Showing posts with label Can Bahadır Yüce. Show all posts
Showing posts with label Can Bahadır Yüce. Show all posts

Saturday, February 9, 2019

Çöle Direnmek

Can Bahadır Yüce - Kronos


Modern edebiyatın başyapıtlarından Tatar Çölü, kavurucu bir yalnızlığın kadere dönüşmesinin romanıdır. Dino Buzzati taşlı çölün ortasındaki bir kaleye atanan Teğmen Drogo’nun hikâyesini anlatır. Kıtaya yeni çıkmış genç subay, kaleyi görür görmez geri dönmeye niyetlenecek ama ömrü o çölde geçecektir. İlk günlerde komutanına sorar: “İnsanın kalede canı sıkılmıyor mu yüzbaşım?” Aldığı cevap, kitabın anahtar cümlesidir: “İnsan alışıyor.”
Ufkumuz iyice çölleştiğinden beri arada bu romanı ve çöle alışan kahramanını düşünürüm. Çünkü kitabın görkemli alegorisi bizim gerçekliğimizi tarif ediyor: Çorak bir yaşantıya her geçen gün alışıyoruz.
Çoraklık değer erozyonuyla başlar, kültürün yitip gitmesiyle de çöle dönüşür. Mario Vargas Llosa’nın kültürün ölümü hakkındaki kitabına bir yerde değinmiştim: Çürüyen toplumlarda kültürün öldüğü bilinir, diyordu Perulu romancı, ama bu ölüm ilan edilmez.
Kültür yalnızca birtakım eylemlerin toplamı değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Bu yüzden kültürün ölümü temelde yaşama üslubunun kaybı anlamına gelir. Kültürün “uzun süren ölümü” demek belki daha doğru: T. S. Eliot konuyu irdelediği kitabını 1948’de yazmıştı. Yetmiş yıl sonra, karşımızda “Çorak Ülke” şairinin çizdiğinden daha kötü bir tablo var.
Çölleşmeye yol açan şeylerin listesini verirken entelektüellerin yerini palyaçoların almasından, kültür ile turizmi aynı zanneden sığ zihniyetten yakınıyordu Llosa. (Örnek vermiyordu ama iktidarına başlarken ilk iş olarak kültür ve turizm bakanlıklarını birleştiren bir hükümetten daha iyisini bulamazdı.) Bir “teşhir medeniyeti”nde (dinin gösteriye indirgendiği, mesela rabia işareti yapmanın önemli, rüşvet yemenin önemsiz olduğu bir toplumda) kültürün nefes almayacağını söylüyordu. Yazar yanılmıyordu—her şey gözümüzün önünde oldu.
Füsun Akatlı “kültürsüzlüğümüzün kışı” demişti, ben “çöl”ü yeğliyorum. Çöl zorlama bir teşbih değil, düpedüz kabile yasalarının geçerli olduğu bir sahra var önümüzde. İroni şu: Çölün mimarları, kültür ve medeniyet kelimelerini hâlâ dilinden düşürmüyor. Oysa bedeviler medeniyet kuramaz—olsa olsa medineyi bozarlar.
Peki, insan çölde yaşamayı kendisi seçebilir mi? Tatar Çölü‘nün asıl sarsıcı tarafı, bu sorunun cevabını yüzümüze çarpması. Çöle alışan, bir süre sonra çölü ister. Buzzati o kadar ustaca anlatır ki bunu, her şey sıradan görünür, bir yerde teğmenin mutsuzluğundan kuşkuya düşeriz. Bu çelişki, çölde yaşamak zorunda bırakılmış toplumların aldırışsızlığını da açıklar.
Bir askerin yalnızlığını değil, bir insanlık durumunu anlattığı için etkileyicidir Buzzati’nin romanı. Bir noktadan sonra çölde bekleyiş kadere dönüşür. O eşiği geçmemek, çöl taşlarına benzememek için umudu sürdürmek yetmez, eylem de gerekir. (“Ömrüm belki kendi hatam yüzünden bir çölde geçti,” diyen Tanpınar ola ki bunu anlatıyordu.) Geriye yavaşça solup giden bir gülüşün, elden kayıp gitmiş bir ömrün hikâyesi kalır.
Asıl felaket çöle hapsedilmek değil, insanın çölü içinde taşımasıdır. Çöle direnmenin yolu: Bedevileşmemek, içimizin çoraklaşmasına izin vermemek, serap gördüğümüzü söyleyenlere aldırmamak… Roman kahramanlarından öğreneceğimiz şeyler var. Teğmen Drogo ıssız çölün ortasında yıldızları görmek için gökyüzüne bakmayı unutmaz: “Sonra, karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen, gülümser.”

Diktatör Edebiyatı

Can Bahadır Yüce - Kronos

Modern çağın diktatörleri milyonlarca insanı mezara gönderirken sayısız ağacın da katili oldular: Yazdıkları yavan, sıkıcı, tuğla gibi kitaplar yıllar boyu baskı üstüne baskı yaptı.
Lenin’in 55 ciltlik toplu yapıtlarından Mao’nun “İncil’den sonra en çok basılan kitap” diye bilinen Küçük Kırmızı Kitap’ına, diktatörlerin elinden çıkmış metinler “diktatör edebiyatı” (dic-lit) başlığı altında değerlendiriliyor.
“Diktatör edebiyatı” yetersiz ve zorlama bir terim gibi görünse de adlandırmayı ikna edici bulan, üzerine kafa yoranlar var. Bunun son örneği, Daniel Kalder yeni kitabında* şu soruya yanıt arıyor: Diktatörler niçin kitap yazar?
Kalder için kıvılcımı diktatör edebiyatının en kof kitaplarından biri çakmış: Türkmenbaşı Saparmurat Niyazov’un ölümünden sonra dev bir Ruhname her gece farklı bir sayfası açık kalacak biçimde sergilenince, yazar tiranların kaleme aldığı metinleri incelemeye karar vermiş. (Ruhname o kadar kötü yazılmış ki Kalder’ın kitabı bitirmesi üç yıl sürmüş.)
Diktatörlerin kitap takıntısının ardında gerçekten ne var? ‘İcraat’larının kalıcılığından hep kuşku duyduklarını düşünürsek, her şeye rağmen kalıcı bir eser bırakma arzusu olabilir. Belli ki toplumları denetim altına almak diktatörlere yetmemiş, insan ruhunu da (Stalin yazarları “insan ruhunun mühendisleri” diye tanımlamıştı) kontrol etmek istemişler.
Diktatörlerin yazma merakı bize aslında yazının güçle ilişkisi hakkında çok şey söyleyebilir (Kalder konuya pek girmiyor). Belli ki despotlar yaşamdaki iktidarlarını yazıya da taşımaya hevesliydiler. 1960’larda Kızıl Muhafızlar “en çok Başkan Mao’nun kitaplarını severim” flamaları taşımak zorundaydı.
Yirminci yüzyıl diktatörleri “tumturaklı, savruk, içi boş, muğlak, aptalca, hatta rezil” kitaplarını yazarken kupkuru bir dil kullandılar, çünkü o dil gerçeği eğip bükmeye daha elverişliydi. (Bürokratik resmi dilin otoriterliğe zemin hazırladığına ilk dikkati çeken galiba Orwell’dir.)
Okudukları kitaplar diktatörleri, diktatörler dünyayı (kitapları değilse de yaptıklarıyla) şekillendirdi. Örneğin Ne Yapmalı, Lenin’in yaşamını değiştirmişti—Çernişevski’nin didaktik romanını okuduktan sonra Lenin yazılı metnin de bir “savaş alanı” olduğuna inandı. Stalin ise henüz liderinin yapıtıyla tanışmadan önce Hugo’nun devrim romanı Doksan Üç’ün tutkunuydu.
Evet, kitaplar tehlikelidir. Bazen de kitaplar hiçbir şeyi değiştirmiyor—öldüğünde 16 bin kitabı olan Hitler 35 yaşında temel yazım kurallarını bile öğrenememişti. Belki yazının ironisi: Tutarsız bir laf salatası olsa da Kavgam bugün hâlâ okunan tek diktatör kitabı. Oysa yazdıkları kimi zaman “okunabilir” olan diktatör Mussolini’ymiş—ola ki gazetecilik tezgâhından geçtiği için hiç değilse etkili cümle kurmayı öğrenmiştir.
Kalder’e göre ana beşlinin (Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler, Mao) yazdıkları “diktatör kanonu”nu, gerçek cehennem kütüphanesini oluşturuyor. Ötekilerin, yazarın deyişiyle “küçük şeytanlar”ın yazdıkları ise önemsiz kitaplar. Franco’nun fantezilerinden Çavuşesku’nun Temmuz Kuramı’na, Saddam’ın gülünç tarihi romanlarından Kaddafi’nin o berbat Yeşil Kitap’ına kadar diktatörlerin yazdıkları kendileriyle birlikte tarihinin çöplüğüne gitti. Tozlanmış raflardaki diktatör sözleri bugün yalnızca ibret ve ürperti uyandırıyor.
Elbette kitapların hepsi ‘kuram’ metni değil ama Kalder sanki şunu demeye de getiriyor: Modern zamanlarda diktatör olmanın bir koşulu kitap yazmaktır. (Kafamızı daha önce de kurcalamış bir soru: Cahil diktatör olur mu?)
Daniel Kalder’ın kitabı beklentiyi karşılamasa da ilginç ve ürkütücü bir dünyaya kapı aralıyor. Bizim yerimize diktatörlerin kitaplarını okuduğu için yazara teşekkür etmeliyiz. Çünkü diktatörlerin ve diktatör bozuntularının yeterince tatsızlaştırdığı hayatlarımız bir de onların kitaplarını okumak için çok kısa.

Friday, March 30, 2018

Kurşunkalem: Yazdıkça küçülmek

Can Bahadır Yüce, Kronos



İnsanın yeryüzündeki serüveni ne kadar ilerlerse ilerlesin bazı buluşlar hiç eskimeyecek: Tekerlek, çatal-kaşık, düğme gibi… Çünkü çoğu kez en kusursuz tasarım en basit olandır.


Kurşunkalemi de zamanı geçmeyecek nesnelerden biri sayabiliriz. İnsan eliyle buluştuğu XVI. yüzyıldan bu yana kurşunkalem medeniyetin görünmez çivilerinden biri oldu.

İlk kurşunkalem İngiltere’de grafit madenleri bulununca yapılmış. Koyun derisine sarılan ya da iple tutturulan grafit çubukların tahta kurşunkalemlere dönüşmesi kolay olmamış. Friedrich Steadtler ahşap kalemi insanlığa armağan ettikten bir yüzyıl sonra rakip markaya adını verecek Kaspar Faber’in kurşunkalemi geniş kitlelere ulaştırdığını biliyoruz. Kurşunun elde edilişinden tepesine silgi kondurulmasına kadar kurşunkalemin uzun tarihi boyunca pek değişmemiş olması nasıl köklü bir buluş olduğunu gösteriyor.

Kurşunkalem denince akla önce tahtadan bir çubuk gelir. Ahşap o denli önemlidir ki gerçek kurşunkalem tutkunları geçen yüzyılda ortaya çıkan mekanik kurşunkalemleri kullanmayı ihanet sayar. (Hak versem de onlardan değilim: Rotring 600’ümü hep elimin uzanacağı mesafede tutarım.) Çünkü “kurşunkalem” denen şey mekanik bir buluş değil, ahşabın ve grafitin kokusunu duyabileceğiniz, kurşunun kâğıdı okşama sesinin kulağınıza müzik gibi geldiği nesnedir.
Basit ve mütevazıdır kurşunkalem. Yazdıkça böbürlenen insanın aksine, yazdıkça küçülür. Japonların dediği gibi, insana ve yazıya hizmet etmek için kendini feda eder.
Bir kurşunkalemin dolduracağı sayfa, yazacağı sözcük sayısı bellidir. Belki kolay silindiğinden, kurşunkalemle yazılan yazının geçici olduğu düşünülmüş. (Öyle olmadığını artık biliyoruz, grafit neredeyse mürekkep kadar zamana dayanıklı.) Sıkı kurşunkalemcilerden yazar William Boyd kalıcılık kaygısıyla romanlarını kurşunkalemle yazmayı bırakmış örneğin. (Boyd tutkusunu daha da ileri götürmüş, bir romanında kurşunkalemi cinayet silahı yapmıştı.) Yine de kurşunkalemin verdiği o geçicilik duygusunda lirik ve insana ait bir taraf yok mu? Bana kalırsa yalnız verdiği geçicilik duygusu değil, kırılganlığı da kurşunkalemi ‘insani’ kılıyor. Üstelik kırılmasında bile güzellik var: İşin ehli için (bkz. David Rees) kalem ucu açmak başlı başına bir ritüeldir.
Belki geçicilik duygusu yüzünden kurşunkalem genellikle ciddiye alınmamıştır. Nâzım’ın kurşunkalemi “yazı kalemi” saymadığını (Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan) biliyoruz. Bir dostunun mektubunda Sabahattin Ali’ye, “Kurşunkalemle yazdığım için affedin,” dediğini hatırlıyorum.
Birleştirir, ayırır / eli kalem tutmak” diye yazan Necatigil’in şiirindeki gibi, kurşunkalemin birleştirici bir yanı da var: Edebiyat dünyasında adı konmamış bir kurşunkalemciler cemaatinden söz edebiliriz. Yaşar Kemal’den Toni Morrison’a geniş bir aile… Haldun Taner onlarca yıllık yazı emeğini “Yüzlerce kurşunkalem bitirdik” diye özetler. Steinbeck arka ucu yazdığı eline değmeye başlayınca o kurşunkalemi “emekli” eder. Hemingway için iyi bir yazı gününün ölçütü yedi kurşunkalem ucu köreltmektir. T.S. Eliot hep daktiloda yazmasına rağmen başyapıtı Çorak Ülke’yi kurşunkalemle yazmıştır. (Şiirlerin ilk taslağı kurşunkalemle yazılır: Necatigil ‘tükenmez’le şiir yazmayı ayıp sayardı.) Edebiyat tarihinin en sıra dışı yazarlarından Robert Walser elindeki titremeyle baş edemeyince mürekkepli kalemi terk etmiş, “kurşunkalem sistemi” dediği bir yazı biçimine geçmiştir.
Henry David Thoreau’ya bir ayraç açmalı: Thoreau profesyonel bir kurşunkalemciydi. Babasının kurşunkalem atölyesinde çalışıp bir mühendis gibi kalem teknolojisinde yenilikler denemiş ve başarılı olmuştu. Onun sayesinde 1800’lerin ortalarında Amerika’daki en iyi kurşunkalemleri Thoreau ailesi imal ediyordu.
Dünyada her yıl 14 milyar kurşunkalem üretiliyor. Zaman zaman gözden düşse de kurşunkalem insan elinin bir uzantısı olarak muhtemelen teknolojiye yenilmeyecek.
Nesnelere de gönül borcu duyarız. Aslında dolmakalemci olsam da kurşunkalemlerime minnet duyar, bazen haksızlık ettiğimi düşünürüm. Onlarcasının masamda (mutlaka ayrı kalemlikte), birkaç düzinesinin de çekmecemde olduğunu bilmek bana güven veriyor. Kurşunkaleme saygıyı yazı uğraşına saygıyla eşdeğer gördüğümden belki. Nihayetinde her şey bir kâğıt, bir kalemle başlıyor.
Bu yazı elbette kurşunkalemle –Blackwing 602– yazıldı.