Showing posts with label Selçuklular. Show all posts
Showing posts with label Selçuklular. Show all posts

Saturday, November 25, 2017

Türkçe Yazılı Eser Eksikliği



Köprülü’nün temel kaygısı, Selçuklular döneminde Türklerin yüksek kültürden nasipsiz, bir edebiyat oluşturamamış, ümmi, “cahil”, “göçebe” vb. bir topluluk olduğuna ilişkin yaygın kanıyı gidermektir. Buyurun, mesnevi yazmışlar, divan yazmışlar, demek ki “kültürlü” idiler! Köprülü’nün çeşitli alanlardaki çalışmalarının hemen hepsinde bu temel kaygı kendini hissettirir. Amaç, Türklerin Anadolu’ya özgün bir “milli” kültür getirdiklerini kanıtlamaktır. Bu çaba, yeni cumhuriyetin Emperyal Osmanlı mirasının altında ve ardında milli bir altyapı (substratum) keşfetme arzusuyla uyum içindedir.

Oysa en basit mantıkla görülebilir ki Türklerin Türkçe yazı yazmamış olması yazıyla ilgilenmediklerini, "cahil" vb. olduklarını göstermez. Sadece Türkçe yazmadıklarını gösterir. 11. ila 13. yy’lar, Türk egemenliği altındaki coğrafyada Acem edebiyatının şaşaalı bir Rönesansına tanıklık etmiştir. Üç yüz yıllık bir aradan sonra Yeni Farsça’nın muazzam bir edebi enstrüman olarak yeniden doğuşunu haber veren Firdevsi’nin Şehname’si Türk hakanı Gazneli Mahmud’a ithaf edilmiştir. Sa’di, Attar, Enveri, Genceli Nizami, Ömer Hayyam, Celaleddin Rumi Selçuklu hükümdarları altında ve onlarla dostluk, patronaj, ittifak, kavga vb. ilişkileri içinde yaşamışlardır. Klasik Arap ilim ve edebiyatının parlak eserlerinden birkaçı yine aynı dönemde, Türk siyasi egemenliği altında üretilmiştir: bkz. Gazali, Nasırüddin Tusi vb. Dönemin mimarisinden ve plastik sanatlarından arta kalan örnekler da, ‘ilkel’ ya da ‘göçebe’ sayılacak bir kültüre işaret etmez.


Etnik kökeni Türk olan kişilerin bu kültürel faaliyetten ne kadar pay aldıkları konusunda net bir fikir sahibi değiliz, çünkü dönemin yazarları genellikle etnik kökene ilişkin bilgi vermezler. Ancak, Gazne’de, Semerkand’da, Rey’de, Tebriz’de, Musul’da, Kahire’de, Konya’da, Sivas’ta, Türk egemenlerinin dünya çapında edebi eserler ısmarladıklarını ve en azından bunları okuyacak kadar okuryazar olmaları gerektiğini söyleyebiliriz.


Sevan Nişanyan

Saturday, November 18, 2017

İslam Alemi ve İngiliz Misyonerler



“Siz Türkler Avrupa’yı yeni görmeye ve tanımaya başladınız. Avrupa’nın iki penceresi vardır: Birincisi ve pek büyük olanı, sefahet, sefalet ve israf penceresidir. Sakın Avrupa’ya bu pencereden bakmayın. Pişman ve perişan olursunuz. Diğer pencere ise, ilim, ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir. Ancak, bu pencere çok küçüktür. Onu bulmak için iyice aramak gerekir. Bu pencereyi bulmaya ve Avrupa’ya buradan bakmaya çalışınız. Avrupa zihniyetini iyi tanırsanız mutlu olursunuz. Avrupa’nın huylarını ve âdetlerini incelemeden, tetkik etmeden kabul ederseniz yanarsınız. Çünkü sizi ahlaksızlaştırır. Ahlakı bozulmuş bir milletin ise geleceği yoktur. Avrupa adetlerinin iyi taraflarını, size faydalı kısımlarını; adetlerinizi ve ırkınızın yapısını bozmaması şartıyla kopya ediniz ki Avrupalılarla uyuşasınız. İç işlerinizin idaresi ve hareket tarzınıza gelince: İftihar ettiğiniz, övündüğünüz tarihiniz sizin ne şekilde yolsuz hareketlere kalkıştığınızı, karanlık yollara saptığınızı gösteriyor.

1734 senesinden bu yana bütün gerileme belirtileri görülmeye başladı. Asıl Türkler pek namuslu bir millettirler. Bilhassa zanaatla, sanatsal mesleklerle meşgul olanlar, pek olgun ve haysiyet sahibi insanlardır. İmrenilecek bir bağlılık ile itaat, samimiyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan ayrılırlar. Fakat sizler yani Kayı Hanı ve Selçuk Türklerinin arta kalanlarıyla Rumdan dönme yeniçerilerin birleşmesinden meydana gelen muhtelif Türkler, Türklüğe has her türlü ahlakî faziletleri tabiaten terke –suçu kimseye atmayınız- ve kendi kendinizin sonunu getirmeye, niyet etmişsiniz gibi geliyor. Daima “Hâkimiyet Galip Olanındır!” düsturuna uyuyorsunuz. Hakkı aramazsınız. Bilhassa her şeye esas olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz. Doğru dürüst imlanız yoktur. Daha doğrusu yazılan kelimatı sesli okutacak bir alfabeniz yoktur (Sokra) yazarsınız (sonra) okursunuz; (üstübec) dersiniz (istifindac) yazarsınız; (Baka) yazarsınız, (bana) okursunuz; Bu nasıl şeydir? Gerçi bizim lisanımızda da bu gibi bazı uygunsuzluklar vardır. Fakat sizinkine nisbetle azdır. Aydınlarınızın yazdıkları eserler anlaşılır değildir ve belirsizlik taşımaktadır. Arapça, Farsça bilmeyenler yazılmış kitaplarınızdan hiçbirini anlayamazlar. Osmanlı Türkçesi’nin en belagatlısı İstanbul lisanıdır diyorlar; İstanbul’da okuma yazma bildiği ve kendi dili olan Türkçe’yi pek güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğru dürüst okuyamayanlar ve manasını anlayamayanlar pek çoktur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırklardan olan halkınıza Türkçeyi bir türlü öğretemiyorsunuz; hâlbuki milletin çoğunluğunu köylüler teşkil ediyorlar. İlkokul eğitimine hiç önem vermiyorsunuz; iyi biliniz ki ilk temel bilgiler, ilkokuldan alınır. Yüksekokulların önemi ise ikinci derecede kalır. İşte bu sebepten dolayı Türkiye’de ilerleme olamıyor. Türkiye gelişime doğru bir adım atamıyor. Hatta Doğu Türkleri: “Osmanlı Türkleri Türkçe bilmezler” diyorlar.

Osmanlı Devleti’nin resmî dini İslam ve resmî dili Türkçe olduğu hiç bir vakit gözden uzak tutulmamalıydı ve aşamalı olarak okullarda doğal örgütlenme yoluyla İslam şeriatı gibi öğretilmeliydi. Ancak bunu yapmadınız ve hala da yapamıyorsunuz. Camilerle mescitler ve Hac ibadeti vesilesiyle Mekke ve Medine’de bir araya gelme güzel bir vasıtadır ama değerini bilmiyorsunuz. Peygamberinizin gayet zeki bir diplomat olduğu size bildirildiği emirlerle sabittir, üzülerek belirteyim ki anlamıyorsunuz. Giyim tarzınızı da bir türlü düzenleyemediniz. Türkiye büyük birkaç inkılâp görmelidir. İnkılâplar öncelikle eğitsel sonra ahlakî ve dinî en sonra da idarî olmalıdır. Bu sıra bozulursa düzen ve ilerleme sağlanamaz. Karga sürüsü gibi düzensiz gidiş yakanızı bırakmaz. Rahat olamazsınız, merhum Sultan Mahmud bunca arzularına rağmen gölgelikli şapkayı kabul ettiremedi. Bu bir cahilane bir tutuculuktur. Bütün vücudunuzu Avrupalı şeklinde örtüyorsunuz da şapkanızı benzetmekten çekiniyorsunuz. Gölgelikli şapkaları Avrupalılar Araplardan aldılar ki başa ve göze pek faydalıdır. Avrupa elbisesi ise zararlıdır. Sizin şalvarlarınız bizim pantolonlardan daha çok sağlıklıdır. Sağlığa zararlı olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz; sağlığa faydalı olanları reddediyorsunuz. Bu ne haldir? Ülkeniz bir harabeye dönmüştür; arazisi bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok, hiçbir şey yoktur. Doğu illerinizde halk köstebek gibi yeraltında yaşıyor. Onları bile yeryüzüne çıkarıp bir insan gibi yaşatamadınız. Gidip de oralarda insanların hayvanlarla yeraltında ve bir ahırda beraberce nasıl yaşadıklarını görmek gerekir. Her şeyden mahrum çaresiz adamlara merhamet etmediniz. Anayasanızda bir kanun var ki o da “Millette kabiliyet olmazsa hükümet o milletin önüne düşer ve ona ne yapacağını öğretir” der. Bunu ne vakit yaptınız? Selçuklu Türkleri sizden daha medeniydiler. Onların bıraktıkları medeniyet eserlerini kökten yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya’da görülen Selçukî medeniyeti harabeleri insanları derinden etkiliyor. Siz Sebatay’ı, Cengiz, Hülagu ve Timurlenk’i taklit ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam edecektir? Hâlbuki halis Türk milleti buna mânidir.

**
“... misyonerler bu anlattığım şekilde yetiştiriliyor. Hindistan’da, Çin’de, Belucistan’da, hatta o çetin Afganistan’da, Afrika, Amerika, Avustralya’da ve bu ülkelerin en ücra köşelerinde, adalarda kısacası dünyanın her yerinde, bizim gibi yetiştirilmiş, oraların inançlarını, örf ve adetlerini, kurallarını görüp, öğrenmiş hatta uzmanlaşmış şahıslar var. Bunların bir araya gelmesiyle Misyon Cemiyeti oluşuyor. Misyon Cemiyeti’nin görevi dışarıdan, Protestanlığı yaymakmış gibi görünür. Ancak, asıl gizli görevi, İngiliz siyasetini ve çıkarlarını korumak için araştırmalarda bulunmak ve İngiliz propagandası yapmaktır.

Mustafa Efendi, şunu çok iyi bilmelisin ki, ne bir insan ne de bir iktidar, durumunu, gücünü bilmediği bir bölgede; ahlakını, adet ve geleneklerini bilmediği bir kavim veya kabile arasında uzun süre kalamaz. Körü körüne istila edilen yerde fazla kalınamadığına dair, tarihte pek çok örnek vardır. İngiltere, hâkimiyeti altındaki bölgeleri çok iyi bildiği gibi, istila etmeyi düşündüğü bölgeler hakkında da önceden epeyce bilgi toplar, daha sonra, siyasî vasıtalarla alt yapıyı hazırlar. Sonra, bir gün aniden o bölgeyi istila eder. İstila ettiği bölgeye girdiği zaman, yabancı bir ülkenin toprağına değil de, sanki kendi ülkesinin arazisine giriyormuş gibi girer. Sizin, Hazreti Muhammed’in de, kendi dönemindeki civar kabile ve iktidarlar hakkında enine boyuna bilgi edinmekten geri kalmadığını çok iyi bilmeniz gerekir. Hatırlarsanız, Hudeybiye Barışı’nın devam ettiği on günlük dönemde  Mekke’ye; Bedir Savaşı öncesinde de Şam’a, Huza’a Kabilesine mensup kâşifler göndermişti. Bu şekilde hareket etmek Müslümanlar için çok faydalı sonuçlar getiriyordu, fakat her nedense daha sonraki dönemlerde bu hassasiyet gösterilmedi. 

Ancak, İngilizler faydalı şeyleri hiçbir zaman ihmal etmezler ve ayrım gözetmeksizin, gelmiş geçmiş bütün büyük adamların vasiyetlerini de yerine getirirler. İngilizler soğukkanlı bir millettir. Kendilerinden başkasını beğenmezler. Her işlerini, daha önceden uzun uzadıya planlanmış bir program çerçevesinde yaparlar, başarılı olurlar ya da olamazlar, bu konuda bir şey söyleyemem. Ama şundan emin ol ki, yüz yıl sonra yapılması planlanan bir işin hazırlıkları bugünden tamamlanmıştır.”

 **
“Her sınıfın dereceleri vardır. Bu dereceleri aşamayanlar bir üst sınıfa geçemezler. Misyonerlikte kıdemle beraber hizmetin en iyisi, fedakârlık ve görevde başarılı olmak göz önünde bulundurularak terfiler gerçekleştirilir ve sınıflar da buna göre ayrılır. Misyonerlerin her sınıfının maaşları ve ayrıca da özel ödenekleri vardır. Bankalarda her misyonerin kendi adına havale edilen paraları mevcuttur. İstedikleri kadar alabilirler. Fakat bu parayı amaçları doğrultusunda sarf ederler. Şimdiye kadar bir misyonerin bu paralarla kötü bir işe bulaştığı işitilmemiştir. Vazife uğrunda hayatını kaybeden misyonerlerin ailelerini İngiltere hükümeti ölünceye kadar mesut ve bahtiyar olarak yaşatmaya ve çocuklarını okutup iş ve güç sahibi etmeye mecburdur. Bir misyonerin kendisine verilen görevde amacına ulaşmaktan başka hiçbir düşüncesi yoktur. Misyonerlerin bir kısmı farmasondurlar.”

Tuesday, April 26, 2016

The Persians


The Arabs and, as we will see, Turks owe their prominence on the world stage to Islam. The Persians do not. Persians have a proud and long history of statehood that dates back to the Achaemenid period (559–330 BCE); when Arab conquerors defeated the Sasanid empire (224–651), they were putting an end to some 12 centuries of almost uninterrupted Persian self-rule and political autonomy. Thus, whereas the rise of Islam was an unmitigated success for the Arabs and Turks, it was something of a mixed blessing for the Persians, who gained monotheism and the True Religion, but lost their empire and independence. And although the early Muslims created their state in formerly Byzantine and Sasanid lands, the Sasanids paid the higher price of the two: conquered Byzantine subjects could fl ee to parts of the empire that had not been conquered and any Christian, Greek culture that had been uprooted by the conquests could be replanted in surviving Byzantine lands. The whole of the Sasanid empire, however, was conquered by Muslims, and although some Zoroastrians did flee to India (where they have been known as ‘Parsees’ ever since), Persian culture had nowhere to go but underground. All of this had shortterm, medium-term, and long-term consequences.

In the short term, the Persian people (and landscape) resisted the Arab armies fi ercely, which meant that in some provinces caliphal rule, conversion to Islam, Arab settlement, and Arabization were superficial. In most regions, Persian notables were allowed to retain a measure of power and Persian administrative traditions endured accordingly. Curiously, many Persians viewed the Muslim conquests as a temporary, reversible blip, and for the next two centuries an array of ‘redeemers’ appeared with the declared aim of restoring the pre-Islamic political, social, and religious status quo. Some modern historians and even some observers at the time have (wrongly) viewed various events in Islamic history as examples of Persian-redemption movements, including the Abbasid Revolution, the creation of Baghdad, the rise of the Buyids, Samanids, and Safavids, and the adoption by the Safavid rulers and their subjects of Shiism. Such an interpretation of events is incorrect in each case, but it is accurate in its general awareness of the traumatic impact that the rise of Islam had on many Persians.

In the medium term, rather than attempting to reverse the effects of Islam’s arrival, Persians and Persian culture were Islamicized. This happened most obviously under the Abbasids who, by moving to Iraq, constructed their power-base from the rubble of Sasanid institutions. Not only was political and governmental organization inherited from Persian traditions (as Byzantine ones had been inherited by the Umayyads in Syria), but much of Abbasid civilization – including literature, history, theology, religious sciences, Quranic studies, and even Arabic poetry and linguistics – was created and dominated by people who composed books in Arabic but told bedtime stories in Persian. Persians were very much aware of their cultural dominance and a literary movement arose promoting Persian culture and reminding the Arabs of their indebtedness to it. Even the great Ibn Khaldun (d. 1406), writing in the far west of the Islamic world, included in his Muqaddima (on which, see below p. 105) a section entitled ‘Most of the scholars of Islam have been Persians (‘ajam)’.

In the long term, Islamic culture itself was Persianized, even in the face of viable alternatives. This process began with the rise of semi-independent Persian dynasties in the Abbasid east, where rulers adopted Sasanid titles, traced for their dynasties Sasanid genealogies, and, most importantly, patronized literature in the Persian language. Perhaps the most famous literary work in Persian, the Shahnama (‘Book of Kings’), was composed in Samanid times and dedicated to a Ghaznavid ruler. It recounts in epic form all of Iranian history that is thought to have really mattered, beginning with the creation of the world and, tellingly, ending abruptly with the Muslim defeat of the Sasanid forces at the Battle of al-Qadisiyya (637).

Above all, the spread of Turks, Mongols, and Turco-Mongols to and within Islamic lands led to an effl orescence of Persian literature, even – or especially – outside of Iran. Persian-speaking missionaries played a pivotal role in the spread of Islam to the east, and it is no coincidence that the religious terminology used by Chinese Muslims prefers Persian words such as namaz (‘prayer’) over Arabic synonyms (in this case, salat). Before entering the Islamic world in the late 10th century, the Turkish tribes from whom the Saljuqs and Ottomans are descended were converted to Islam by Persians; religion was thus filtered to them through a Persian sieve. When the Saljuqs created a dynasty in Iran/Iraq, its administrative and literary forms were Persian, and when their relatives moved westwards to conquer Anatolia and create the Ottoman empire, here too Persian was adopted as the language of culture.

The Mongol and Timurid conquests, destructive though they were, also contributed to the success of the Persian language: on the one hand, having no attachment to Arabic as a religious language, the Mongols in Iran (who employed local, Iranian administrators) patronized Persian scholarship even in those fields that hitherto had been reserved for Arabic. On the other hand, the havoc wrought by the conquests forced leading Iranian scholars to seek safety (and patronage) elsewhere, mostly in Muslim India. Under the Delhi and, especially, the Mughal sultans Indo-Islamic literature, the arts (painting, in particular), and imperial administration were Persian in language and form, and some of the fi nest specimens of Persian culture were produced in Mughal lands. Thus, from the 11th to 19th centuries (even later, in some regions) Persian was the leading language of high culture throughout the Islamic world. Even when it was eventually eclipsed, by English and then Urdu and Hindi in India, and by Turkish and Arabic in the post-Ottoman provinces, its impact was still felt on many levels: Urdu literature still follows Persian models, while trendy Westerners read the mystical writings of Rumi (d. 1273), about whom it was said, ‘He has brought a [Holy] Book, though he is not a prophet’. Persian literature also found fans in Goethe (West-Eastern Divan) and Puccini (Turandot), amongst numerous other Western authors.