Showing posts with label Oblomov. Show all posts
Showing posts with label Oblomov. Show all posts

Tuesday, March 15, 2022

"Our country is full of Oblomovs"

 


“We’re dreamers, of course. Our souls strain and suffer, but not much gets done—there’s no strength left over after all that ardor. Nothing ever gets done. The mysterious Russian soul…Everyone wants to understand it. They read Dostoevsky: What’s behind that soul of theirs? Well, behind our soul there’s just more soul. We like to have a chat in the kitchen, read a book. “Reader” is our primary occupation. “Viewer.” All the while, we consider ourselves a special, exceptional people even though there are no grounds for this besides our oil and natural gas. On one hand, this is what stands in the way of progress; on the other hand, it provides something like meaning. Russia always seems to be on the verge of giving rise to something important, demonstrating something completely extraordinary to the world. The chosen people. The special Russian path. Our country is full of Oblomovs, lying around on their couches, awaiting miracles. There are no Stoltzes. The industrious, awaiting miracles. There are no Stoltzes. The industrious, savvy Stoltzes are despised for chopping down the beloved birch grove, the cherry orchard. They build their factories, make money…They’re foreign to us…”

**

“The Russian kitchen…The pitiful Khrushchyovka kitchenette, nine to twelve square meters (if you’re lucky!), and on the other side of a flimsy wall, the toilet. Your typical Soviet floorplan. Onions sprouting in old mayonnaise jars on the windowsill and a potted aloe for fighting colds. For us, the kitchen is not just where we cook, it’s a dining room, a guest room, an office, a soapbox. A space for group therapy sessions. In the nineteenth century, all of Russian culture was concentrated on aristocratic estates; in the twentieth century, it lived on in our kitchens. That’s where perestroika really took place. 1960s dissident life is the kitchen life. Thanks, Khrushchev! He’s the one who led us out of the communal apartments; under his rule, we got our own private kitchens where we could criticize the government and, most importantly, not be afraid, because in the kitchen you were always among friends. It’s where ideas were whipped up from scratch, fantastical projects concocted. We made jokes—it was a golden age for jokes! “A communist is someone who’s read Marx, an anticommunist is someone who’s understood him.” We grew up in kitchens, and our children did, too; they listened to Galich and Okudzhava along with us. We played Vysotsky, tuned in to illegal BBC broadcasts. We talked about everything: how shitty things were, the meaning of life, whether everyone could all be happy. I remember a funny story…We’d stayed up past midnight, and our daughter, she was twelve, had fallen asleep on the kitchen couch. We’d gotten into some heated argument, and suddenly she started yelling at us in her sleep: “Enough about politics! Again with your Sakharov, Solzhenitsyn, and Stalin!”



Saturday, December 18, 2021

Kitapçıda

 


Önce rafları gözleriyle bir taradı: birinci keşif. Hiç bir sırayı, hiç bir kitabı atlamadan, kitap yığınlarını gözden geçirdi. Acele etmeden dolaşıyordu. Bir kitap çekti, sayfalarını karıştırdı: iri harflerle basılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılıyor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Okumayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri tercih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları satırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harfleri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğullarına: ‘Oku da adam ol’ diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric. Efendim? Faydalı kitapları okuyo ruz tabiî: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne kadar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilseydi. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır okumaz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söylediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla doğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur bakalım, bununla daha ne kadar öğüneceğiz? Bıktırıncaya kadar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya, kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tezgâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı: endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tükenmez bir heves vardı Olric. Farkına varmadan ne kadar çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan değişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım. Bu Dostoyevsky’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba? Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dostoyevsky’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadıkları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler birbirlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dostoyevsky’nin kanında yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar galiba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hâtıra fotoğrafı gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevsky’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyuyorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bilsen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına dayanamıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öldükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyenlere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insanlarla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek istemiyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncelerime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi. Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviyemizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bulunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuyacak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Kelimeleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardımıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, kelimeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.

Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevsky’yi çok etkilediği söyleniyor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir roman vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskilerimizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa. Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni Ömer Seyfettin’i severdi. Efruz Bey’di galiba, kendini bir denbire kahraman sanıp sokağa fırlayan. Bu öğretmen ilginç bir adamdı Olric. Bize okuma sevgisi aşıladı biraz. Bizlere ne kadar aşılanabilirse o kadar. İşini seven, az bulunur öğretmenlerden biriydi. Efruz Bey var işte. Onu da ayıralım. Dikkat ediyorsan, itibarlı bir müşteri oluyoruz yavaş yavaş. Duruma çok sevinip de kitap tavsiye etmek gibi bir çılgınlığa kalkışmazsa, bulunmaz bir kitapçı. İnsan, Goethe’yi okumazsa olur mu? Olmaz. Bu adam da hiç kitap satamıyor galiba. Her çeşit kitap var. Bilirsin, bizde biten bir kitabın yerine yenisi konmaz; o kitap çabuk bitmemişse tabiî. Biraz dedikodu yapalım gene: bu Goethe’yi de Beethoven hiç sevmezmiş. Burada Goethe kazanıyor: çünkü öbürü müzisyen; o anlamaz. Beethoven de kızmış, dokuzuncu senfoniye Schiller’in şiirini koymuş. Mâlûmu âlîniz, Schiller’le Goethe’nin arası biraz şekerrenk. Zaten Beethoven, Goethe’ye parkta imparatora selâm verdi diye içerliyor. Anlayamadım efendimiz: yani Beethoven’in arası iyi değil mi imparatorla? Ne aptal şeysin Olric. Ondan değil. Sosyal meseleler bakımından canım! Sosyal bakımdan bilinçlenmiş her adamın evinde bu nedenle dokuzuncu senfoni bulunur. Yalnız, bu Goethe hakkında çok iyi şeyler duydum. Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot’u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.

Wednesday, October 24, 2018

Türk Oblomov'u



Yavuz Altın, tr724.com
Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.