Showing posts with label Elifin Öküzü Ya Da Sürprizler Kitabı. Show all posts
Showing posts with label Elifin Öküzü Ya Da Sürprizler Kitabı. Show all posts

Saturday, November 18, 2017

Kaybedenlerin İsyanı

 
“Türkçede asıl tartışma konusu olan alıntılar yukarıda saydığım üç kategoriye (ithal ürün, yabancı kültür simgeleri, teknik terminoloji) girenler değil. Bir de sınıf faktörü var.

Hemen her toplumda, belli dönemlerde, belli bir yabancı bir dili bilmek ve kullanmak sosyal bir statü simgesi olmuş. Örneğin İngiltere’de Fransızca ve Latince uzun süre bu işlevi yüklenmişler. Tamamen işlevsel Anglosakson kelimeleri varken, yanısıra daha şık, daha ‘kültürlü’ durduğu için Fransızca ve Latince sözcükler benimsenmiş. Shit yerine excrement demek kibarlığın gereği sayılmış. Şatonun çiftliğinde cow, pig ve sheep rahatça dolaşırken, kesilip sofraya geldiklerinde Fransız sosuyla terbiye edilip beef, pork ve mutton adını almışlar. 

Türkiye’de 800 yıl boyunca Arapça ve Farsça, sonra 1830’lardan 1950’lere kadar 120 yıl Fransızca statü dilleri olmuşlar. Bu dilleri bilmek ve kullanmak, kültürlü sayılmanın vazgeçilmez koşulu yerine geçmiş. Bu dilleri bilmeyenler ve bildiğini kanıtlayamayanlar ‘kıro’ zümresine layık görülmüşler. Cumhuriyetin ilk yıllarında Arapça ve Farsça sözcükleri dilden ayıklama kararı verilince, sosyal ve sınıfsal alışkanlıklar emirle kolay değişmediğinden, yeni icat edilen “öz” Türkçe de avam kesiminin bilmediği bir seçkinler dili olmaya yüz tutmuş. Öz Türkçe macerası 1980’lerde çökünce bu kez İngilizce, Türkçenin sınıfsal referans dili olarak öne çıkmış bulunuyor. 

Prestij dilinin ufacık bir dokundurması bazen iki sınıf, iki statü, iki dünya arasındaki farkı inanılmaz bir netlikle ifade etmeye yetiyor. Çarpıcı bir örnek: eskici ile Eskidji arasındaki fark. Birincisi ne kadar sefil, bitli ve alaturka ise ikincisi o kadar cool. Çünkü İngilizce değmiş.

Osmaniye valisinin İngilizce kelimeleri yasaklaması da bence ilk bakışta gözüktüğü kadar anlamsız bir davranış değil. Belki doğru olarak algılanan bir sınıfsal tehdidin reaksiyonu: kaybedenlerin isyanı!
 ”

Türkçe ve Arapça


“12. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna dek Türk dili Arapça ile büyük bir aşk yaşamış. Arapçadan Türkçe yazı diline on bini aşkın kelime aktarılmış. Bu kelimelerden yaklaşık üç bini halen Türkçe'de kullanılıyor.

Bu aşkın asıl nedeni muhakkak ki din. Ama ikinci bir nedeni de bence gözden kaçırmamak gerekiyor. Arapça, olağanüstü denecek ölçüde güzel bir dil. İnsan aklının başyapıtlarından biri sayılması gereken, adeta matematiksel bir yapısı ve muazzam bir şiirselliği var. Kelime hazinesi inanılmayacak ölçüde zengin. Özellikle soyut kavramları ve rafine nüansları ifade etmek konusunda son derece kıvrak. Felsefe ve hukuk alanlarında Almanca ve İngilizce gibi büyük kültür dilleriyle rahatlıkla boy ölçüşecek bir zenginlik, berraklık ve esnekliğe sahip. Bu nedenle Arapçanın Türkçe üzerindeki etkisinden şikayet edenleri ben pek fazla ciddiye alamıyorum. Ya Arapça bilmiyorlar, ya da milliyetçilik afyonunu biraz fazlaca yutmuşlar.

Daha ileri giderek, Türkçeyi iyi bilmek ve iyi kullanmak için Arapça öğrenmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Arapça bilmeyen birinin Türkçeyi alacakaranlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışır gibi konuşacağını düşünüyorum. Bu düşünceyle üniversite öğrencisi olduğum yıllarda Arapça öğrendim. Türkçenin etimolojisi ile ciddi olarak ilgilenmeme yol açan olay da sanırım bu oldu.”

Friday, November 17, 2017

Türkçe'nin Yabancı Kelimelerden Arındırılması Neden Zor?



“Türkçeyi “yabancı kelimelerden temizleme” çabasına girenlerin işi hiç kolay değil. Bir fikir vermek için, temizlenmesi gereken deyimlerden küçük bir demet sunayım.

Gazete bayii (İtalyanca Arapça), limited şirket (İngilizce Arapça), betonarme bina (Fransızca Arapça), tahta kurusu (Farsça Yunanca), yasal haklar (Moğolca Arapça), tepsi böreği (Çince Farsça), davul zurna (Arapça Farsça), haydut herif (Macarca Arapça), salaş lokanta (Macarca İtalyanca), çölde çay (Moğolca Çince), motorize tümen (Fransızca Toharca), domates peynir (Aztekçe Farsça), şampiyon Fenerbahçe (Fransızca Yunanca Farsça), İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü (Yunanca Arapça İngilizce Arapça Farsça Arapça), Osmaniye Valiliği Lüzumsuz Mesai Dairesi Amirliği (altı kez Arapça).

Olaya farklı bir açıdan bakmak da bence mümkün. Böyle inanılmaz bir kültür sentezinin yeryüzünde başka örneği acaba var mıdır? Başka hangi dil ‘Çin Seddinden Atlantiğe kadar’ hemen her dilin izlerini taşır? Bir kavramın Fransızcasını, Yunancasını ve Arapçasını aynı rahatlıkla bir cümleye sığdırabilmek bir zenginlik değil midir?

Kozmopolitliğiyle övünen İngiliz dilinin kelime hazinesinin %25 kadarı eski Anglosaksoncadan, %60 kadarı Fransızca ve Latinceden geliyor. Fransızca kelimelerin %70’e yakın bölümü Latinceden devşirme. Doğrusunu söylemek gerekirse, az çok inceleme fırsatını bulduğum 25 kadar dil arasında Türkçenin rekoruna yaklaşan başka dil yok.

Liranın Hikayesi


“Yunanca lítra veya líthra ile Latince libra, iki kefeli terazide kullanılan ve başlangıçta yaklaşık 310 grama muadil olduğu sanılan bir tartı biriminin adı. Erken antik çağda bu ölçü Sicilya’dan başlayarak tüm Akdeniz dünyasına yayılmış. t – b eşdeğerliği kuraldışı olduğundan kelimenin asıl biçimini tahmin etmek mümkün değil; ama iki sözcüğün kökende aynı olduğu uzmanlarca kabul ediliyor.

İki sözcükten libra daha yaygın kullanıma kavuşmuş. Livre adıyla Fransızcaya geçmiş. İngilizcede libra ve Anglosakson asıllı pound biçimleri eş anlamlı olarak kullanılmış (o yüzden günümüze dek pound’un kısaltması lb. yazılıyor). Ağırlık birimi olmanın yanısıra, 1 lb. gümüş içeren standart para biriminin de adı olmuş. Avrupa’da ilk gümüş libre 8. yüzyılda Şarlman zamanında tedavüle girmiş. İtalyanca lira adıyla Floransa şehir devletinin dünyaca ünlü parası olmuş. Osmanlı devletinde Galatalı İtalyan bankerlerin kullandığı bir muhasebe birimi iken, 19. yüzyıl sonlarında bilfiil dolaşıma girmiş. 1919-20 enflasyonunda kuruşu ezip geçmiş. ”

Tuesday, November 14, 2017

Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı




“Belki belirtmekte yarar var: Türk dili yabancı alıntılarla zenginleşmeye Malazgirt’ten de İslamiyetten de çok önce başlamış. Farsça ve başka İran dillerinden alıntılar 8. yüzyıldaki ilk Göktürk yazıtlarında bile karşımıza çıkıyorlar. Şurası kesin: Türklerin Orta Asyalı ataları bugünkü öykünmecilerinden daha açık fikirli insanlarmış. Güzel bir kelime bulunca, ‘bu Öz Türkçedir, bu değildir’ diye pek dert etmezlermiş.”

**
“Sbandito edilmiş bir kişinin dağda derede dolaşıp eşkiyalık etmek, yol kesip haraç almak dışında pek bir şansı kalmadığı açık. Hatta bir dönem İtalya’da sbanditi sayısı o kadar artmış ki birçok dilde bu İtalyanca sözcük kanun kaçağı, haydut, eşkiya kavramına model olmuş. İngilizce bandit buradan geliyor. Türkçe ızbandut da böyle.

(Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor.)

**
“Sınıfın Arapça çoğulu olan esnaf eski anlamını korumuş. Bu sözcük aslında kolektif bir isim: ‘esnaf velinimetimiz’ ya da ‘esnaf ayaklandı’ deyimlerindeki gibi “bilumum lonca erbabı” anlamına geliyor. Tekil bir ad (‘o şimdi esnaf’) veya sıfat (‘çok esnaf adam’) olarak kullanıma girmesi, Türkiye’de doğru dürüst Arapça bilen kimse kalmadığının göstergesi.”

**
“... bugün kullandığımız Türkçede Latinceden Fransızca yoluyla aldığımız – benim sayabildiğim – en az 2500 kelime var. Oranlamak için hatırlatayım: Orta Asya Türkçesinden günümüze kalan miras 1200 kelime. ”

**
“Arapçanın güzelliği de zaten burada: neredeyse matematiksel bir şıklıkla yeni sözcükler üretmeye imkân veren bir dil.”

**
“Künefe Türkçeye yakın yıllarda girmiş olan üç beş Arapça sözcükten biri. Antakya yerel ağzından alındı. Orada kunāfe diye söyleniyor galiba. Kadayıf tabakasını ikiye katlayıp, adeta kanat altına saklar gibi araya bir kat peynir katılarak yapılan tatlının adı.

Diğer taze Arapça alıntılar hangileri? Aklıma gelenler lahmacun, darbuka, bir tür davul olan bendir ve Bermudanın otantik versiyonu olan haşema. Vaktiyle Araplardan en soyut ve yüksek bilimsel kavramları alırmışız. Şimdi anlaşılan pek öyle değil.”

**
“Arapça çoğullar başlı başına bir uzmanlık dalı. Benim bildiğim kırk dolayında çoğul vezni bulunuyor ve hangi kelimenin hangi vezinde çoğul olacağını önceden tahmin etmenin katiyen imkânı yok. Mesela şeyin çoğulu eşya, emrin çoğulu umur, hakkın çoğulu hukuk, hadisenin çoğulu havadis, vasıtanın çoğulu vesait, mülkün çoğulu emlak, kısmın çoğulu aksam, nefsin çoğulu nüfus, tören anlamına gelen resmin çoğulu merasim, harç anlamına gelen resmin çoğulu rüsum, çukur anlamına gelen kabrin çoğulu da, evet, kubur. ”

**
“Sırası gelmişken belirteyim. -cik, -ceğiz gibi küçültme eklerinin zıddı olan bir büyültme ekine, bellibaşlı dillerden sadece İtalyancada rastlanıyor. Bu o kadar kullanışlı bir icat ki, tüm komşu diller İtalyancadan -one’li sözcükler almak için adeta yarışmışlar. Fransızca veya Venedikçe üzerinden dilimize giren balon, biberon, karton, kordon, patron, salon, trombon sözcükleri bu zümreden. Yunanca üzerinden aldığımız barbunya ve takunya da öyle.”

**
“Benim çocukluğumda İstanbul’da her çocuk Rumca en azından ona kadar sayı saymasını bilirdi. O yüzden októ sözcüğünün Rumca sekiz anlamına geldiğini bilmeyenler olabileceğini düşünmek bana zor geliyor. Aynı sözcüğü matematik, fizik, müzik vb disiplinlerden de tanıyor olmamız lazım. Misal: oktagon (sekizgen), oktet (sekiz çalgı için oda müziği parçası), oktuplet (bir batında doğan sekiz çocuk)... Benzin reklamlarına konu olan oktan, sekiz karbon atomu içeren bir hidrokarbon bileşiği. Oktav ise müzikte sekiz notalık ses aralığının adı. ”

**
“Bizde ise tıpkı ‘esnaftan kimse’nin esnaf oluşu gibi, ‘polis memuru’ da kestirmeden polis olmuş.

Batıda bunlar olurken beri tarafta Yunanlılar pólis’i “şehir” anlamında kullanmaya devam etmişler. Doğu dünyasında yüzyıllar boyunca “şehir” deyince akla gelen ilk ve tek şehir ise, tabii Konstantin şehri olmuş. Bizans’ın başkenti, ayrıca bir isim kullanmaya pek gerek duymadan asırlarca sadece İ Pólis – The Şehir – olarak anılmış. Esas kentin, yani surlarla çevrili tarihi yarımadanın Rumca adı da haliyle “şehiriçi” anlamında stín Póli (εις τήν πóλι’den kısaltma στήν πóλι) olmuş. Londra’nın City’si, Viyana’nın Innenstadt’ı, Antalya’nın Kaleiçi gibi İstanbul (daha doğrusu Stanbol) aslında şehrin değil İç Şehrin adı. Yirminci yüzyıl başına gelinceye kadar zaten kimse Galata ve Üsküdar’a İstanbul demeyi aklına getirmemiş. 

İslambol filan da hikâye.

**
“Sir William Jones’un 2 Şubat 1786’da Kalküta’da Asiatic Society’de yaptığı konuşma, Hintavrupa araştırmalarının başlangıcı sayılır:

"The Sanskrit language, whatever be its antiquity, is of a wonderful structure; more perfect than the Greek, more copious than the Latin, and more exquisitely refined than either, yet bearing to both of them a stronger affinity, both in the roots of verbs and in the forms of grammar, than could possibly have been produced by accident; so strong, indeed, that no philologer could examine them all three, without believing them to have sprung from some common source, which, perhaps, no longer exists."

Son satırdaki ‘perhaps’ın güzelliğine bakar mısınız? ”

Sunday, October 22, 2017

“altı kaval üstü şeşhane” deyimi nereden geliyor?



Hintavrupa anadili *sweks- : altı.
  

Tavla oynayan her Türk Farsça birden altıya kadar olan sayıları bilir. Düşeşi onlara açıklamaya gerek var mı bilmem: dü‘nün iki, şeş‘in altı anlamına geldiği belli. (Doğrusu adı Rumca olan bir oyunda sayıların neden Farsça söylendiği pek o kadar açık değil.) Şeşhane ise altı fişek atan eski bir tüfek cinsinin adı. İstanbul’da eskiden şeşhane fabrikasının bulunduğu semt, ufak bir ses değişikliğiyle, hala Şişhane adını taşıyor. Yarısı alaturka kaval tüfeğine, yarısı modern altıpatlara benzeyen melez şeylere ise ‘altı kaval üstü şeşhane’ deniyor.

Hintavrupa asıllı tüm dillerde olduğu gibi Farsça şeş sözcüğü de *sweks- kökünden türemiş. Latince sex (hayır, sexus değil!), Yunanca heksa- (çünkü Hintavrupa köklerinde kelime başındaki s sesi Yunancada varla yok arası bir h’ye dönüşüyor), İngilizce six, Almanca Sechs, İspanyolca seis hep aynı kökten. Latinceden Fransızca yoluyla dilimize giren sekstant, 180 derecelik ufku altıya bölen bir astronomik gözlem cihazı. Yunanca kökenli heksadesimal, yani onaltılı, sayı sistemini bilgisayar programcılığıyla uğraşanlar biliyor. ABD Savunma Bakanlığı binasına bir köşe daha eklenseydi adının Heksagon olacağı da muhakkak. (Ne yazık ki 11 Eylül 2001’deki terorist saldırısından sonra Tetragon kaldığı söyleniyor!)

Eski Roma’da günün saatleri gün doğumundan sayıldığı için saat altı, yani sexta hora, tam öğle saatine denk gelirmiş.  Avrupa ülkelerinde bu sistem, özellikle kilise ayinlerinin düzenlenmesinde, yakın dönemlere dek kullanılmış; birçok dilde günümüze dek kalan izler bırakmış. İspanyolcada “altıncı” anlamına gelen sıfatın dişil şekli olan siesta, Latince sexta’nın karşılığı: öğle saati demek. İspanyolların dünya yıkılsa vazgeçmeyecekleri öğle uykusu adeti gündüzleri çalışıp gece uyuyan diğer Avrupa uluslarının dikkatini çektiğinden, İspanyolca siesta kelimesi 19. yüzyıldan itibaren İspanyolca dışındaki dillerde “öğle uykusu” anlamında kullanılır olmuş. Türkçeye de Amerikan filmlerinden girmiş olduğunu tahmin ediyorum. 
  

Saturday, October 7, 2017

Kalenin Serencamı


Hintavrupa anadili *bhergh- : müstahkem yer.

Kale anlamına gelen *bhergh- sözcüğü hemen hemen tüm Hintavrupa dillerinde karşımıza çıkıyor. Eski Yunanca pýrgos ve Germence burghs en yaygın örneklerden ikisi. Müthiş kalesiyle ünlü olan Pergamon, ya da bugünkü şekliyle Bergama kentinin adı Anadolu’nun Yunan-öncesi bir dilinden, belki Luvicenin devamı olan Mysia dilinden alınmış. Eski bir Kelt tanrıçasının adı olan Brigit ise aslında sağlam veya “iyi korunmuş” demek. Belki “kale gibi kadın” demek istemişler.

Bizans devletinin özellikle 6. yüzyılda Rize’den Diyarbakır’a ve Suriye’ye uzanan bir hat boyunca neredeyse adım başı inşa ettirdiği pýrgos’lar ünlü. Hemen hepsi bugün hala ayakta olan bu kaleler Arapları da çok etkilemiş olacak ki “müstahkem savunma kulesi” anlamına gelen bürc (burç) sözcüğünü Yunancadan almışlar. Arapçada ince g sesi aşağı yukarı 6. yüzyılda kullanımdan kalktığı için son sesini değiştirip c yapmışlar. Aynı sözcük Türkçede doğrudan Yunancadan alınmış şekliyle burgaz olarak da geçiyor. Burgaz adasına adını veren kulenin kalıntılarını tepedeki Rum manastırının bahçesinde görmek mümkün.

Birçok kasaba adında karşımıza çıkan bor ögesi de aynı kaynaktan geliyor. Niğde’nin Bor’u ile Isparta’nın Uluborlu ilçesi iki örnek. Keçiborlu da aslında keçikaleli demek; koyun kalesi anlamına gelen Hamburg’la neredeyse adaş. Buna karşılık Hamburg’un köftesi hamburger adıyla üne kavuştuğu halde keçiborgeri henüz tanıyan yok. 

Batı Avrupa haritasında tabii burg/burgh/borough/bourg/borgo’lu isimlere rastlamadan adım atmak imkânsız. Sözcüğün asıl anlamı kale, ama etrafı surla çevrili her türlü yerleşim için de bu söz kullanılmış. Ortaçağda “etrafı surla çevrili, dolayısıyla feodal beylere karşı belirli hak ve özgürlüklere sahip olan ve özyönetim hakkını kullanan yerleşim” diye özetleyebileceğim gayet net bir hukuki anlam kazanmış. Böyle bir yerleşimde oturan kimseye İngilizce burgher, Fransızca bourgeois denmiş. Özetle, köylü olmayan ve feodal bir beye bağlı olmayan kişi demek. 18. yüzyıla doğru bu kesim özellikle İngiltere ve Fransa’da devlet yönetimine ağırlığını koymuş. Karl Marx isimli amatör sosyolog da bundan hareketle çağın burjuva çağı olduğuna kanaat getirmiş.

Türkçede bir ara burjuva karşılığı olarak ‘kentsoylu’ diye feci bir deyim uydurulmuştu. Ben öztürkçeci olsaydım herhalde burcul derdim. Burjuvazi yerine burcugillere ne dersiniz?