bir grup lise öğrencisine bir ev ödevi sorusunun asla çözemeyecekleri kadar zor olduğunu anlamalarının ne kadar zaman alacağını sordu. Yanıtlar 30 saniye ile“beş dakika arasındaydı ve ortalama iki dakikaydı.


Oysa Renee inat ediyor. Deniyor. Aynı şeye tekrar tekrar geri dönüyor. Yüksek sesle düşünüyor. Çabalamayı sürdürüyor. Kesinlikle pes etmeyecek. Dik bir doğrunun nasıl çizildiğine ilişkin kuramında yanlış bir şeyler olduğunun belli belirsiz farkında ve doğruyu bulduğundan kesinlikle emin olana kadar pes etmeyecek.


Renee bir matematik insanı değildi. “Eğim” ya da “tanımsız” gibi soyut kavramlara yakın değildi. Yine de Schoenfeld onu ancak bu kadar etkileyici bulabilirdi.


“Onun yaptığına yön veren şey, anlam arayışındaki kararlılık” diyor Schoenfeld. Yüzeysel bir ‘Evet, haklısın’ı kabul ederek yürüyüp gitmeyecekti. O böyle biri değil. Ve bu gerçekten alışılmadık.” Schoenfeld kaydı geri sardı ve Renee’nin ekranda gördüğü bir şeye büyük şaşkınlıkla tepki verdiği bir ana işaret etti.


“Bakın” dedi. “Anlayıp birden irkiliyor. Birçok öğrenci peşini bırakırdı. O ise ‘Bu benim düşündüğüm şeyle uyuşmuyor. Yapamıyorum. Bu önemli. Ben bir açıklama istiyorum’ düşüncesindeydi. Ve sonunda açıklamayı bulduğunda ‘Evet, bu uyuyor’ dedi.”


Schoenfeld, Berkeley’de problem çözme üzerine bir ders veriyor. Dersin bütün amacının öğrencileri üniversiteye gelene kadar kapmış oldukları matematik alışkanlıklarından kurtarmak olduğunu söylüyor. “Nasıl çözeceklerini bilmedikleri bir problem seçiyorum” diyor. “Öğrencilerime ‘İki hafta süresi olan bir ev ödevi veriyorum. Alışkanlıklarınızı biliyorum. İlk hafta hiçbir şey yapmayacak, ödeve gelecek hafta başlayacaksınız ve şimdiden sizi uyarmak istiyorum: Eğer bu probleme sadece bir hafta ayırırsanız, çözemeyeceksiniz. Diğer yanda, eğer size ödevi verdiğim gün başlarsanız, düşkırıklığına uğrayacaksınız. Bana gelip ‘Çözmem olanaksız’ diyeceksiniz. Ben de size, çalışmaya devam et, ikinci haftaya girdiğinde önemli bir gelişme kaydettiğini göreceksin’ diyeceğim.”


Bazen matematikte başarılı olmayı doğuştan sahip olunan bir yetenek olarak düşünüyoruz. Bu yeteneğe ya sahipsinizdir ya da değil. Oysa Schoenfeld’e göre, yetenekten çok, tavır niteliğinde. Çabalamaya istekliyseniz matematikte ustalık kazanıyorsunuz. İşte Schoenfeld’in öğrencilerine öğretmeye çalıştığı da bu. Başarı, çoğu insanın 30 saniyede vazgeçebildiği bir şeyi anlamak için 22 dakika uğraşacak kadar inatçı, azimli ve istekli olmanın bir işlevi. Bir grup Renee’yi bir sınıfa yerleştirip onlara matematiği kendi kendilerine keşfedebilecekleri zamanı ve mekanı sunduğunuzda bu konuda çok yol alabilirsiniz. Ya da Renee’nin azminin bir istisna değil, Cumberland Platosu’ndaki onur kültürü kadar köklü bir kültürel özellik olduğu bir ülke hayal edin. Şimdi bu ülke matematikte başarılı bir ülke olurdu.”


***


“Uluslararası bir eğitimci grubu dört yılda bir tüm dünyadan ilkokul ve ortaokul öğrencilerine kapsamlı bir matematik ve fen sınavı uyguluyor: TIMSS sınavı (yaş sınırı tarihinin başlangıcına yakın doğan dördüncü sınıf öğrencileriyle bitimine yakın doğan dördüncü sınıf öğrencileri arasındaki farkın irdelendiği bölümde de adı geçmişti). TIMSS sınavının amacı ülkelerin eğitim alanındaki başarılarını karşılaştırmak.


Öğrenciler bu sınavın başına oturduklarında, bir de anket doldurmak zorundalar. Onlara her tür şey soruluyor; anne babalarının eğitim düzeyi, matematiğe ilişkin görüşleri, arkadaşlarının özellikleri gibi. Bu önemsiz bir alıştırma değil. Yaklaşık 120 soru uzunluğunda. Hatta birçok öğrencinin 10 ya da 20 soruyu boş bırakmasına yol açacak kadar uzun ve yorucu; dikkat ve çaba gerektiriyor.


Şimdi işte işin ilginç yanı. Anlaşılan o ki bu ankette yanıtlanan ortalama soru sayısı ülkeden ülkeye değişiyor. Hatta ülkeleri öğrencilerin ankette yanıtlamış oldukları soru sayısına göre sıralamak olası. Şimdi, bu sıralamayı TIMSS’deki matematik sıralamasıyla karşılaştırırsak sizce ne olur? İkisi kesinlikle aynı. Bir diğer deyişle, öğrencileri oturup bitmek tükenmek bilmez bir anketteki her bir soruyu yanıtlamaya odaklanmakta istekli olan ülkeler, öğrencileri matematik problemlerini çözmekte en usta olan ülkelerle aynı.


Bu gerçeği keşfeden kişi Pennsylvania Üniversitesi’nden Erling Boe adlı bir eğitim araştırmacısı ve bu gerçekle tesadüfen karşılaşmış. “Hiç yoktan ortaya çıktı” diyor. Boe’nin bulguları bilimsel bir yayında bile yer almadı, çünkü söylediğine göre, bu bulgular biraz tuhaf. Unutmayın, anketi tamamlama becerisiyle matematik testinde başarılı olma becerisinin ilişkili olduğunu söylemiyor. Aynı olduğunu söylüyor: İki sıralamayı karşılaştırdığınızda birbirinden farksız.


---

Bir de şöyle düşünün. Her yıl dünyanın müthiş bir kentinde Matematik Olimpiyatları düzenlendiğini hayal edin. Her ülke sekizinci sınıf öğrencilerinden oluşan biner kişilik kendi takımını gönderiyor. Boe’nin vurguladığı nokta şu; onlara tek bir matematik sorusu bile sormaksızın Matematik Olimpiyatları’nda her ülkenin kaçıncı olacağını kesin olarak öngörebiliriz. Bütün yapmamız gereken onlara çalışmaya ne kadar istekli olduklarını ölçen bir görev vermek. Hatta onlara bir görev bile vermemiz gerekmez. Sadece hangi ulusal kültürlerin çabaya ve çalışkanlığa en çok önem verdiğine bakarak matematikte de hangi ülkelerin en iyi olduğunu öngörebilirdik.


Pekâlâ, hangi ülkeler her iki listenin de tepesinde? Yanıt sizi şaşırtmamalı: Singapur, Güney Kore, Çin (Tayvan), Hong Kong ve Japonya. Bu beş ülkenin ortak yönü, hiç kuşkusuz, hepsinin de sulu pirinç tarımı ve anlamlı iş geleneğiyle biçimlenmiş kültürler olmaları. Binlerce yıldır, beş parasız köylülerin, çeltik tarlalarında yılda üç bin saat köleler gibi çalıştığı ve birbirlerine “Yılda 360 gün yataktan güneş doğmadan önce kalkabilen hiç kimse ailesini zengin etmekte başarısız olmaz” gibi şeyler söylediği türde yerler bunlar.


Asya Kültürü ve Matematik Başarısı

“Şu rakamlara bir göz atın: 4, 8, 5, 3, 9, 7, 6. Yüksek sesle okuyun. Şimdi rakamlara bakmayın, 20 saniye ezberleyin ve sonra yüksek sesle sayın.

Eğer İngilizce biliyorsanız, bu sırayı mükemmel biçimde anımsama şansınız yüzde 50. Ancak eğer Çinliyseniz bu sayıları her seferinde doğru tekrar edebileceğiniz neredeyse kesin. Neden mi? Çünkü biz insanlar rakamları yaklaşık iki saniyelik döngüler halinde belleğimize kaydediyoruz. En kolay, bu iki saniyelik sürede söyleyebildiğimiz ya da okuyabildiğimiz kadarını ezberleyebiliyoruz. Ve Çince konuşanlar bu rakamları –4, 8, 5, 3, 9, 7, 6– hemen her seferinde anımsayabiliyor, çünkü İngilizce’nin tersine onların dili bu yedi rakamın hepsini iki saniyeye sığdırmalarına izin veriyor.



Bu örnek Stanislas Dehaene’nin The Number Sense adlı kitabından. Dehaene’nin açıkladığı gibi:

Çince’de rakamları ifade eden sözcükler son derece kısa. Büyük bölümü bir saniyenin dörtte birinden daha kısa bir sürede telaffuz edilebiliyor (örneğin, 4 “si” ve 7 “qi”). İngilizce karşılıkları –“four,” “seven”– daha uzun; bunları telaffuz etmek bir saniyenin yaklaşık üçte birini alıyor. İngilizce ve Çince arasındaki bellek boşluğu belli ki bütünüyle bu uzunluk farkına bağlı. Keltçe, Arapça, Çince, İngilizce ve İbranice gibi birbirinden çok farklı dillerde rakamları telaffuz etmek için gerekli süreyle o dili konuşanların bellek süresi arasında benzer bir karşılıklı ilişki söz konusu. Bu alanda ödülü Çince’nin Kanton lehçesi alıyor; bu lehçe, kısalığıyla, Hong Kong sakinlerine 10 rakamı anımsayabildikleri yıldırım gibi bir bellek sağlıyor.

Rakamları adlandırma sistemlerinin oluşturulmasında Batılı dillerle Asya dilleri arasında büyük bir fark olduğu anlaşılıyor. İngilizce’de fourteen (14), sixteen (16), seventeen (17), eighteen (18) ve nineteen (19) dediğimiz için oneteen, twoteen, threeteen ve fiveteen dememiz de beklenebilirdi. Ancak öyle demiyoruz. Farklı bir form kullanıyoruz: Eleven (11), twelve (12), thirteen (13) ve fifteen (15). Aynı biçimde, ilişkili oldukları sözcüklerle [four (4) ve six (6)] benzer sesleri içeren forty (40) ve sixty (60) var. Ancak aynı zamanda fifty (50), thirty (30) ve twenty (20) diyoruz ki bunlar ses olarak five (5), three (3) ve two (2) ile bir tür benzerlik gösterse de gerçekte tam olarak benzer değil. Ayrıca 20’nin üzerindeki sayılar için, önce onlar hanesini, sonra birler hanesini koyuyoruz [twenty-one (21), twenty-two (22)]; oysa onlu sayılarda tam tersini yapıyoruz [fourteen (14), seventeen (17), eighteen (16)]. İngilizce’de sayı sistemi son derece düzensiz. Çince’de, Japonca’da ve Kore dilinde öyle değil. Mantıksal bir sayma sistemleri var. On-bir. On-iki. İki-on-dört (24) gibi. Böyle sürüp gidiyor.

Bu fark Asyalı çocukların saymayı Amerikalı çocuklardan çok daha hızlı öğrenmeleri anlamına geliyor. Dört yaşındaki Çinli bir çocuk ortalama 40’a kadar sayabiliyor. Aynı yaştaki Amerikalı çocuklar ancak 15’e kadar sayabiliyor ve büyük bölümü beş yaşına gelene dek 40’a kadar sayamıyor. Bir diğer deyişle, Amerikalı çocuklar beş yaşına kadar en temel matematik becerilerinde Asyalı akranlarından çoktan bir yıl geride oluyor.

Sayı sistemlerinin düzenli olması, aynı zamanda, Asyalı çocukların toplama gibi temel işlemleri de çok daha kolay yapmaları anlamına geliyor. İngilizce konuşan yedi yaşındaki bir çocuğa kafasında otuz yedi ile yirmi ikiyi toplamasını söylediğinizde, sözcükleri sayılara çevirmesi gerekecektir (37 + 22). Ancak o zaman işlemi yapabilir: 2 artı 7 eşittir 9 ve 30 artı 20 eşittir 50 ve sonuç 59. Asyalı bir çocuğa üç-on-yedi ile iki-on-ikiyi toplamasını söylediğinizde ise denklem hemen oracıktadır, cümlenin içinde saklıdır. Rakamlara çevirmek gerekmez: Sonuç beş-on-dokuz.

“Asya sistemi şeffaf” diyor Northwestern University’den psikolog Karen Fuson; kendisi Asyalılarla Batılılar arasındaki farkları yakından incelemiş. “Bunun matematiğe yönelik tavrı bütünüyle farklı kıldığını düşünüyorum. Ezbere öğrenmek yerine, çıkarabildiğim bir kalıp söz konusu. Bunu yapabilirim beklentisi var. Akla uygun olduğuna ilişkin bir beklenti var. Biz kesirler için beşte üç (three-fifths) diyoruz. Çincesi ise kelimesi kelimesine ‘beş parçadan üçünü çıkar.’ Bu size kesirin ne olduğunu kavramsal olarak anlatıyor. Pay ile paydayı ayrıştırıyor.”

Batılı çocuklarda şu çok anlatılan matematiğin büyüsünü kaybetmesi hikayesi üçüncü ve dördüncü sınıfta başlıyor ve Fuson bunun bir kısmının belki de matematiğin bir anlam ifade etmemesine, dilbilimsel yapısının biçimsiz olmasına, temel kurallarının keyfi ve karmaşık görünmesine bağlı olduğunu ileri sürüyor.

Asyalı çocuklar ise, tam tersi, bu zihin karışıklığını neredeyse hissetmiyor. Kafalarında daha çok sayıyı tutabiliyor, daha hızlı toplama yapabiliyor. Onların dillerinde kesirlerin ifadesi kesir gerçekte neyse ona uyuyor; belki bu onların matematikten biraz daha fazla hoşlanmalarını sağlıyor ve belki de matematikten biraz daha fazla hoşlandıkları içindir ki zincirleme olarak, biraz daha çok çalışıyor, daha fazla matematik dersi alıyor, ev ödevlerini yapmaya daha istekli oluyorlar, vesaire, vesaire.



Bir diğer deyişle, matematik söz konusu olduğunda Asyalılar en başından bir avantaja sahip. Ancak bu sıradışı bir avantaj. Çinli, Güney Koreli ve Japon öğrenciler –ve bu ülkelerden yeni gelmiş olan göçmenlerin çocukları– matematikte Batılı akranlarını yıllarca önemli ölçüde geride bıraktı ve tipik varsayım bu durumun Asyalıların matematiğe bir tür doğuştan yatkınlık göstermeleriyle ilişkili olabileceğiydi. Psikolog Richard Lynn ise Asyalıların neden daha yüksek IQ’larının olduğunu açıklamak için Himalayalar, çok soğuk hava, premodern avcılık faaliyetleri, beyin büyüklüğü ve özel ünlü sesler ile ilişkili ayrıntılı bir evrim kuramı önerecek kadar ileri gitti.[*] İşte matematik hakkında böyle düşünüyoruz. Kalkülüs ve cebir gibi şeylerde başarılı olmanın, o kişinin zekasının basit bir işlevi olduğunu varsayıyoruz. Oysa Doğu’nun ve Batı’nın sayı sistemleri arasındaki farklılıklar çok farklı bir şey ortaya koyuyor; matematikte başarılı olmanın temeli bir grubun kültürü de olabilir.”


Pirinç Kültürü ve Asya


“Çin’de pirinç binlerce yıldır yetiştiriliyor. Pirinç yetiştirme teknikleri Doğu Asya’ya –Japonya, Kore, Singapur ve Tayvan’a– Çin’den yayılmıştır. Asya’da çiftçilerin istisnasız her yıl hep o aynı amansız, karmaşık tarım modeliyle uğraşmaları tarih kadar eskidir.


Çeltik tarlaları, bir buğday tarlası gibi “açılmaz,” “inşa edilir.” Sadece ağaçları, çalıları ve taşları temizleyip ardından tarlayı sürmezsiniz. Çeltik tarlaları dağ yamaçlarına dizi dizi taraçalar (sekiler) halinde kazılır ya da bataklık arazilerde ve nehir havzalarında dikkatle, özenle inşa edilir. Sulanması gerektiği için çeltik tarlasının çevresinde karmaşık bir suyolu sisteminin de kurulması gerekir. Kanalları en yakın su kaynağından açmak ve su akışının tam gereken miktarda bitkiye ulaşması için suyollarına kapaklar yerleştirmek gerekir.


Bu arada çeltik tarlasının zemini de sert kilden olmalıdır; yoksa su zemin tarafından emilip gidecektir. Ancak, hiç kuşkusuz, pirinç fideleri sert kile ekilemeyeceği için, kilin üzerinde kalın, yumuşak bir çamur katmanı olmalıdır. Ve kil tabaka gerektiği gibi yavaş yavaş drenaj yapacak ve aynı zamanda bitkileri en uygun biçimde suya batıracak kadar iyi tasarlanmalıdır. Pirinçlerin tekrar tekrar gübrelenmesi gerekir; bu da ayrı bir sanattır. Çiftçiler, geleneksel olarak, karışık doğal gübre, nehir balçığı, fasulye ve kenevir kombinasyonu ve “dışkı” (insan dışkısı) kullanıyordu ve dikkatli olmaları gerekiyordu, çünkü çok fazla miktarda gübre kullanmak ya da doğru miktarda olsa da gübreyi yanlış zamanda uygulamak, çok az miktarda gübre kullanmak kadar zararlı olabiliyordu.


Ekim zamanı geldiğinde, Çinli bir çiftçinin aralarından seçim yapabileceği yüzlerce farklı çeşit oluyordu; bunlardan her biri biraz farklı bir vaatle sunuluyordu; ne kadar hızlı büyüdüğü, kuraklık zamanı ne kadar iyi sonuç verdiği ya da verimsiz toprakta bile ne kadar başarılı olduğu gibi. Çiftçi verimsizlik riskiyle başa çıkmak için mevsimden mevsime farklı bir karışım oluşturabilir, tek seferde bir düzine ya da daha fazla çeşit ekebilirdi.


Çiftçi (daha doğrusu, bütün aile; çünkü pirinç tarımı bir aile faaliyetidir) tohumları özel olarak hazırlanmış bir tohum yatağına ekerdi. Birkaç hafta sonra fideler, dikkatle 15’er santimetre aralık bırakılmış sıralar halinde tarlaya nakledilebilir ve sonra özenle bakılıp büyütülürdü.


Yabani otlar gayretle, pes etmeden elle temizlenmeliydi, çünkü fideler diğer bitkiler tarafından kolayca engellenebilirdi. Bazen bütün pirinç filizlerinin tek tek bambu bir tarakla temizlenmesi, böceklerden arındırılması gerekirdi. Bütün bu süre içinde çiftçilerin su düzeylerini tekrar tekrar kontrol etmesi ve suyun yaz güneşi altında fazla ısınmadığından emin olması gerekirdi. Ve pirinçler olgunlaştığında çiftçiler bütün arkadaşlarını ve akrabalarını bir araya getirir, ürünü işbirliği ve coşku içinde olabildiğince çabuk hasat ederlerdi ki kurak kış mevsimi başlamadan önce ikinci kez ürün alınabilsin.


Güney Çin’de kahvaltı, en azından parasal gücü yetenler için, haşlanmış pirinçti; marul, bir tür sazan balığı püresi ve bambu filizi eşliğinde beyaz pirinç lapası. Öğle yemeğinde biraz daha haşlanmış pirinç yenirdi. Akşam yemeği ise “garnitürlü” pirinçten oluşurdu. Pirinç yaşamın diğer gereksinimlerini satın alabilmek için pazarda sattığınız bir şeydi. Pirinç zenginlik ve statü ölçüsüydü. Günün hemen her çalışma anını o belirlerdi. “Pirinç hayattır” diyor Güney Çin’de geleneksel bir köyü incelemiş olan antropolog Gonçalo Santos. “Pirinç olmadan hayatta kalamazsınız. Çin’in bu bölgesinde yaşamak istiyorsanız pirinciniz olmalı. Dünya onun sayesinde döner.”


---


“Bir çeltik tarlasına ilişkin en çarpıcı gerçek –gidip bir çeltik tarlasının ortasında dikilmedikçe asla tam olarak anlayamayacağınız gerçek– onun büyüklüğüdür. Çeltik tarlası küçücüktür. Tipik bir çeltik tarlasının büyüklüğü bir otel odası büyüklüğündedir. Asya’da tipik bir pirinç çiftliği ise iki, üç çeltik tarlası büyüklüğündedir. Çin’de 1.500 kişilik bir köy 182 hektar toprakla tam olarak geçinebilir ki Amerika’nın orta batısında tipik bir aile çiftliği bu büyüklüktedir. Beş altı kişilik ailelerin geçimlerini iki otel odası büyüklüğündeki çiftliklerden sağladıkları bir ölçekte, tarım çarpıcı biçimde değişiklik gösteriyor.


Tarihsel olarak, Batı’da tarım “mekanik” biçimde yönlendirilir. Batı’da bir çiftçi verimini artırmak ya da daha çok ürün almak istediğinde hep daha gelişmiş ekipmana yönelmiştir ki bu da onun insan emeğinin yerine mekanik emeği getirmesine olanak tanımıştır: Harman dövme makinesi, saman balyalama makinesi, biçerdöver, traktör. Sonra bir tarla daha açmış ve dönümünü artırmıştır, çünkü artık sahip olduğu makineler onun aynı miktarda emekle daha fazla toprağı işlemesine olanak tanımıştır. Ancak Japonya’da ve Çin’de çiftçilerin ekipman satın alacak parası yoktu ve birçok durumda, kolaylıkla yeni tarlalara dönüştürülebilecek fazladan toprak da kesinlikle yoktu. Bu nedenle pirinç üreticileri ürünlerini daha akıllıca davranarak, zamanlarını daha iyi yöneterek ve daha iyi tercihler yaparak artırdılar. Antropolog Francesca Bray’in dile getirdiği gibi, pirinç tarımı “beceri odaklı”dır; yabani otları biraz daha gayretle temizlemeye, gübrelemede ustalık kazanmaya, su seviyelerini kontrol etmek için biraz daha fazla zaman harcamaya, kil tabakanın konumunu korumaya ve çeltik tarlanızın her bir santimetrekaresinden yararlanmaya hazırsanız, daha fazla ürün hasat edeceksinizdir. Tarih boyunca, pirinç yetiştiren insanların her zaman neredeyse diğer her tür çiftçiden daha fazla çalışmış olmalarına şaşırmamak gerek.”


---


“Bununla birlikte, pirinç yetiştiren bir çiftçinin yaşamını kurtaran şey yaptığı işin doğasıydı. New York’ta göçmen Musevilerin yaptığı giysi işine çok benziyordu. Anlamlıydı. Her şeyden önce, pirinç üretiminde çaba ile ödül arasında belirgin bir ilişki vardır. Pirinç tarlasında ne kadar çok çalışırsanız, o kadar çok ürün alırsınız. İkincisi, karmaşık bir iştir. Pirinç üreticisi ilkbaharda ekim, sonbaharda ise hasat yapmakla kalmaz. Bir küçük işletmeyi etkin bir biçimde yönetmek durumundadır; ailedeki işgücünü yönlendirir, tohum seçerek belirsizlikleri ortadan kaldırır, gelişmiş bir sulama sistemi kurup bu sistemi yönetir ve ilk ürünü hasat ederken aynı zamanda ikinci ürüne hazırlık yapmak gibi karmaşık bir süreci koordine eder.




En önemlisiyse, bu iş otonomi içerir. Avrupalı köylüler zorunlu olarak aristokrat toprak sahiplerinin düşük ücretli köleleri olarak çalıştı, kendi yazgıları üzerinde çok az kontrole sahipti. Oysa Çin ve Japonya hiçbir zaman bu tür baskıcı bir feodal sistem geliştirmedi, çünkü bir pirinç ekonomisinde feodalizm kesinlikle işlemez. Pirinç yetiştirmek, çiftçilerin her sabah tarlalara gitmeye itildiği ve zorlandığı bir sistem için fazla karmaşık ve inceliklidir. On dördüncü ve on beşinci yüzyılda orta ve Güney Çin’deki toprak sahipleri kiracılarıyla olan ilişkilerinde onlara neredeyse hiç karışmazdı, belli bir kira bedeli alır ve çiftçileri kendi işleriyle baş başa bırakırdı.


“Sulu pirinç tarımında, işin püf noktası sadece alışılmışın ötesinde emek gerektirmesi değil, aynı zamanda her şeyin harfi harfine yapılmak zorunda olması” diyor tarihçi Kenneth Pomerantz. “Özen göstermeniz gerekir. Suyla doldurmadan önce tarlayı mükemmel biçimde düzeltip her yerini aynı seviyeye getirmeniz gerçekten önemlidir. Düze yakın hale gelse de dümdüz olmaması alacağınız ürün açısından büyük bir fark yaratır. Suyun tarlada kaldığı sürenin tam gerektiği kadar olması gerçekten önemlidir. Fideleri tam doğru aralıklarla yerleştirmekle öylesine yerleştirmek arasında büyük bir fark vardır. Mart ortalarında mısırları toprağa ektiğinizde, ay sonunda yağmur yağması koşuluyla, hiçbir sorun yaşamamanıza benzemez. Pirinç yetiştirirken bütün girdileri çok direkt olarak kontrol edersiniz. Ve bu kadar özen gerektiren bir şey söz konusu olduğunda, derebeyinin gerçek emekçiye bir dizi teşvik sağladığı bir sistem olması gerekir; hasat iyi olduğunda çiftçi daha büyük bir pay almalıdır. İşte bu nedenle kira miktarı sabittir; toprak sahibinin, hasat ne kadar olursa olsun, ben 20 kile alırım ve sonuç gerçekten çok iyi olursa fazlası sana kalır, demesi söz konusudur. Bu kölelikle ya da ücretli işçilikle yürümeyen bir üründür. Sulama kanallarını kontrol eden kapağı birkaç saniye fazla açık tutmak çok kolaydır ve tarlanız mahvolur.”


Tarihçi David Arkush Rusların köylü atasözleriyle Çinlilerin köylü atasözlerini karşılaştırmıştır ve farklılıklar çok çarpıcıdır. Tipik bir Rus atasözü “Tanrı getirmezse, toprak vermez” der. Burada köylülerin kendi çabalarının yeterli olacağına inanmak için hiçbir nedenlerinin olmadığı, baskıcı feodal sisteme özgü tipik kadercilik ve karamsarlık söz konusudur. Diğer yanda, Arkash, Çin atasözlerinin “çalışkanlığın, zekice planlamanın, özgüvenin ve küçük bir grupla işbirliği yapmanın zaman içinde karşılığını getireceği” inancıyla dikkat çektiğini yazıyor.


İşte beş parasız Çinli köylülerin çeltik tarlalarının kavuran sıcaklığı ve rutubetinde yılda üç bin saat çalışırken birbirlerine söyledikleri birkaç şey (bu arada, bu tarlalar sülüklerle doludur):


“Kan ter olmadan yemek olmaz.”


“Çiftçiler meşgul; çiftçiler meşgul; çiftçiler meşgul olmasaydı kışı geçirecek tahıl nereden gelirdi?”


“Tembel adam kışın donarak ölür.”


“Yiyecek için Tanrı’ya değil, yükü taşıyan iki eline güven.”


“Ürün istemenin yararı yok, her şey çok çalışmaya ve gübreye bağlı.”


“Eğer bir adam çok çalışırsa, toprak da tembellik etmeyecektir.”


Ve hepsinden daha çok şey anlatan şu söz: “Yılda 360 gün yataktan güneş doğmadan önce kalkabilen hiç kimse ailesini zengin etmekte başarısız olmaz.” Güneş doğmadan önce kalkmak? Yılda 360 gün? !Kung rahat rahat, telaşsızca mongongo toplarken, Fransız köylü kışı uyuyarak geçirirken ya da pirinç yetiştiriciliği dünyası dışındaki herhangi biri bir başka şey yaparken, bu atasözü akıllarına bile gelmez.


Hiç kuşkusuz, bu Asya kültürüne ilişkin alışılmadık bir gözlem değil. Batı’da hangi üniversite kampüsüne giderseniz gidin, Asyalı öğrenciler, diğer herkes çıktıktan uzun saatler sonra bile kütüphanede kalmakla ünlüdür. Asya kökenli insanlar, kültürleri böyle tanımlandığında bazen alınırlar, çünkü bu stereotipin bir tür küçümseme olarak kullanıldığını düşünürler. Oysa çalışma inancı güzel bir şey olsa gerek. Bu kitapta şu ana kadar gördüğümüz hemen her başarı hikayesi, emsallerinden ya da akranlarından daha çok çalışan bir kişi ya da grupla ilgili. Bill Gates küçükken bilgisayar bağımlısıydı. Bill Joy da öyle. Beatles Hamburg’da binlerce saat pratik yaptı. Joe Flom, eline bir şans geçene kadar, yıllarca canını dişine takarak çalıştı, şirketleri ele geçirme sanatını mükemmel hale getirdi. Başarılı insanların yaptığı şey gerçekten çok çalışmaktır ve çeltik tarlalarında yaratılan kültürün tipik özelliği, çok çalışmanın bu tarlalarda çalışan insanlara, büyük bir belirsizlik ve yoksulluğun ortasında anlam bulmanın bir yolunu sağlamış olmasıdır. Bu ders Asyalılara birçok çabalarında yarar sağlamıştır, ancak sağlanan yarar nadiren matematikteki kadar mükemmel olmuştur.”


Başarı ve Kültür

  • “Hepimiz kendimize özgü bir kişiliğe sahibiz. Ancak içinde büyüdüğümüz toplumun geçmişinden gelen eğilim, varsayım ve refleksler bu kişiliğin üzerinde yer almaktadır ve bu farklılıklar olağanüstü spesifiktir.
  • “Koreli dilbilimci Ho-min Sohn şöyle yazıyor:
Bir yemek masasında, daha alt konumda bulunan kişi, kendisinden daha üst konumda bulunan kişinin oturup yemeye başlamasını beklemelidir; bunun tersi geçerli değildir; kişi sosyal açıdan kendinden üstün birinin karşısında sigara içmez; kişi sosyal olarak kendinden üstün biriyle içki içerken, bardağını saklar ve kafasını çevirir... bir Koreli sosyal açıdan (alt konumda olan birini değil ama) kendinden üstün birini selamlarken başını eğmelidir; sosyal açıdan üstünlüğü apaçık ortada olan bir kişi bir ortamda boy gösterdiğinde bir Koreli ayağa kalkmalıdır. Bütün sosyal tavır ve davranışlar liyakat ya da mevki sıralamasına göre yürütülür; halkın dediği gibi, chanmul to wi alay ka issta, soğuk su içmenin bile bir düzeni vardır.”
  • YILDA 360 GÜN YATAKTAN GÜNEŞ DOĞMADAN ÖNCE KALKABİLEN HİÇ KİMSE AİLESİNİ ZENGİN ETMEKTE BAŞARISIZ OLMAZ.”

Onur Kültürü


Onur kültürleri Sicilya ya da İspanya’nın Bask Bölgesi gibi dağlık bölgelerde ve diğer verimsiz alanlarda kök salmak eğilimindedir. Açıklamaya göre, eğer kayalık dağlarda yaşıyorsanız ürün ekip biçemezsiniz. Büyük olasılıkla koyun ya da keçi yetiştirirsiniz ve hayvancılık çevresinde gelişen kültür tarım çevresinde gelişen kültürden çok farklıdır. Bir çiftçinin hayatta kalması toplumdaki diğer insanlarla işbirliğine bağlıdır. Oysa hayvancılıkla uğraşan kişi özgürdür. Ayrıca çiftçiler geceleri geçim kaynağının çalınabileceğinden kaygı duymazlar, çünkü bir hırsız tarladaki bütün ekini kendi başına biçmeyi göze almadıkça ürünler kolay kolay çalınamaz. Oysa hayvancılık yapan, bu konuda kaygılanmak durumundadır. Sürekli hayvanlarını yitirme tehdidi altındadır. Bu nedenle de atak olmak zorundadır: Sözleriyle ve davranışlarıyla güçsüz olmadığını açıkça ortaya koymak zorundadır. Adına sanına yönelik en küçük bir meydan okuma karşısında bile savaşmaya hazır ve istekli olmak zorundadır ve “onur kültürü” denilen şey de işte bu anlama gelir. Bu bir adamın adının sanının, geçim kaynağının ve kişisel değerinin merkezinde olduğu bir dünyadır.

Genç çobanın adının sanının gelişimindeki kritik an onun ilk kavgasıdır” diyor etnograf J. K. Campbell Yunanistan’daki çobanlık kültürünü kaleme alırken. 

Kavgalar mutlaka insan içinde gerçekleşir. Bir kahvede, köy meydanında, en çok da otlak sınırında yaşanır; şöyle ki bir çoban bir diğer çobanın sürüden ayrılmış olan koyununa taş atar ya da küfür savurur ve bu davranış koyunun sahibi olan çoban için kaçınılmaz olarak şiddet içeren bir karşılık gerektiren bir tehdittir.

O halde Appalaşlar’daki durumun nedeni neydi? Bölgenin ilk sakinlerinin kökeniydi. Amerika’nın ıssız bölgeler denilen eyaletleri –Pennsylvania sınırından güneye ve batıya doğru gidildiğinde Virginia ve Batı Virginia’ya, Kentucky ve Tennessee’ye, Kuzey ve Güney Carolina’ya ve Alabama ve Georgia’nın kuzey ucuna kadar olan bölgeler– ezici çoğunlukla kökeni dünyanın en vahşi onur kültürlerinden biri olan göçmenler tarafından mesken edinilmişti. İskoçya-İrlanda kökenliydiler; yani, İskoçya’nın alçak arazilerinden, İngiltere’nin kuzey bölgelerinden ve Kuzey İrlanda, Ulster’den gelmişlerdi.

Bilinen adıyla, sınır bölgeleri, yüzyıllar boyunca kavgalara sahne olmuş, kuş uçmaz kervan geçmez ve yasa tanımaz alanlardı. Bölge halkı şiddeti iyi biliyordu. Bu insanlar kayalık, verimsiz topraklar üzerinde hayvancılık yaparak kıt kanaat geçinmeye çalışıyorlardı. Çevrelerindeki acımasızlık ve karmaşaya sıkı aile bağları yaratarak ve kan bağına duydukları sadakati her şeyin üzerinde tutarak karşılık veren kabile özelliklerine sahip insanlardı. Kuzey Amerika’ya göç ettiklerinde de Amerika’nın içlerine, Harlan gibi, kuş uçmaz kervan geçmez, yasa tanımaz, kayalık ve verimsiz yerlere taşınmışlardı; bunlar Eski Dünya’da yaratmış oldukları onur kültürünü Yeni Dünya’da da yaşatmalarına izin veren yerlerdi.

Amerika’nın ıssız bölgeleri, ilk yerleşimciler için tehlikeli bir ortamdı, tıpkı Britanya’nın sınır bölgeleri gibi” diyor tarihçi David Hackett Fischer Albion’s Seed kitabında.

Güneydeki dağlık bölgelerin büyük bölümü, oturmuş bir devlet yönetiminden ya da hukukun üstünlüğünden yoksun, tartışmalı bir sınır bölgesi anlamında “birden fazla tarafın hak iddia ettiği topraklar”dı. Sınır bölgesinde yaşayanlar, aile sistemlerine, savaşçı etiklerine, tarım ve hayvancılık ekonomilerine, toprak ve mal varlığına yönelik tavırlarına ve işe ve güce ilişkin fikirlerine çok uygun olan bu anarşik ortamda kendilerini diğerlerinden daha çok yurtlarında hissediyordu. Sınır kültürü bu ortama o kadar iyi uyum sağlamıştı ki diğer etnik gruplar da onu taklit etme eğilimi gösterdi. Kuzey Britanya sınırlarının yaşam felsefesi bu “karanlık ve kanlı zemin”e egemen olageldi; kısmen sayıların gücüyle, ancak özellikle uygarlaşmamış ve tehlikeli bir dünyada hayatta kalmanın yollarından biri olduğu için.

Bir onur kültürünün zaferi, Amerika’nın güneyinde suç modelinin neden her zaman bu kadar belirgin olduğunu açıklamaya yardımcı oluyor. Orada cinayet oranları ülkenin geri kalanında olduğundan daha yüksek. Ancak –hırsızlık gibi– mala yönelik suçlar ve “yabancı” suçları daha düşük. Sosyolog John Shelton Reed’in kaleme aldığı gibi “Güney’de yoğunlaşmış görünen cinayetler hem katil hem de kurban tarafından bilinen nedenlerle birinin (sıklıkla bu bir kadındır) tanıdığı biri tarafından öldürüldüğü cinayetlerdir.” Reed ekliyor: “İstatistikler gösteriyor ki anlaşmazlık ve zinadan kaçınabilen Güneyli, diğer herhangi bir Amerikalı kadar güvende, hatta büyük olasılıkla onlardan daha da güvende.” Issız bölgelerde şiddet ekonomik kazanımla ilgili değil. Kişisel. Onurunuz için savaşıyorsunuz.

Yıllar önce güneyli gazeteci Hodding Carter genç bir adamken bir jüride görev yaptığını anlatmıştı. Reed olayı şöyle anlatıyor:

Jüri önündeki dava, bir dolum istasyonuna komşu olan sinirli bir bey-efendiyle ilgiliydi. Uyarılarına ve nam salmış öfkesine karşın, aylarca, istasyon çalışanlarının ve çevrede dolanan her tür alaycının çeşitli şakalarına hedef olmuştu. Bir sabah av tüfeğinin her iki namlusunu ona eziyet edenlerin üzerine boşaltarak birini öldürdü, bir diğerini kalıcı biçimde sakat bıraktı ve üçüncü bir kişiyi de yaraladı… Kuşkulu bir yargıç jürinin “oylarını aldığında, Carter “suçlu” diyen tek jüri üyesi oldu. Diğerlerinden birinin ifadesiyle “Onları vurmuş olmasaydı, çok iyi bir adam sayılmazdı, arkadaşlar.

Ancak bir onur kültüründe, sinirli bir beyefendi kişisel bir tehdide uygun bir karşılık olarak bir insanı vurmayı düşünebilir. Ve ancak bir onur kültüründe bir jüri –o koşullar altında– cinayetin suç olmadığını düşünebilir.

Farklı kültürel gruplar hakkında bu tür kapsamlı genellemeler yapmak konusunda çoğu kez –haklı olarak– tedbirli davrandığımızın farkındayım. Irksal ve etnik stereotipler böyle bir form alıyor. Etnik geçmişlerimizin kölesi olmadığımıza inanmak istiyoruz.

Ancak basit gerçek şu ki on dokuzuncu yüzyılda Kentucky’deki o küçük kasabalarda neler olup bittiğini anlamak istiyorsanız, geçmişe gitmek zorundasınız ve sadece bir iki kuşak geriye gitmekle kalmamalısınız. İki yüz, üç yüz, dört yüz yıl geriye, okyanusun diğer kıyısındaki bir ülkeye gitmek ve o“ülkenin çok spesifik bir coğrafi bölgesinde yaşayan insanların geçinmek için tam olarak ne yaptıklarına yakından göz atmak zorundasınız. “Onur kültürü” hipotezine göre, nereden geldiğiniz, sadece sizin nerede büyüdüğünüz ya da anne babanızın nerede büyüdüğü anlamında değil, büyük büyük anne babanızın ve büyük büyük büyük anne babanızın, hatta büyük büyük büyük büyük anne babanızın nerede büyüdüğü anlamında da önemli. Bu garip ve güçlü bir gerçek. Yine de işin sadece başlangıcı, çünkü daha yakından incelendiğinde, kültürel mirasların daha da garip ve daha da güçlü olduğu ortaya çıkıyor.


Monday, January 20, 2014

Başarı Tesadüf Değildir


“Akıllı, azimli ve çalışkan olmadıkça hiç kimse New York’ta hukuk mesleğinin zirvesine çıkamıyor ve Black Rock’taki şirketi kurmuş olan dört adam bu tanıma açıkça uyuyor. Ancak biz bundan çok daha fazlasını biliyoruz, öyle değil mi? Başarı tesadüf değildir. Öngörülebilir ve güçlü bir dizi koşul ve fırsatlardan ortaya çıkar ve bu noktada Bill Joy ve Bill Gates’in, hokey oyuncuları ve dahilerin, Joe Flom’un, Janklow’ların ve Borgenicht’lerin yaşamlarını inceledikten sonra mükemmel avukatların nereden geldiğini anlamak zor olmasa gerek.

Bu kişi New York’un en iyi devlet okullarına gidebilmek ve sonra kolay iş bulabilmek için bir nüfus azalması döneminde doğmuş olmalı. Hiç kuşkusuz, Musevi de olmalı ki “kökenleri” nedeniyle kentin iş merkezindeki eski moda hukuk şirketlerine adım atamasın. Bu kişinin anne babası giyim sektöründe anlamlı bir işte çalışmış, çocuklarına otonomiyi, karmaşıklığı ve çaba ile ödül arasındaki ilişkiyi aktarmış olacak. Mükemmel olmasa da iyi bir okula devam edilmiş olmalı. Sınıfın en zekisi olması gerekmiyor, yeterince zeki olması yeterli.

Hatta, daha da net olabiliriz. Nasıl ki on dokuzuncu yüzyılın iş dünyası devleri için mükemmel bir doğum tarihi varsa, nasıl ki bir yazılım devi için mükemmel bir doğum tarihi varsa New Yorklu Musevi bir avukat için de mükemmel bir doğum tarihi var. Bu tarih 1930, çünkü“avukata son derece az nüfuslu bir kuşağın avantajını sunuyor. Ayrıca hukuk dünyasındaki devrimin başladığı yıl olan 1970’te 40 yaşında olmasını sağlıyor; beyaz ayakkabılı avukatlar iki martinilik öğle yemeklerinden sonra oyalanıp gecikse de bu devrim şirketlerin ele geçirilmesiyle ilgili işlerde 15 yıllık sağlıklı bir Hamburg dönemini başlattı. New York’ta büyük bir avukat olmak istiyorsanız yabancı olmak bir avantaj, anlamlı bir iş yapmış bir anne babanızın olması bir avantaj ve daha da önemlisi, 1930’ların başlarında doğmuş olmak bir avantaj. Ancak –yeterince yaratıcılık ve itici güce ek olarak– bu avantajların üçüne de sahipseniz, engellenemez bir kombinasyon oluşturuyorsunuz demektir. Tıpkı 1 Ocak’ta doğmuş bir hokey oyuncusu gibi."


Otonomi+Karmaşıklık+Çaba=Ödül (Başarı)

“Borgenicht gece eve, çocuklarına döndüğünde yorgun, yoksul ve baskı altında olabilirdi, ancak capcanlıydı. Kendi kendinin patronuydu. Kendi kararlarından, kendi yönetiminden kendisi sorumluydu. İşi karmaşıktı: Zihnini ve hayal gücünü meşgul ediyordu. İşinde çaba ile ödül arasında bir ilişki vardı: O ve Regina önlük dikmek için geceleri ne kadar uzun süre uyanık kalırlarsa ertesi gün sokaklarda o kadar çok para kazanıyorlardı.

Bu üç şey –otonomi, karmaşıklık ve çaba ile ödül arasındaki ilişki– işin tatmin edici olması için taşıması gereken üç özelliktir ki çoğu kişi bunda hemfikir. Sonuçta bizi saat 9 ile 5 arasında mutlu eden şey ne kadar para kazandığımız değil. İşimizin bizi tatmin edip etmediği. Yaşamınızın geri kalanında yılda 75.000 dolara mimarlık yapmakla yılda 100.000 dolara her gün bir gişede çalışmak arasında bir seçim yapmanızı önerseydim, hangisini tercih ederdiniz? Sanırım ilkini, çünkü yaratıcı bir iş yapmak karmaşıklık, otonomi ve çaba ile ödül arasında bir ilişki içeriyor ve bu çoğumuz için paradan daha önemli.

Bu üç kriteri karşılayan iş anlamlıdır. Öğretmen olmak anlamlıdır. Hekim olmak anlamlıdır. Borgenicht’ler gibi gemiden daha yeni inmiş insanların yapacak anlamlı bir şey bulmalarına olanak tanıdığı için girişimcilik ve –ne kadar acımasız ve sıkıcı olursa olsun– giyim sektörü mucizesi de anlamlıydı.Louis Borgenicht o çocuğun önlüğünü ilk“ kez gördükten sonra eve geldiğinde sevincinden dans etmişti. Henüz hiçbir şey satmış değildi. Hâlâ tek kuruşu bile yoktu, umutsuzdu ve fikrinden bir şey çıkarmanın yıllar sürecek ve belini bükecek bir emek gerektirdiğini biliyordu. Ancak coşkuluydu, çünkü yıllarca sürecek bu zorlu emek, içerdiği umutlar nedeniyle, ona bir yük gibi gelmiyordu. Bill Gates de Lakeside’da ilk kez bir klavyenin başına oturduğunda aynı şeyleri hissetmişti. Haftada yedi gece, gecede sekiz saat müzik yapacakları söylendiğinde Beatles dehşetle irkilmemişti. Karşılarına çıkan fırsatın üzerine atlamışlardı. Çok çalışmak, ancak hiçbir anlam taşımadığında bir hapis cezasıdır. Anlamı olduğunda, eşinizi belinden yakalayıp durmaksızın döndürmenize neden olacak türde bir şeye dönüşür.”

Amerika'daki Musevi Göçmenlerin Diğerlerinden Farkı

“Flom’lar, Borgenicht’ler ve Janklow’lar gibi Musevi göçmenler on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Amerika’ya gelen diğer göçmenler gibi değildi. İrlandalılar ve İtalyanlar köylüydü, Avrupa’nın yoksulluk içindeki kırsal bölgelerinden gelen kiracı çiftçilerdi. Museviler öyle değildi. Avrupa’da toprak sahibi olmaları yüzyıllarca yasaklandığı için onlar kentlerde ve kasabalarda toplanmış, kentsel sektör ve mesleklerle uğraşmışlardı. II. Dünya Savaşı’ndan önceki 30 yıl içinde Ellis Adası’ndan kurtulmuş Doğu Avrupalı Musevilerin yüzde 75’i bir tür mesleki beceri sahibiydi. Küçük bakkalları ya da kuyumcu dükkanları vardı. Mücellitler ve saatçiler vardı. Ancak ağırlıklı olarak giyim sektöründe deneyimliydiler. Terzi ve kadın terzisiydiler, şapkacıydılar, kürkçü ve sepiciydiler.”


Başarı, Tesadüf, İnayet Eli

“İşte bir zamanlar ekonomist H. Scott Gordon’ın kalabalık olmayan, küçük bir kuşak içinde doğmuş olmanın özel yararları üzerine kaleme aldıkları:

İlk kez gözlerini açtığında, kendini ondan önceki dalgaya hizmet etmek üzere iyi donatılmış büyük bir hastanede buluyor. Çalışanlar zaman konusunda cömert, çünkü bir sonraki dalgaya kadar kazasız belasız geçirmekte oldukları sakin dönem içinde yapacak çok az işleri var. Okul çağına geldiğinde, görkemli binalar çoktan onu kabul etmeye hazır; geniş bir öğretmen kadrosu kollarını açmış onu bekliyor. Lisede basketbol takımı eskiden olduğu kadar iyi değil, ancak spor salonunda yer ve zaman bulma sorunu hiç yok. Üniversite hoş bir yer; sınıflarda ve yurtlarda bol bol yer var, kafeteryada kalabalık yok ve profesörler yardımsever. Sonra iş piyasasına ulaşıyor. Piyasaya yeni girenlerin sayısı düşük, talep ise yüksek, çünkü arkasından potansiyel işverenlerinin sunduğu ürün ve hiz“metlere yönelik büyük talep dalgası geliyor.

New York’ta 1930’ların başında aynı nüfus özelliklerini paylaşan yaş grupları o kadar küçüktü ki sınıfların boyutu da 25 yıl öncekinin en az yarısı kadardı. Okullar yeniydi, bir önceki kalabalık kuşak için inşa edilmişti ve öğretmenler Büyük Buhran’da yüksek statülü bir meslek olarak kabul edilmiş bir işi yapıyordu.

“1940’ların New York kentindeki devlet okulları ülkenin en iyi okulları olarak kabul ediliyordu” diyor Diane Ravitch; kendisi ülkenin eğitim tarihi üzerine çok şey yazmış bir New York Üniversitesi profesörü. “30’ların ve 40’ların bu eğitimciler kuşağı başka bir zaman ve mekanda üniversite profesörleri olabilirdi. Akıllıydılar, ancak istedikleri işi bulamıyorlardı ve devlet okullarında öğretmenlik yapıyorlardı, çünkü garantisi vardı, emeklilik sağlanıyordu ve işten atılmıyordunuz.”

Aynı dinamikler bu kuşağın üyelerine üniversiteye gittiklerinde de yarar sağlıyordu. İşte Ted Friedman, 1970’lerde ve 80’lerde New York’un en iyi dava avukatlarından biri. Flom gibi o da yoksulluk içinde büyüdü, yaşam mücadelesi veren Musevi göçmenlerin çocuğuydu.”

...

“Bu hikayeyi bir düşünün. İlk ders Friedman’ın çok çalışmaya, sorumluluk almaya ve okula devam etmeye hazır olmasıydı. Ancak, ikinci, belki de daha önemli ders, onun ortaya çıkışının Amerika’da çok çalışmaya hazır olduğunuzda sorumluluk alabildiğiniz ve okula gidebildiğiniz bir zamana denk gelmesiydi. Friedman o zamanlar bugün “ekonomik açıdan dezavantajlı” diyebileceğimiz bir konumdaydı. Bronxlu bir varoş çocuğuydu; ne annesi ne de babası üniversite mezunuydu. Oysa onun iyi bir eğitim alması bakın ne kadar kolay olmuştu. Tüm dünyanın New York kentindeki devlet okullarını kıskandığı bir zamanda New York’taki bir devlet lisesinden mezun olmuştu. İlk tercihi City College ücretsizdi; ikinci tercihi Michigan Üniversitesi ise sadece 450 dolardı ve kayıt süreci açıkça o kadar kolaydı ki bir gün okullardan birini, ertesi gün de diğerini deneyebildi.

Peki oraya nasıl ulaştı? Cebine yazın kazanmış olduğu parayı koyup otostop yaptı. Oraya ulaştığında da yolunu açacak bir dizi iyi iş bulmakta hiç gecikmedi, çünkü fabrikalar “insan arıyordu.” Aradıklarına hiç kuşku yoktu: 1930’ların nüfus azalması döneminde doğmuş olanların hemen önündeki kalabalık kuşağın ve onların arkasından gelen kalabalık nüfus patlaması kuşağının gereksinimlerini karşılamak zorundaydılar. Başarı için bu denli gerekli olan olasılık duygusu sadece kendi içimizden ya da anne babalarımızdan kaynaklanmıyor. Zamanımızdan da kaynaklanıyor: Tarihteki özel yerimizin bize sunduğu özel fırsatlardan kaynaklanıyor. 1930’ların başı genç bir avukat adayının doğumu için büyülü bir zamandı; tıpkı bir bilgisayar programcısının 1955’te ya da bir girişimcinin 1835’te doğması gibi.”


Pratik Zeka

“Konuşarak cinayetten beraat etmenize ya da profesörünüzü sizi sabah sınıfından öğleden sonra sınıfına alması için ikna etmenize olanak tanıyan özel beceri, psikolog Robert Sternberg tarafından “pratik zeka” olarak adlandırılıyor. Sternberg’e göre pratik zeka “kime ne söyleyeceğini bilmek, bunu ne zaman söyleyeceğini bilmek ve maksimum etki için bunu nasıl söyleyeceğini bilmek” gibi şeyler içeriyor. Bu yöntemseldir: Bir şeyi, neden bildiğinizi bilmeden de, onu açıklayamadan da nasıl yapacağınızı bilmekle ilgilidir. Doğası gereği pratiktir: Bir başka ifadeyle, sadece bilgi olsun diye bilgi değildir. Durumları doğru okumanıza ve istediğinizi almanıza yardımcı olan bilgidir. Ve işin kritik yanı, IQ ile ölçülen analitik yetenek türünden ayrılan türde bir zeka olmasıdır. Teknik terimleri kullanırsak, genel zeka ve pratik zeka “ortogonal”dır: Birinin varlığı diğerinin varlığını gerekli kılmaz. Analitik zekanız çok yüksek, pratik zekanız ise çok düşük ya da pratik zekanız çok yüksek, analitik zekanız ise biraz düşük olabilir ya da –Robert Oppenheimer gibi şanslı bir vakada olduğu gibi– her ikisi de yüksek olabilir.

O halde pratik zeka gibi bir şey nereden geliyor? Analitik zekanın nereden geldiğini biliyoruz. En azından kısmen, genlerinizde olan bir şey. Chris Langan altı aylıkken konuşmaya başladı. Okumayı üç yaşında kendi kendine öğrendi. Doğuştan akıllıydı. IQ, bir ölçüde, doğuştan gelen yetenektir. Oysa bilgi sosyal ustalıktır. Öğrenilmesi gereken bir dizi beceridir. Bir yerden gelmesi gerekir ve bu tür tavır ve yetenekleri alır göründüğümüz yer ailelerimizdir.”


Saturday, January 18, 2014

Zekanın Bir Eşiği Var


“Başarı ile IQ arasındaki ilişki ancak bir noktaya kadar işliyor. 120 civarında bir IQ’ya ulaştıktan sonra alınan ekstra IQ puanları gerçek dünyada ölçülebilir bir avantaja dönüşür görünmüyor.

IQ’su 170 olan birinin IQ’su 70 olan birinden daha iyi düşündüğü fazlasıyla kanıtlanmıştır” diyor İngiliz psikolog Liam Hudson “ve bu durum daha yakın bir karşılaştırmada da –örneğin, 100 IQ ile 130 IQ arasında da– geçerlidir. Ancak her ikisinin de IQ’su görece yüksek olan iki kişi karşılaştırıldığında bu ilişki ortadan kalkar görünüyor… Yetişkin IQ’su 130 olan deneyimli bir bilim adamının Nobel Ödülü kazanma olasılığı, IQ’su 180 olan bir bilim adamından farksız.

Hudson’ın söylediğine göre, IQ’nun önemi, basketbolda boyun taşıdığı öneme çok benziyor. 1,71’lik birinin profesyonel basketbol oynamak konusunda gerçekçi bir şansı var mıdır? Gerçekten de yoktur. O düzeyde basketbol oynamak için boyunuzun en az 1,83 ya da 1,86 olması gerekiyor ve eşit koşullarda 1,89’luk bir boy 1,86’lık bir boydan ya da 1,92’lik bir boy 1,89’luk bir boydan daha iyi olsa gerek. Ancak belli bir noktadan sonra boy çok önemli olmamaya başlıyor. Boyu 2,07 metre olan biri, 5 santimetre daha kısa olan birinden otomatik olarak daha iyi değil. (Sonuçta, gelmiş geçmiş en iyi basketbol oyuncusu Michael Jordan’ın boyu 2,01 metreydi.Bir basketbol oyuncusu sadece yeterince uzun olmalı ve aynı durum zeka için de geçerli. Zekanın bir eşiği var.”


10 Bin Saat Kuralı

“Araştırmaları (K. Anders Ericsson) şunu gösteriyor ki bir öğrenci en iyi müzik okullarından birine girebilecek kadar yetenekliyse onun performansını bir diğerininkinden ayıran ne kadar çok çalıştığı oluyor. O kadar. Dahası, zirvedeki insanlar sadece daha fazla çalışmakla, hatta herkesten çok daha fazla çalışmakla kalmıyor. Çok çok daha fazla çalışıyor.

Karmaşık bir görevi mükemmel biçimde yerine getirmenin en az kritik düzeyde bir pratik gerektirdiğine ilişkin fikir, uzmanlık çalışmalarında tekrar tekrar su yüzüne çıkıyor. Hatta araştırmacılar gerçek uzmanlık için sihirli sayının 10 bin saat olduğuna ilişkin inançlarında fikir birliğine varmış durumda.


Bu tür çalışmalardan ortaya çıkan tablo –herhangi bir şeyde– dünya klasmanında bir uzman olmayı sağlayacak ustalık düzeyine ulaşmak için 10 bin saat pratik gerektiğine işaret ediyor” diyor nörolog Daniel Levitin. “Besteciler, basketbol oyuncuları, kurmaca yazarları, buz patencileri, konser piyanistleri, satranç oyuncuları ve diğerleri üzerine ardı ardına yapılan çalışmalarda bu sayı tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Hiç kuşkusuz, bu kimilerinin yaptığı pratikten neden diğerlerinden daha fazla şey sağladığını açıklamıyor. Ancak henüz hiç kimse, gerçek anlamda dünya klasmanında uzmanlığın daha kısa zamanda yakalandığı bir vaka ile karşılaşmadı. Görünen o ki gerçek uzmanlığa ulaşmak için beynin bilmesi gerekenlerle kaynaşması bu kadar zaman alıyor.”




Outliers (Çizginin Dışındakiler)




“Outliers’ta sizi başarıya ilişkin bu tür kişisel açıklamaların işe yaramadığına ikna etmek istiyorum. İnsanlar yoktan var olmaz. Soy sopa ve himayeye bir şeyler borçluyuzdur. Kralların karşısına dikilen insanlar bunu tek başlarına yapmış gibi görünebilir. Ancak gerçekte her zaman gizli avantajlardan, olağanüstü fırsatlardan ve öğrenmelerine, çok çalışmalarına ve dünyaya diğerlerinin veremediği biçimlerde anlam vermelerine olanak tanıyan kültürel miraslardan yararlanırlar. Nerede ve ne zaman büyüdüğümüz fark yaratır. Ait olduğumuz kültür ve atalarımızdan kalan miras başarı modellerimizi hayal bile edemeyeceğimiz yollarla biçimlendirir. Bir başka deyişle, başarılı insanların neye benzediğini sormak yeterli değildir. Sadece onların nereden geldiklerini sorarak, kimin başarılı olup kimin olmadığına ilişkin mantığı ortaya çıkarabiliriz.

Biyologlar sıklıkla bir organizmanın “ekoloji”sinden söz eder: Ormandaki en uzun meşe sadece en sert palamuttan yetiştiği için en uzun meşe olmamıştır; diğer ağaçlar onun aldığı güneş ışığını kesmediği, çevresindeki toprak derin ve zengin olduğu, fidanken hiçbir tavşan onun kabuğunu kemirmediği ve hiçbir oduncu onu vakti gelmeden kesmediği için de en uzun meşe o olmuştur. Başarılı insanların sağlam tohumlardan geldiğini hepimiz biliriz. Ancak onları ısıtan güneş ışığı, kök saldıkları toprak ve uzak kalabilecek kadar şanslı oldukları tavşanlar ve oduncular hakkında da yeterince bilgi sahibi miyiz? Bu kitap uzun ağaçlarla ilgili değil. Bu kitap ormanlarla ilgili ve hokey başlamak için iyi bir nokta, çünkü kimlerin hokey dünyasının zirvesine ulaştığına ilişkin açıklama, göründüğünden çok daha ilginç ve karmaşık. Hatta bütünüyle kişiye özel.”