Showing posts with label Daha. Show all posts
Showing posts with label Daha. Show all posts

Friday, May 11, 2018

İnsanların destelerce doğup düzinelerce öldüğü topraklar


“Zayıf adamı gömdüğüm noktaya bakıyor ve bir ailesi var mıdır, diye soruyordum kendime. Her ne kadar yanıtını bilsem de! Çünkü öyle bir yerden çıkıp gelmişti ki en az 9 kardeşi, 6 çocuğu, 3 torunu ve 46 yeğeni olmalıydı. Dolayısıyla, annesiyle babasının artık yaşamıyor olduğunu varsaymak pek de bir işe yaramıyordu. İnsanların destelerce doğup düzinelerce öldüğü bir toprakta büyümüştü. Ve tek isteği, her insanın yalnız başına doğup yalnız başına öldüğü bir toprağa gitmekti. ”


Kaçak göçmen taşımacılığı


“Kaçak göçmen taşımacılığının iki yüzü vardı: İlkinde, mal, yani insan, varacağı noktada alıcıya teslim edilir ve kaçırılma hizmetinin bedelini gittiği ülkede zorunlu biçimde çalışarak ödemeyi sürdürürdü. Diğerindeyse, alıcı malın kendisiydi ve bir defaya mahsus ödediği bedel karşılığında gideceği yere götürülür, sonra da ne hali varsa görürdü! Ancak dünya değişiyor, dolayısıyla ilk uygulama daha çok yaygınlaşıyordu. Yeryüzündeki bölgeler arası gelir dengesi, ayla dünya arasındaki birinde hayat yok – diğerinde var endeksine yaklaşmaya başladığından, kaçak göçmen taşımacılığının bir yüzü, diğerine göre, her gün katlanarak şişmanlıyordu. Bunun bir başka nedeni de, kendisinden çok daha kârlı olan yan ticaretler oluşturabilme potansiyeliydi. Kaçak göçmenin kaçak işçiye dönüştürülerek kaçak mal üretiminde kullanılması, sürdürülebilir ekonomi ve sürdürülebilir kötülük açısından olağanüstü bir avantajdı. Çünkü kötülüğün de sürdürülebilmesi için belli miktarda bir çaba harcamak şarttı. Her şeyi insan doğasından beklememek gerekiyordu! Her neyse...

Kaçak üretim maliyetleri, Çin’den yapılan ithalat masraflarından bile düşüktü. Hatta sırf bu yüzden, Her Şey Dahil turizminde, kârın, gidilen ülkede yapılacak olan alışverişlerden beklenmesi nedeniyle ulaşımın, bazı durumlarda da konaklamanın bile neredeyse bedava olması gibi, yasadışı taşıma hizmetlerinin de sembolik ücretlerle sunulduğu durumlar çoğunlukta olmaya başlamıştı. Kâbil’den Marsilya’ya ya da İslamabad’dan Napoli’ye kalkan bedava işçi servisleri kıtalar arasında mekik dokuyordu! Bu da, bizim depodan geçen profillerin daha da kırık burunlu olması anlamına geliyordu. Gittikleri ülkede özgürlük hayalleri kuranların yerini, bir yılda bir inek parası biriktirip ailelerine gönderebilmek uğruna yıllarca zorunlu olarak çalıştırılmayı göze almış olanlar devralmıştı. Bunların yarısı yolculuklarına bütün bunların farkında olarak çıkıyor, diğer yarısı da, başına geleceklerden habersiz, dünya üzerindeki refahtan payını almaya gittiğini sanıyordu. Kaçak göçmen taşımacılığı, artık gerçek bir köle ticaretine dönüşmüştü. Sektörde kullanılan tekniklere bakıldığında, şiddet bir güneş gibi öne çıkıyordu. Yine de, geçmişte olduğu gibi savaşlar kazanıp köleler edinmek, pazarlar kurup açık artırmalar düzenlemek hayli yorucu ve zaman kaybettirici olduğundan, çağdaş dünya, mucizevi bir araç olan, özgür iradenin yönlendirilmesine yoğunlaşmıştı. Her ne kadar geleneksel şiddet yöntemlerini uygulayan ve çoğunlukla fuhuş sektörüne sermaye sunan yapılar varlıklarını sürdürse de, insan ticaretinin en geçerli aracı, ikna etmekti. Tabii ki bu da şiddetin bir türüydü ama işin sonunda ortalık o kadar da kirlenmiş olmuyordu.”

**

“... birkaç ay önce, iki adım ötemde, bir Lübnanlı başka bir Lübnanlıyı kafasına bir torba geçirip boğmaya kalkmıştı. Sonradan anlaşılmıştı ki ikisi de Beyrut’tan gelmişti. Biri Şii, diğeri Sünni’ydi. Şii olanın mahallesindeki pazarı Sünniler, Sünni olanın sokağındaki camiyi de Şiiler havaya uçurmuştu. En az bir Ulsteer Volunteer Force militanıyla bir IRA militanı kadar yan yana gelmemesi gereken bu deliler, nasıl olduysa gözden kaçmış ve aynı kafileye konmuştu. Tabii ki bütün bunları, Aruz’un telefondaki tercümeleriyle öğrenmiştik. Ayaküstü görülen o tele-mahkeme sonucunda, ikisinin de gidecekleri son noktaya kadar ellerinin bağlı kalmasına karar verilmişti. Her nereye gideceklerse, orada boğazlayabilirlerdi birbirlerini. Zaten onlar hiçbir şey yapmasa bile çocukları gırtlaklaşmaya devam edecekti. Çünkü mezhep savaşları da moda gibiydi. Yirmi yılda bir kendini tekrar ederdi. En azından, Ortadoğu’da. Batı’da insanlar kendilerine yakışanı giymeyi çoktan öğrenmiş olduğundan, artık sadece fosil yakıtlar gibi asil renkler için kan döküyorlardı. Ancak “Avrupa Parlamentosu ve Beyaz Saray’daki halılardan kan lekesi çıkarmak özellikle zordu, bu yüzden de savaşı evlerine sokmuyorlardı. Ama sonuçta onlar da insandı ve bütün insanlar gibi, benzerleriyle savaşmak için can atıyorlardı. Bunun için de birbirlerinin kulaklarına “Çıkışa gel!” diye fısıldıyor ve Batı medeniyeti sınırlarını artlarında bıraktıkları anda, başkalarının evlerinde boğuşmaktan geri durmuyorlardı. Dünyanın politik Greenwich’i olduğuna inandığı için sadece saatlerin değil, mevsimlerin bile kendisine göre ayarlanmasını isteyen ve herkesten de yarattığı bu iklimlere uygun kumaşlara bürünmesini bekleyen İsrail’in durumu tabii ki farklıydı. Çünkü İsrail, simsiyah kumaşlar içinde, kendi sisinden çıkıp etrafa Davut yıldızları fırlatan, nevrotik bir çöl ninjasıydı. Son olarak da Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu. ”


Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir


“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar... Elimizden geleni yapıyorduk... Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya... Sınırdan sınıra ticaret... Duvardan duvara... Tabii dünyanın geri kalanı da boş durmuyor ve bir an önce doğdukları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu. Çaresizliğin bütün çeşitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaşta çaresizlik... Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine getiriyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taşıyorduk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her şeye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuştan!  Ne de olsa şöyle düşünüyorlardı: Eğer savaştan sağ çıkılsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıştı. Cehennemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anlayabiliyordum. Böyle öğrenmişlerdi. Hatta sadece onlar değil, herkes... Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiş olan, varak çerçeveli ve gösterişli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyiler kötülerle ve cennet cehennemle savaşıyordu.”