Showing posts with label nefis. Show all posts
Showing posts with label nefis. Show all posts

Friday, June 4, 2021

Kişi Bilmediğine Düşmandır

  

Bu yazı Alin Özinian'ın Kronos'taki Önyargılarımız ve Profiterolün İncisi yazısından alındı. Başlıktaki söz Bediüzzaman'a ait.


 Annie Spratt on Unsplash

Hemen hemen hepimizin önyargıları, ön koşulları ve tabuları var.

En çok karşılaşan önyargılardan biri ise kişideki “kendinde ön yargı bulunmadığı zannı”.

Her insanın çocukluğu, geçmişi, hayatı, içinde bulunduğu ortam, aldığı eğitim, dünyaya bakışı farklı ve özel; tam da bu yüzden her zihin kendine özel filtreler içeriyor. Bu filitrelere algılıyoruz dünyayı.

Ne yazık ki çoğu insan dünyayı herkesin kendisi gibi algıladığını, olayları kendi filtresinden geçirdiğini zannediyor, başka filitrelerden süzülen algılar, onlara sadece farklı değil bazen de düşmanca geliyor. İletişimsizliğin temel sebebi çoğu zaman bu bakış açısı lakin, “gelişmiş” insan bu filitreleri biliyor. Bu sebeble farklılık ve yenilik onun için korkutucu değil, farklılığı tehdit olarak algılamıyor. Yeniyi tanımaya, anlamaya, denemeye hatta zevk almaya ve sevmeye meyilli.

Bunu yaparken kendinden vazgeçmek zorunda olmadığını da biliyor, kendi özgünlüğünü de koruyor.

Ezelden beri genellemeler ışığında bilinmeyen hakkında fikir yürütmek gibi bir yönelim, bir tarz ve bir gerçek var bu topraklarda. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların ahkam kesmesi artık normal bir durum haline geldi. Biz böyleyiz, diyoruz, geçiyoruz.


Thursday, April 23, 2020

Nefsin Terbiyesi Adına Orucun Kazandırdıkları



Eskilerin ifadesiyle, تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكاَتِ “Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek insanları öldürür, helâk eder.” Biraz da görenek tiryakiliği ile çeşit çeşit yiyip içmeye alışan bir insanın gerektiğinde bunlardan vazgeçmesi zordur. Oysa bir mü’min, nefsini en ağır şartlarda yaşamaya alıştırmalıdır. İşte insanın, oruç vesilesiyle, nefsin alıştığı âdet ve alışkanlıkları terk etmesi ve bir mânâda bağımsız yaşamaya alışması mümkündür. Açlığa ve susuzluğa alışan biri, zorunlu olarak böyle bir şeye maruz kaldığında sabredip dayanmasını da bilir.

**

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade ne bir direnme ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.

İnsanın geçip gittiği yollarda yığın yığın günah vardır ve bunlar birer kobra gibi onu gözetlemektedir. Birinden kurtulması mümkün olsa bile diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli zordur. Polat gibi sağlam bir irade gerektir ki bu yollar aşılabilsin.
İşte bu tehlikeye karşı oruç, bir kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini korur ve ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ البَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ، وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye güç yetirebilen evlensin. Güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Zira oruç, (günahlardan koruyan) bir kalkandır.”

Oruç bir alıştırmadır; kişide cismanî arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan, oruçlu olduğu zamanlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olabildiği gibi, kazandığı dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bunu yapabilir. Zira oruç, sadece midenin aç bırakılması demek değildir. Aksine o, mideyle birlikte bütün duygulara; göze, kulağa, akla, kalbe, hayale ve sair cihazat-ı insaniyeye de oruç tutturmak, onları günahlardan, mâlâyani şeylerden çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde oruç tutan bir insan helâl yörüngeli bir hayat yaşıyor demektir.

**
Nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yoludur oruç. Zira midenin sürekli dolu olması, vücudun bütün organlarını en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu durum, nefsin arzu ve isteklerinin önünü açar. Bir bakarsınız insan, diline hâkim olup da mahzurlu şeyleri konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bu yüzden prensip kararı almalı; mesela dil, tilavet-i Kur’ân, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edilerek yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkonulmalıdır.

**
Kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek yolu ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamaktır. Oruç, bu fonksiyonu eda etmesi bakımından herkes için şayan-ı tavsiye en önemli reçetedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:

مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ لِلَّهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse bilsin ki onun yeme-içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.''

**

“Her insanın zinadan bir payı vardır ve bundan kurtulması pek zordur. Gözün zinası (harama) bakmak, dilin zinası (haram) konuşmaktır. Nefis buna can atar. Organları ise onun bu isteğini ya kabul eder ya da reddeder.”

Maalesef günümüzde bu tür günahlar çok yaygındır. Hâlbuki günah her yönüyle, her hâliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Günahlara karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düstur ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece günah girdabına kapılmayacak, günah selleriyle sürüklenip yok olmayacaklardır. Fakat İslâm’ın esaslarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu günah sellerine kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir.

**
Bir insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka-basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yiyip içse, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira orucun önemli hedeflerinden biri de şehveti kırmaktır. Hâlbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, onun güçlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan bu mânâda bir fayda görmesi imkânsızdır. Haddizatında insan, normal vakitlerde de yeme-içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az uyuma ve az konuşma değişmeyen İslâmî birer prensiptir.


Binaenaleyh iradenin hakkını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. 

**
Nefsi kontrol altına almanın uygulamalı metodu oruçtur. Bunun içindir ki o, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya ulaştıran yollardan biri sayılmıştır.

**
İnsanı ruhen terakki ettirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esastır. Hatta insanların bu mânâdaki olgunlaşmasında rehberlik rolü ile vazifelendirilen bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.

Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) Tevrat nazil olmaya başladığında o, kırk günlük orucunu tamamlamış bulunuyordu. İncil’in ilk âyetleri Hazreti İsa’ya nazil olduğunda kim bilir bu büyük peygamber kaç gündür oruçluydu. İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberlik verilmeden önceki günlerini hep oruçlu geçirmişti. O, Hira’da itikâfa girmiş gibiydi. Zaten vahiy de bir Ramazan gününde gelmeye başlamıştı. İtikâfın Ramazan ayında olması da nazara alınacak olursa, Efendimiz’in Hira’ya çekilişinin Ramazan ayına denk gelmesi cidden manidardır.

Evet, insanlarda çoğu zaman ruh bedenin, beden de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, bedenlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar.

**
Orucun ruh ve beden sağlığına faydaları hakkında bugüne kadar birçok söz söylenmiş, birçok makale ve kitap yazılmıştır. Az yemenin insan sağlığına faydası öteden beri bilinen ilmî bir gerçektir. Dolayısıyla bedene gerekli kalori ve enerjiyi sağlayacak besinleri almak şartı ile günün belirli öğünlerinde yemek yiyerek vakitsiz atıştırmalardan kaçınmak, mideyi yararlı-yararsız şeylerle tıka-basa doldurmaktan çok uzak durmak gerekir. İşte orucun insan vücuduna sağladığı en önemli faydalardan biri budur. Çünkü oruç tutan bir insan, gün boyu ağzına bir lokma dahi götüremeyeceği gibi iftarda da az bir yemekle yetinir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oruç konusundaki sünneti de bu yöndedir.




Tuesday, May 1, 2018

Sen kendini bir kuru üzüm çubuğu bilmelisin



“Ucub, hastalıklı bir ruh hâletidir ve insanı baş aşağı götüren, amellerini yiyip tüketen bir virüstür. İnsan böyle bir hastalığa düçar olur ise, yaptığı güzel şeylerde kendisine düşen bir şey olmadığını düşünmelidir. Mesela ben şöyle düşünmeliyim: Nice akıllı kimseler görüyorum ki, Eflatun kadar zeki, Sokrates kadar sistemci, Bergson kadar iç aydınlığına sahip, Paskal kadar aşk ve vecd insanı.. benim ne liyakatim vardı ki Cenâb-ı Hak onu değil de beni Müslüman kıldı? Evvelde Allah’a ne takdim etmiştim ki karşılığında Cenâb-ı Hak bana iman nimetini verdi? Hiçbir liyakat izhar etmediğim halde Cenâb-ı Hak beni halka bir şey anlatma mevkiine yükseltti. Dereden tepeden söz ederken, halk dinledi ve sonra da bir şeyler oluyor ümidine kapıldılar?!

Bu meseleyi büyük müceddidin şu yaklaşımıyla noktalayalım: Sen kendini bir kuru üzüm çubuğu bilmelisin. Nasıl ki o şerbet tulumbacıkları üzümler, kuru bir üzüm çubuğundan beslenirler ve üzüm çubuğu o üzümlere bakıp da gururlanmaz, bunları ben taktım diyemez. Çünkü kuru bir üzüm çubuğu bu üzüm salkımına medar olamaz. Öyle de hiç ender hiç olan nefsin, kendisine takılan meziyetlerle fahirlenmeye ve kendisini beğenmeye hakkı yoktur. Liyakatim vardı da benimle gösterildi demeye de hakkı yoktur. Belki şöyle demelidir: Çok fazla liyâkatliler vardı. Benim de sadece ihtiyacım vardı. Aczim ve fakrım bir dua halinde Rabbime yükseldi. O, bu dua ve ilticayı aczimin ve fakrımın ifadesi olarak kabul buyurdu da emsâlim içinde liyâkatım olmadığı halde beni de ehl-i secde kıldı, deyip nefsini hor görmeli, gururunu kırmalı ve ucbe düşmemek için elinden geleni yapmalıdır. Evet, her mü’min kendisini böyle bilmelidir.

Kalbî Operasyon



Bazı hak dostları, yukarıdaki hadisi zikrettikten sonra şöyle demişlerdir:

“Açlık ve susuzlukla onun gezdiği yeri daraltın, sıkıştırın!” Bu şu mânâya gelir: Az yiyin, az için, hayrete varın, böylece şeytanın sizin içinizde gezmesini önlemiş olursunuz. İstediği her zaman istediği her şeyi yiyen ve içen kimsenin, şehevât-ı nefsâniyesine düşkün olması gayet normaldir. Böyle bir insanın kafasına şeytan zimam (gem) takar ve ihtimal o kimse bir daha da o zimamdan başını kurtaramaz.

Binaenaleyh insan evvelâ perhizle kendisine hâkim olduğunu göstermeli ve iradesinin hakkını vermelidir.

**




Eğer kendimizi bir kalbî operasyona tâbi tutmak istiyorsak, kâinat kitabını karşımıza alacak ve onu sayfa sayfa okumaya çalışacağız. Bir gün yıldırımı, şimşeği ve yağmuru tahlil edecek ve tahlil ettiğimiz bu sayfa o gün için bize yetecek ve bizi doyuracaktır. Bir gün, bulutların üstüne çıkacak, yıldızlarla münasebete geçecek, onlar arasındaki nizam ve âhengi yakalamaya çalışacak ve bununla kalbimizi doyuracağız. Bir gün, şakır şakır akan ırmakların başına gidecek, başka bir gün öten kuşları ve bülbülleri dinleyecek onlarla doyup tatmin olacağız. Bir gün fikren ceninin safahatını takip edecek, bir gün bir rüşeyme göz ve kulak kesilerek onu takibe koyulacak, bir gün nevbaharda gezerek, baharda yeşilliklere selâm durarak ve çeşitli hâdiseler karşısında onları okumak suretiyle dolup taşacak ve böylece üzerimizde bir bulut mahiyetinde bulunan gafleti bertaraf etmiş olacağız. Yoksa şeytanın, bu şekilde fikrî ve ruhî ameliyeye kendisini tâbi tutmayan kimsenin burnuna bir kanca takması gayet normaldir. Ve böyle bir kimsenin “Ben mescitteyim” demesi de bir şey ifade etmeyecektir.




Monday, July 4, 2016

Yol Yorgunluğu


İnsan dünyaya ait istek ve arzularını, –söyleyeceğim yakışıksız bir ifade olsa bile– nefsinin önüne atılan bir kemik veya bir lokma ekmek şeklinde görmeli ve böylece dünyanın cazibedâr güzelliklerine takılıp kalmadan yoluna devam etmesini bilmelidir. Ne var ki, insanoğlu için dünya ve ukbanın kendine has renk ve deseniyle tam olarak duyulup sezilmesi, çok ciddi bir mârifet duygusuna bağlıdır. İmanını mârifetle bezeyemeyen bir insan, Müslüman da olsa, ebediyeti kazandıracak yolun zorluklarındaki güzellikleri duyamaz ve dolayısıyla yürüdüğü yolda yol yorgunluğundan kurtulamaz.

Monday, March 21, 2016

Metodumuz

Burada öncelikle belirtmek istediğimiz husus, meselelerimizin hallinde kendi kaynaklarımıza başvurma gereğidir. İslam, içtimaî hayatın her sayfasına, hatta her satır, her kelime ve noktasına kendine has çözüm ve metot verecek bir istiklaliyet ve zenginliğe sahiptir. Her çeşit problemini çözmede kendi kaynakları yeterlidir. Çünkü yüce dinimiz, mensuplarına kuru bir kültür veya sırf bir tefekkür veya salt bir ubudiyet ve züht hayatı teklif eden bir din değildir. Bir kısım kasıtlı iddiaların aksine o, müstakil bir medeniyet dinidir. Medenî hayatın gerektirdiği her şey onda vardır ve hepsi de kendine hastır: Hukuk, ahlâk, iktisat, bütün dallarıyla sanat, edebiyat, inanç, ibadet, tasavvuf, felsefe, talim-terbiye, kılık-kıyafet, takvim vs. günlük medenî hayatta ihtiyaç duyulan, akla gelen her şey İslam’da vardır. Hepsi de ilahî vahye dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), hicretle Medine’yi şereflendirdiği zaman ortaya koyduğu ilk İslam Anayasası’nın ikinci maddesinde müstakilliğimizi:

“Müslümanlar müstakil bir ümmettir!” diye ilan etmiştir. Öyleyse Müslümanlar, problemlerini kendi kaynaklarından hareketle çözmek zorundadırlar, ithal reçetelerle dertlerine deva bulamazlar.

**
Islah işlerine kendimizden başlayacağız, başkasını suçlamak faydasızdır. Bazı kaynaklarımızda yer eden şu rivayet, bu sadette cidden mânidardır:

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Ben Allah’ım! Meliklerin melikiyim. Meliklerin kalpleri ve dizginleri benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı müşfik kılarım. Eğer bana asi olurlarsa, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve ceza verici kılarım. Onlar da bunlara çok kötü muamelede bulunurlar. Durum böyle olunca, meliklere sebbetmekle meşgul olmayın, aksine kendinizi zikir ve tazarru ile meşgul edin. Meliklerinizin hakkından size bedel ben gelirim.”


Saturday, March 19, 2016

Firarperest


Kemirir ruhumuzu hırslarımız, kariyer, şöhret veya para pul telaşımız. Bir fare gibi sessiz, derinden ve sinsice. Ufak ufak ısırıklarla kemirir içimizi rekabet duygusu. İktidar iptilası yer bitirir insanı. Bir koltuğa sevdalanmak tüketir adamı. Tuzaklarla doludur bu hayat. Nefsimizin tuzaklarıyla. Düşer düşer çıkarız. Dizlerimiz yara bere içinde. Şair bile olsan bu böyle. Önemli olan nefsin çukurlarına düşmemek değil, düşünce çıkabilmeyi becermektir.

**

Bir tartışmadır gidiyor gırla. Çetin, kutuplaşmacı, kırıcı sözler telaffuz ediliyor ortada, siyaset ve medya meydanlarında. Her kırılan daha çok kırıyor karşıdakini. Hırpalıyoruz kendimizi, birbirimizi milletçe, memleketçe. Birbirimizden "öteki"ler yaratıyoruz. Anlamadan dışlıyor, görmeden kapatıyor, tanımadan etmeden sevmediğimize kanaat getiriyoruz. Ha bire farklılıklarımıza yoğunlaşıyoruz, zerre kadar ortak noktamız yokmuş gibi davranarak. Birbirimizi "bizden olanlar" ve "bizden olmayanlar" diye ikiye ayırıyoruz. Arada kalanlara ya da herhangi bir kutba ait olmayı reddedenlere şüpheyle yaklaşıyoruz. Arafta kalanları anlayamıyor, öteliyoruz.

**

Eli kalem tutanlardan olmaya niyet ettim vakti zamanında. Niyet demek, "vardık" demek değil asla. Bir şey "olduk" yahut bir paye "edindik" veya yaptık-ettik-başardık demek değil kat'a. Türkçenin belki de en güzel kelimelerinden biridir "niyet etmek. Kolay kolay başka dillere çeviremezsin. Oruç tutan insan mesela, "oruçluyum" demez, "niyetliyim" der. Sen niyet edersin samimiyetle; yürürsün kendi yolunda, elinden geldiğince. "Öğrenenler"den olmak istersin, "bilenler"den değil. Niyetin sana rehberlik eder. Adım adım, aşama aşama...

**
On bir yaşında gittiğim İspanya'da seneler boyu kadınların kamusal alandaki etkinliğini görmek bende derin izler bıraktı. En az bunun kadar bana hayret veren bir başka şey daha vardı: Engellilerin gündelik hayata yoğun katılımı. Madrid'de sokaklarda, mağazalarda, sinemalarda, lokantalarda ve işyerlerinde ne kadar çok engelli insanın olduğunu gördüm. Sadece fiziksel engelliler değil, aynı zamanda zihinsel engelliler de dışarıda, hayatın içindeydi. "Görünmez" değillerdi. Kimse "utanmıyor", "saklamıyor", "yok saymıyordu.

Belki farkında değiliz ama bu kadar çok zihinsel ve fiziksel engelli insanı hayatın her aşamasında, şehrin her noktasında görmeye alışkın değil bizim gözlerimiz. Bu bizim kendi ayıbımız. Kendi kusurumuz. Engelli insanların hayata dört dörtlük katılmalarının önünde doğuştan ya da sonradan bir "mâni" varsa şayet, bizim önümüzde de daha büyük bir "zihinsel mâni" var aşmamız gereken.

**
Erkek genellikle güneş gibidir. Ya batar ya çıkar. İktidar peşinde, ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır. Net, berrak, sade ve yalın. Kadın ise ayın halleri gibidir. Parlarken bile bir yanı karanlıkta kalır. En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında... Kadın muammadır.

**
Kadınları sevmeyen kadınlık hallerinin ilk ipuçları aslında çocuklukta yatar. Biyolojik sebeplerden ya da genlerden ötürü değil, yetiştirilme ve sosyalleşme biçimlerimizden ötürü. Hani hep prenses olmak üzere yetiştiriliyoruz ya, her masalın da malum on değil, yüz değil, bir tek prensesi vardır. Kız çocukları masallardan sadece "güzel" ve "prenses" olmaları gerektiğini değil, rekabeti de öğrenir. Külkedisi ve ablaları, Pamuk Prenses ve üvey annesi... Kadınlar masallarda hep hemcinsleriyle uğraşır.


Friday, March 11, 2016

Nefsin Ölümü


İnsanda ölen nefistir; Kur’ân-ı Kerim, ruhun değil, nefsin ölümü tadacağını beyan buyurur. Nefsin ölümüyle birlikte vücudun kabre girmesinin ardından, hattâ vücut kabirde çürüdükten sonra ölenlerin ruhlarıyla görüşenler pek çoktur. Avam halktan da hemen herkes, ölenleri rüyalarında görür. Ölüden geriye bâkî bir şey kalmamış olsa ne sözkonusu görüşmeler olur, ne de rüyada ölüler görmek mümkün olur.

Evet, ölümlerinden sonra –bazıları için bir aldanmadan ve şeytanın oyunundan ibaret ruh çağırmaları hariç– kendileriyle şu veya bu şekilde temas edilen pek çok insan vardır. Manen ve ruhen çok tekâmül etmemiş avam, bu teması rüyada yapar. Ölümünden sonra rüya yoluyla olsun kendisiyle temas kurulmamış kimse yoktur denebilir. Rüyanın, Freud psikoloji ekolünün iddia ettiği gibi, sadece yaşanmış hadiselerin, tecrübelerin, arzu ve isteklerin yansımasından ibaret bulunmadığına en açık delil, hiç düşünülmediği ve haberimiz olmadığı halde gelecekle, gelecek hadiselerle alâkalı görülen, çok açık müjde ve ikaz ifade eden sâdık rüyalardır. Dolayısıyla, ölen insanların rüyada görülmesi, çok zaman onlarla bir nevî temas ifade eder. Bu rüyalarda onlardan bazılarının öldüklerinden haberdar olduğunu görürüz; bazıları, durumlarından haber verir; bazıları, ölmediklerini söyler. Hattâ, bazıları, dünyada bıraktıkları kişiler veya tamamlayamadıkları işler, üzerlerinde bulunan bazılarına ait haklar konusunda bilgi verir ve talepte bulunurlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, cesetleri toprağa karışmış insanlarla temas, onların ruhlarıyla, yani asıl duyan, gören, hisseden, düşünen… ruhlarıyla, insan varlığının asıl özüyle temastır. Yine bu göstermektedir ki, insanın ölümünden sonra ruh katiyen bâkîdir. Melekût ve ruhlar âleminde bulunan vefat etmiş insanların ruhları bizimle münasebettardır. Onlara gönderdiğimiz dua, Kur’ân tilâveti, sadaka gibi manevî hediyelerimiz onla-ra gider, onların nûranî feyizleri de bize gelir.

Thursday, January 21, 2016

Arzu-Heves-Fikir


Bazan arzu ve heves, fikir suretini giyer. Muhteris insan, nefsanî arzusunu fikir zanneder.

İnsan, çok defa arzularına, heveslerine fikir sureti giydirir; onları sanki birer fikirmiş gibi takdim eder. Özellikle hırslı ise, bu takdirde nefsanî arzularını ve heveslerini fikir zanneder veya onlara fikir elbisesi giydirir; hırslarını tatmin adına onları fikir olarak sunar.”


Thursday, October 29, 2015

Nefs-i Emmare – Nefs-i Levvame

Nefs-i emmare mertebesinde bir mü’min, çok defa işlediği günahların ya farkında değildir ya da hayatını hesapsız yaşamaktadır. Hatta namazında, niyazında, evrâd u ezkârında olsa da, henüz kendi kendini kontrol etme ve iç murâkabe düşüncesi gelişmediği için, ne tam taatin şuurunda ne de mâsiyetin idrakindedir. Böyle birinin, her zaman elinden tutulmaya, havf u recâ dengesine uyarılmaya, mârifet, muhabbet ve mehâfet hisleri açısından derinleştirilmeye ihtiyacı vardır. Sâlikin, bu ilk mertebede nasihat dinlemesi, kusurlarını hafızasına nakşedip sık sık kendini sorgulaması, ibadet ü taatte kararlı davranıp günahlara karşı da dişini sıkarak dayanması “cihad-ı ekber”in mebdei sayılır. Böyle bir mebde yolcusu mübtedî sâlikin, mücâhedesini devam ettirdiği ölçüde, duygu ve düşüncelerinde bazı farklılaşmalar hissedilmeye başlar; bunların başında da, yaptığı en güzel amelleri dahi yeterli bulmama ve olumsuz davranışlarının en küçüğünü bile ciddî ciddî sorgulama hususları gelir ki; işte bu mertebe “nefs-i levvame” mertebesidir.

Nefs-i levvame mertebesindeki bir sâlik, limandan açılmış, rıhtımdan fırlamış ve O’na doğru yürümeye –bu yürüme kalbîdir ve tamamen sâlike ait bir keyfiyet sayılır– başlamıştır ama; o, yine de yer yer sapmalar yaşar.. kaymalara maruz kalır.. bazen hatalar gelir sevapların çehresini karartır ve hayatında güzellikleri çirkinlikler takip eder.. sık sık sürçer ve düşer; sonra da her defasında nedametle toparlanır.. istiğfarla hem günahlarından arınır hem de şer temayüllerinin kökünü kesmeye çalışır ve ümitle yoluna devam eder. Sadece bunları yapmakla da kalmaz; sürekli nefsini kınar.. vicdan azabıyla kıvranır.. zaman gelir iç ızdıraplarını gizli iniltilerle seslendirir ve zaman gelir halvet koylarına koşar, duygularını gözyaşlarıyla münacatlaştırır ve hep inler durur. Nefs-i levvame erbabı berzah yolcusu sayılır ve kalb ibreleri mihrab-ı tâmmı tespit heyecanıyla tir tir titrer, fikirleri âfâk ve enfüs arası gel-gitler yaşar, dilleri de ya “Lâ ilâhe illallah” der, “Lâ maksûde illallah” mülâhazasıyla O’na teveccüh ve iştiyakını ortaya koyar veya doğrudan doğruya O’nun “Maksud-u bi’l-hak” ve “Mâbud-u bi’l-istihkak” olduğunu mırıldanır durur.

Sunday, October 25, 2015

Kusurunu Bilmek

Şeytanın mühim bir hilesi insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Böylece istiğfar ve Allah'a sığınma yolunu kapatır. Hem nefsin gururunu tahrik eder ki, kendini avukat gibi savunsun, âdeta kusurlardan uzak görsün.

**
Nefsini itham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, bağışlanma diler. Bağışlanma dileyen Allah'a sığınır. Allah'a sığınan da şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. İnsan kusurunu görürse o,  kusur olmaktan çıkar; itiraf ederse affa hak kazanır.

Friday, April 10, 2015

Arzu ve Heves

Bazan arzu ve heves, fikir suretini giyer. Muhteris insan, nefsanî arzusunu fikir zanneder.

İnsan, çok defa arzularına, heveslerine fikir sureti giydirir; onları sanki birer fikirmiş gibi takdim eder. Özellikle hırslı ise, bu takdirde nefsanî arzularını ve heveslerini fikir zanneder veya onlara fikir elbisesi giydirir; hırslarını tatmin adına onları fikir olarak sunar.