Showing posts with label namaz. Show all posts
Showing posts with label namaz. Show all posts

Friday, March 27, 2020

Hadislerle İslam Cilt 2: Teravih


Bu rivayetlerden, Rahmet Elçisi"nin, ümmetine zahmet vermemek için teravih namazını düzenli bir şekilde kıldırmadığı, namaza çok düşkün olan ashâbının devamlılığını görünce farz olması endişesiyle onlara bu namazı kıldırmaktan vazgeçtiği, Enes rivayetinde olduğu üzere, onlara kıldırırken kısa tuttuğu, ancak Kadir gecesi olma ihtimalini dikkate alarak 23. 25. ve 27. geceleri süreyi gittikçe artırıp saatler süren uzunlukta namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimizin Ramazan"da nafile olan gece namazını her gece düzenli olarak kıldırmamasının, hatta evlerde kılınmasını tavsiye etmesinin ardında yatan sebep, farz kılınır da, sonra ümmetinin bunu yerine getirmeye gücü yetmez şeklindeki endişesidir.

**


Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da, Peygamberimizin ancak sekiz Ramazan geçirdiğidir. Oruç, hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Aynı senenin Ramazan ayında Bedir Savaşı gerçekleşmiştir. Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında da Mekke"nin fethi vuku bulmuştur. Bu savaşlar esnasında büyük bir ihtimal ile Hz. Peygamber ve ashâbı teravih namazı kılmaya fırsat bulamamıştır. Dolayısıyla teravih namazının oldukça uzun süre sekiz rekât olarak kılınması Allah Resûlü"nün sünneti olup, yirmi rekâta tamamlanması ise sahâbenin uygun gördüğü üzere asırlarca yaşatılan bir Ramazan geleneğidir.
Hz. Peygamber"in pek çok hadisini nakleden tâbiînin büyük hadisçisi İbn Şihâb ez-Zührî"nin dediği gibi, Resûlullah vefat ettiğinde teravih namazının durumu yukarıda anlatıldığı gibiydi. Hz. Ebû Bekir"in hilâfetinde ve Hz. Ömer"in hilâfetinin ilk zamanlarında da böyle devam etti.
İnsanları teravih namazı için tek bir imamın arkasında ilk toplayan Hz. Ömer oldu. II. Halife, hicretin on dördüncü senesinde, bütün bölgelere tebligat göndererek teravih namazı kılmalarını emretti. Erkeklere ayrı, hanımlara ayrı imamlar tayin etti. Hz. Ömer"in ilk defa Medine"de böyle bir kararı nasıl aldığını, Hz. Peygamber döneminde doğduğunu bildiğimiz Abdurrahman b. Abd el-Kârî şöyle anlatır: “Bir Ramazan gecesi Ömer ile birlikte mescide çıktık. Bir de baktık ki, insanların kimisi kendi başına namaz kılıyor, kimisi de başkalarının namazına uyarak kılıyordu. Hz. Ömer, "Dağınık şekilde namaz kılan bu insanları tek bir imamın arkasında toplarsam sanırım daha iyi olacak." dedi. Sonra buna kesin kararını verdi ve (ertesi gece) onları Übey b. Kâ"b"ın imamlığı arkasında topladı (ve böylece teravih namazı cemaatle kılınmağa başlandı). Sonra bir başka gece yine Hz. Ömer ile beraber mescide çıktık. İnsanlar imamlarına uyup namaz kılıyorlardı. Hz. Ömer bu manzarayı görünce: "Ni"meti"l-bid"atü hâzihî! (Teravihin böyle cemaatle kılınması) ne güzel bir yenilik (bid"at) oldu! Fakat şimdi uyuyup, gecenin sonunda kalkıp kılanlarınki, şu anda kılanlarınkinden daha faziletlidir." dedi. Çünkü o (cemaatle kılan) insanlar, bu namazı gecenin evvelinde kılıyorlardı.”
Hz. Ömer, insanların mescitte tek tek veya gruplar hâlinde namaz kıldıklarını görünce, Hz. Peygamber"in Ramazan"da topluca nafile namaz kılmaya devam etmesine engel olan “farz kılınma endişesinin” ortadan kalktığını, şayet onlar dağınık bir şekilde devam ederlerse, zamanla Müslümanların bu mübarek ayın ihyası konusunda gevşeyebileceklerini düşünmüş olmalıdır. Ayrıca o, mescittekileri tek bir cemaat yapmanın, Müslümanların birliği açısından önemli mesajları içerdiğinin bilincindedir ve bu doğrultuda hareket etmeyi daha yararlı bulmuştur.
Rivayetlerde, Hz. Ömer dönemindeki teravih uygulamasının detayları da yer almaktadır. Tâbiînin büyük âlimlerinden Hasan-ı Basrî"den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer, insanları Übey b. Kâ"b"ın arkasında topladı. Übey onlara yirmi gece teravih kıldırır, son on gün mescitten ayrılıp namazını evinde kılardı. Bunun üzerine insanlar da “Übey kaçtı!” derlerdi.
Hz. Ömer döneminde Medine çarşısının sorumlularından biri olan Sâib b. Yezid anlatıyor: “Halife Ömer, Übey b. Kâ"b ve Temîm ed-Dârî"ye Ramazan geceleri cemaate imam olarak on bir rekât namaz kıldırmalarını emretti. İmam namazda âyet sayısı yüzden fazla olan sûrelerden okuyordu, öyle ki uzun süre ayakta durmaya mecalimiz kalmıyor, bastonlara dayanıyorduk. Namazdan ancak şafak yaklaşınca dönüyorduk.” “İmam, Bakara sûresini sekiz rekât teravih namazında okuyordu. Bu sûreyi on iki rekâtta okuduğu vakit, cemaat "(İmam) kısa tuttu." diye düşünüyorlardı.” Bazı rivayetlere göre, Müslümanlar Hz. Ömer"in hilâfeti zamanında Ramazan"da vitir dâhil yirmi üç rekât namaz kılıyorlardı.  Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ve daha sonraları da uygulama bu şekilde devam etmişti.
İmam Tirmizî"nin de tespit ettiği üzere, Ramazan gecelerindeki bu ibadet konusunda âlimler arasında farklı görüşler ve uygulamalar söz konusudur.

Hadislerle İslam Cilt 2: Yatsı Namazı


Yüce dinimizin temel unsurlarından olan günlük beş vakit namazın son halkası, yatsı namazıdır. Akşam namazının vakti çıktıktan sonra yatsı namazının vakti girer ve sabah namazı vaktine kadar devam eder. Yatsı namazı, uyumadan önce günün son demlerinde Rabbin huzuruna durmayı, günü O"na ibadet ile sonlandırmayı ifade eder. Bu sebeple bir günün bitiminde yapılacak en son iş olması ve mümkün olduğunca geç kılınması tavsiye edilmiştir. Bununla ilgili olarak Muâz b. Cebel (ra) bir hatırasını şöyle anlatır: “Yatsı namazı için Resûlullah"ı bekledik. O kadar gecikti ki, artık gelmeyeceğini zannettik. İçimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." dedi. Bir müddet sonra Resûlullah (sav) çıkageldi. Kendisine: "Ey Allah"ın Resûlü! Senin gelmeyeceğini zannettik. Hatta içimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." bile dedi." deyince, Resûlullah şöyle buyurdu: "Bu namazı gece karanlığında kılın (geciktirin)! Bu namaz nedeniyle diğer ümmetlere üstün kılındınız, çünkü sizden önce bunu hiçbir ümmet kılmadı."” 

Bedevîlerin gece karanlığına kadar develeriyle meşgul olmalarından ötürü yatsı namazını “ateme (karanlık)” diye isimlendirmelerine karşı çıkan Yüce Peygamber (sav), bu namaza Allah"ın Kitabı"nda anıldığı üzere “ışâ” yani “ortalık kararınca kılınan namaz” denilmesini istemiştir. Münafık tabiatlı insanlara son derece zor gelen iki namazdan biri yatsı namazı, diğeri de sabah namazıdır. Böyle olunca da bu iki namaza devam etmek, kişinin Allah"a teslimiyetinin ve inancındaki samimiyetin bir göstergesi kabul edilebilir. Hatta yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kişinin, o gecenin tamamını namaz kılarak geçirmiş gibi ecir kazanacağı Peygamberimiz tarafından müjdelenmiştir. Bu kadar önemine ve faziletine rağmen yine de insanların değerlendiremedikleri bu nadide vakitler, Hz. Peygamber tarafından, aslında yerlerde sürünerek de olsa gidilip kaçırılmaması gereken namazlar olarak tanımlanmıştır.

Saturday, February 15, 2020

Hadislerle İslam Cilt 2: Akşam Namazının Vakti

R'cif Camii - Fas

Gün sona yaklaşıp güneş batınca yeni bir namazın vakti de girmiş olur. Mümin, Yüce Rabbimizin akşam namazı çağrısına icabette elini çabuk tutmalıdır. Zira akşam namazının vakti diğer namazlara oranla en kısa olanıdır. Bunun için Sevgili Peygamberimiz (sav), Ümmetim, akşam namazını kılmak için yıldızların (ortaya çıkıp) birbirine karıştığı zamanı beklemedikleri sürece hayırda olmaya devam edecektir.” buyurmak suretiyle, akşam namazını mümkün olduğunca erken kılma hususuna dikkatlerimizi çekmektedir. Sahâbeden Seleme b. Ekvâ" (ra) akşam namazını güneş kaybolur kaybolmaz kıldıklarını söylerken, Râfi" b. Hadîc (ra), “Biz akşam namazını Peygamber ile birlikte kılardık da namazdan çıktıktan sonra birimizin attığı okun düştüğü yeri rahatlıkla görebileceği kadar aydınlık olurdu.” diyerek sahâbenin bu konudaki hassasiyetini ifade etmektedir.

Tuesday, March 19, 2019

Namazın Rükünleri




‘Namaza kalktığın zaman tekbir getir ve namaza başla. Sonra bir miktar Kur’ân oku. Sonra rükûa git ve azaların sükûnet buluncaya, oturaklaşıncaya kadar rükûda kal (başka bir rivayette; ‘mafsalların kendilerini salıp gevşeyinceye kadar‘). Sonra başını rükûdan kaldır ve vücudun dimdik oluncaya kadar secdeye gitme. Sonra secdeye var ve azaların oturaklaşıncaya kadar secdede kal. Sonra secdeden başını kaldır ve vücudun oturma durumunda sükûnet buluncaya kadar otur. Sonra tekrar secdeye git ve azaların sükûnet buluncaya kadar da kalkma... ve bütün namazlarını böyle kıl.’”

Bu ve benzer delillerden hareketle, içlerinde Hanefi mezhebinden İmam Ebû Yusuf’un da olduğu fukahanın pek çoğu, tadil-i erkâna riayeti farz kabul etmişlerdir. Hanefi mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre ise vaciptir. Dolayısıyla namaz eda edilirken, mutlaka tadil-i erkâna riayet edilmelidir. Kanaatimce tadil-i erkâna farz diyenlerin görüşünü amelde esas almak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen müçtehit imamlar kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’ân ve Sünnet’i anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyata muvafık olanla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.

Bu, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usûlüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Bunun için namazda Kur’ân-ı Kerim’i uzunca okuyup kıyamı uzatma, rükû ve secdede uzunca durma gibi hususlar da çok önemlidir. Bir yönüyle esas olan, rükünlerin hakkıyla yerine getirilmesi ve meşakkatlerine katlanılmasıdır. Çünkü bu rükünlere hakkıyla riayet etmek, insana her namazda ayrı ayrı buudlar kazandıracaktır. 


Secde ve Tahiyyat



Muhakkikîn-i ulema, namazın rükünleri arasında yer alan secdeyi, “insanın ulaşabileceği en son zirve” olarak kabul eder ve “Diğer rükünler, secdeye ulaşabilmek için birer basamak hükmündedir.” derler. Evet, insan, abdest ile başlayan huzur-u ilâhiye çıkma ameliyesinde çeşitli safhalardan geçer ve Allah Resûlü’nün ifadesiyle, “Kulun Rabbine en yakın olduğu…” mekâna, yani secde hâline ulaşır. Yalnız burada önemli olan, secdedeki insanın, Rabbi ile olan kalbî münasebeti ve duyduğu, hissettiği şeylerdir. 

Mesela namaz kılan bir mü’min, kıyamda dururken, “Rabbim, şayet Sen teşrî kılmasaydın, Sana karşı nasıl kulluk yapılır ben bilemezdim; Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun!”; rükûda “Bu hâlim benim ubûdiyetimi ifade etmede yeterli mi, değil mi bilemiyorum ama Efendimiz’i örnek alarak yapabildiğim kadar yapmaya çalışıyorum, Sen kabul eyle!” ve secdede; “Eğer muktedir olsaydım Allahım, başımı ayaklarımdan da aşağıya koyardım.” gibi düşüncelerle namazın her bir rüknünü duya duya eda etmelidir.

**


Tahiyyata oturma, kulun, namazda terakki için çabalaması ve bütün gayretini sarfedip sonuçta bitip tükenmesinin ifadesidir. Kul, vücudunda ne kadar enerjisi, dimağında ne kadar duyarlılığı, ruhunda ne kadar heyecanı var ve hisleri ne kadar uyanıksa bütününü Rabbine terakki için kullanacak, sonra da tahiyyata oturacaktır.

Monday, January 14, 2019

Namazı Bekleme



Dikkatli ve hassas bir kul için namazı bekletme söz konusu değildir: her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak “Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin.” komutunu bekler. Zaten abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da farzdan önce kâmet getiren müezzin, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla “Allahu ekber” deyip namaza durur.

Namazı özene bezene kılmak




O, bir iş yaptığı zaman itkan üzere yani hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde sağlam yapardı. Peygamberine ittiba ile mükellef olan bir mü’min, amelini, tenkit getirmeyecek, sorgulanmayacak şekilde yapmalıdır. Amellerin en güzeli namaz ise ve namazdan daha büyük bir şey yoksa, eksik ve hatalı olarak kılacağımız her namaz bizde bir gedik açıyor demektir.

Buna böyle inandıktan sonra namazlarımızı özene-bezene kılmak zorundayız. Belki ilk başlarda biraz tekellüfe girecek, kendinizi zorlayacaksınız. Ne var ki o, zamanla sizin tabiatınızın bir parçası hâline gelecektir. Ümmeti için daima kolay olanı tercih eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek başına namaz kıldığı zaman –İbn Mesud’un ifadeleri içinde– öylesine uzatıyor, öylesine 
d’un ifadeleri içinde– öylesine uzatıyor, öylesine mükemmel yapmaya çalışıyordu ki, diğer insanların bunu yapması epey zordu. Ama insanlara namaz kıldırırken meseleyi daha hafif tutuyordu.

Friday, January 11, 2019

Namaz ve Şükür



“Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih (sübhânallah) bir sadakadır. Her tahmid (elhamdülillah) bir sadakadır, her tehlil (La ilâhe illallah) bir sadakadır, her tekbir (Allahu ekber) bir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf bir sadakadır, nehy-i ani’l-münker bir sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz bütün bu sadakalara muadil gelir.”

İnsan, sabahleyin dinç olduğu ve işinin de yoğun olduğu bir zamanda kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabbinin huzuruna koşmak suretiyle Allah’ın kendisine verdiği mafsalların değerini derinlemesine hisseder. İşte insanın, kuşluk vakti kılacağı bu namaz bütün mafsalların şükrüne mukabil gelebilir. Beş vakit namaz da yine evveliyetle bu şükre karşılık gelebilir.


Namaz ve İnfak


“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara, ‘Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?’ diye sorulur. Onlar şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”(Müddessir Suresi)

Burada dikkat çeken bir husus, infak etmeme ile namazı terk etmenin birlikte zikredilmesidir. Bunun aksi ise namaz kılma ve yoksula infakta bulunmadır. Bu iki husus, Kur’ân-ı Kerim’in çoğu âyetinde birlikte zikredilir. Biri, ferdin şahsî hayatını tanzim ve şahsî miracını temin eder; diğeri ise ruh bütünlüğü ve birliği içinde sağlam ve sıhhatli bir toplumun tesis edilmesini ve hep birlikte terakki etmeyi netice verir. Dolayısıyla bunlar, birbirinden ayrılmaz iki önemli ibadettir.

Namaz Geçiştirilecek Bir Şey Değildir




Evet, namaz, halk tabiriyle, verip veriştirilecek ve geçiştirilecek bir şey değildir. O, kendisine hususi bir vaktin ayrılması ve başlamadan önce de mutlaka konsantre olunması gereken bir ibadettir. Aslında namaz ve namaz öncesi hazırlıklar, bu konsantreyi sağlayabilecek güçtedir ve sıralanmaları itibarıyla namaz vetiresinin enstrümanları gibidirler.

Mesela def-i hâcetle vücuttaki fazlalıklar atılır ve insanda bir rahatlama meydana gelir. Ardından abdestle vücudumuzdaki kinetik enerji dengelenir ve bununla da ayrı bir rahatlama gerçekleşir. Bunu takiben camilerin minarelerinde şehbâl açan ezan-ı Muhammedî bizi ayrı bir teveccühe ve derinliğe çeker. Sonra camiye, âdeta Allah’a vâsıl oluyor gibi huşû içinde yürünür, müezzinin tatlı nağmeleriyle ayrı bir âleme girilir, sünnetler eda edilir ve nihayet müezzinin kâmeti gelir. Evet, bütün bunlar, farzı dolu dolu kılmak için iç derinliğine, Allah’ı duymaya ve O’nu sürekli mülâhazaya almaya hazırlayan birer çağrı ve konsantrasyonun sağlanması için önemli birer unsur gibidirler.

Namazın bu ölçüde derince duyularak kılınması bir hedeftir ve namaz öncesi yapılan bu hazırlıklar, o duyuşu gerçekleştirecek stratejiler olarak da değerlendirilebilir. Kaba bir tabirle, belli gayeleri gerçekleştirme adına ortaya konan politikalar gibi bunlar da, o kâmil namazı tahakkuk ettirmek için kullanılan vesileler olarak görülebilir. Ezan, kâmet, abdest, nafile namazlar ve diğer amellerin hiçbirisi asıl gaye değillerdir. Bütün bunlar, varlığın en kâmili, ahsen-i takvîme mazhar insanın, ibadetinin de kendine yakışır olması için ortaya konmuş vesilelerden ibarettir.

İç ve dış yapısı itibarıyla böyle mükemmel bir varlığı Allah’a yaklaştıracak ve gerçekten insan olmasının ifadesi sayılan namaz mutlaka ciddi bir iç derinliği ile eda edilmelidir. Bunu tam eda edememe endişesi veya gerçekten eda edememenin ızdırabının yaşanması, kul adına önemli bir seviyedir. Burada, gaye-i hayal olan böyle bir namazın “çok az” insana müyesser olduğunu da ifade etmeliyiz. Burada kullanılan “çok az” kelimesi izafîdir. Mesela birisi başını secdeye koyduğunda kaldırmayı düşünmüyor.. bir başkası namaza durunca, kendisini gül bahçesine salmış gibi hissediyor.. bir başkası namazda kendini cennet yamaçlarında sanıyor.. bir diğeri kendini ruhanîlerin önünde görüyor olabilir. Bu, herkesin istidadına göre yakalayabileceği bir ufuktur. Ne var ki biz, niyetlerimizle mükemmelin peşinde olduğumuz müddetçe, hedefe ulaşamasak da niyetlerimizle hedeflediğimiz şeyi her zaman yakalayabiliriz. Unutmayalım ki, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”

Saturday, January 5, 2019

Miraç Enginlikli İbadet Namaz



Namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkarım ki bir gün dinden de geçer.

**

Bir insan namaz kılmıyorsa hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir.


Oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yerine getirmek namaz kılmaya göre daha kolaydır. Namazın kendine göre bir zorluğu vardır. Nitekim sahabe, oruç tutmayana veya hacca gitmeyene değil, namaz kılmayana “münafık” nazarıyla bakardı. Hatta ulema, amelî nifak bahis mevzuu olduğu zaman buna çok defa namazın terk edilmesini misal verir.

**
Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazlarıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi..” buyurmuştur. Nifak, karşı tarafı aldatmadan ibarettir ve yapılan işlerin içten gelmemesinin ifadesidir. Münafık, samimiyetini ortaya koyup sabah ve yatsı namazının zahmetine katlanamaz. Çünkü bu iki vakit, rahat ve rehavet vaktidir. Mü’mine gelince o, “Zahmette rahmet vardır.” anlayışından hareketle –bir kısım fukaha arasında cemaatle eda edilmesi farz mı, vacip mi diye münakaşası yapılan– sabah ve yatsı namazlarına sürünerek bile olsa iştirak eder, imamın arkasında el-pençe divan durur ve böylece Allah’a kulluğunu arz eder.

**
Allah (celle celâluhu), namazı bir miraç, bizleri de o miraç merdivenlerinde yükselen kimseler olarak görmek istiyor. Vefat edip de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşacağımız âna kadar devam edeceğimiz namaz, bizim mânevî terakkimize en önemli bir vesile olacaktır. O makam ve mevkiye yükseldiğimiz anda da, “Allahım! Bunlar beni dünyada zayi etmedi. Sen de bunları zayi etme!” diyecektir. Bunun aksine, abdesti tastamam almamış, namazı erkânıyla kılmamış, sair hayır ve hasenatımızı yapmamış isek onlar bu sefer, “Bizi zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin.” diyeceklerdir.

**
Cenâb-ı Hak, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Mü’minler felah buldular…” buyuruyor. 

Devamında ise, kurtuluşa eren bu mü’minlerin ilk vasfı olarak, namazlarını ciddi bir huşû, kalplerini Allah’a vermişlik içinde, ihsan şuuruyla, görülüyor olma mülâhazasıyla eda etmelerini zikrediyor. Herkes meseleyi bu çerçevede eda edebiliyor mu diye kendi vicdanına bakmalıdır. İnsanın bu seviyeye ulaşabilmesi için öncelikli olarak amellerinin ahirette arz edileceğine inanıyor olması gerekir.

**
... kul, kendisini böyle bir makama taşıyacak olan namazı, bir kısım formalitelerden ibaret görmemeli ve âdeta bir yükü sırtından atıyor havası içinde eda etmemelidir. Aksine çok ciddi bir meseleyi eda etme havası içinde, ezan okunduğu zaman huzur-u ilâhiye gelip el-pençe divan durmalı, huzurda olduğu müddetçe de hiçbir şekilde gaflete dalmamalı ve böylece namazı bir tefekkür ve bir iç heyecanı içinde tamamlamalıdır.
**

Namaz, bir huşû, bir iç saygısı ve bir edeb işidir. Bu mânâ ile eda edildiği müddetçe iç âlemimize daima bir duruluk getirir, fikirlerimize bir istikamet kazandırır. Bu şuur ve anlayış içinde eda edilmeyen namaz, insanın sırtında bir yük ve insan için bir yorgunluktur; kurbete vesile olması bir yana, kulun Allah’tan uzaklaşmasına bile sebep olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): مَنْ لَمْ تَنْهَهُ صَلَاتُهُ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ، لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا “Kimin namazı onu fuhşiyat ve kötülükten men etmezse, o namazın, o insana, kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir katkısı olamaz.”91 buyurmuştur. Haddizatında namaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştırmaz; ama o gafletten sıyrılamadığı, nisyandan kurtulup kendini aşamadığı, dolayısıyla gönlünü sahibine vermesi gerektiği yerde dahi veremediği için, Rabbinden uzaklaşmasına vesile olur. O hâlde kul, namazını eda ederken, âdeta nuranî bir ipe tutunuyor gibi onu eda edecek ve dikkatli davranacak; ayağı sürçüp bir lahza gaflete girse hemen nazarını yüceler yücesi âleme çevirecek, onu seyre dalacak ve böylece kulluk vazifesini eda edecektir.

Thursday, March 31, 2016

Çocuk

“Allah sizleri annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmezler olarak çıkardı. Ancak sizlere işitme, gözler ve kalpler verdi, ola ki şükredersiniz.” (Nahl, 16/78)

İlk kısımda kaydettiğimiz âyet, çocuğun cahil olarak dünyaya geldiğini belirtirken, bu fıtrî cehaleti gidermede ona verilen ilim elde etme yollarına da dikkat çeker:

1- Kulak,
2- Göz,
3- Kalp

İlmi elde etmenin bu üç temel yoluna, aynı sıra ile başka sure ve âyetlerde de temas edilir. Kur’ân bazı kere, bu kelimelerin müteradiflerini (eş manalılarını) kullanır. Ayrıca sağır (summ), kör (umy), dilsiz (bukm, ebkem) kelimeleriyle de aynı mana ifade edilir. (Bakara 2/18) Bu âyetlerde çoğunluk itibariyle önce “kulağın” zikredilmiş olması dikkat çekicidir. Böylece ilahî irşat, bize ima eder ki, çocukta şahsiyetin inşasında ve ilim kazanmada, kulağın rolü, -pratik hayatta “gözü” daha önemli addetsek de- gözden daha öncelikli ve önemlidir. Nitekim, sağır olan aynı zamanda dilsizdir ve hiçbir manaya intikal edememektedir. Hâlbuki işitmesi olanlar, gözleri görmese bile, -pek çok dalda ihtisas dâhil- yüksek tahsil yapabilmektedir. Dikkatimizi çeken başka bir husus, Kur’ân’da, göz kulak gibi duyularla alınan bilgilerin kalpte işlenerek faydalı hale getirildiğine değinilmesidir:

Burada geçen kalp; bir hâldir, maddi değildir, ruhanî ve manevidir. Akıl, ruh, nefis, fuâd gibi başka kelimeler de yer yer, kalp manasında kullanılır.

Kur’ân’da fuâd yani “kalp” kelimesinin -yukarıda görüldüğü ve ayrıca belirtildiği üzere- bilgi kaynaklarını sayan âyetlerde büyük çoğunlukla üçüncü sırada zikredilmesinden hareketle şunu söyleyebiliriz: Çocukta karakter ve şahsiyetin inşasında, kalbin ve aklın rolü sonradan devreye girmektedir. Yani çocuk önce, aile ortamında işitip gördükleriyle kişiliğini bulmaktadır. Zaten aklî meleke, temyiz yaşı da denen 6-7 yaşlarına doğru sonradan inkişaf eden ve büluğla kemâle eren bir hâldir.
**
Aleyhissalatu Vesselam, çocukta dinî vasfın, konuşma yaşından itibaren ebeveynin tesiriyle teşekkül ettiğini belirtir. Batılı bir kısım eğitimciler de, altı yedi yaşlarına geldiğinde, çocukta karakterin tamamen veya dörtte üç nispetinde teşekkül ettiğini iddia etmektedirler. Şu hâlde, hangi kaynak esas alınırsa alınsın ortaya çıkan beşerî bir gerçek var: Çocuk, hayatının ilk yıllarında, yani henüz aklî melekesi devreye girmeden, duydukları ve gördükleriyle, şahsiyetini büyük ölçüde elde etmektedir. Bu durum, çocuğun şahsiyetinin inşasında, anne ve babanın ne derece müessir ve dolayısıyla onun geleceğini ne derece belirlemede ne kadar etkin olduğuna delil olur. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim, çocukların uhrevî saadet veya şekâvetinden anne ve babayı sorumlu kılmaktadır.
**
“… Onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır işitmezler…” (A’râf, 7/179). Kur’ân böylelerini “sağır, dilsiz ve kör” olarak vasıflandırır. (Bakara, 2/18, 171; Enfâl, 8/22)

Bu son âyette, insan şahsiyetindeki olumsuz gelişmeye temas edilirken, dış âlemden bilgi edinme yollarından olan “kulak” kelimesiyle değil de, “kalb”le başlanması da dikkat çekicidir. Bu bize, temyiz yaşından ve hatta temyize götüren konuşma yaşından önce ruhî ve manevi terbiyeye öncelik verilmesi, çocuğun doğumdan itibaren kulaklarıyla işiteceklerine ve gözleriyle göreceklerine ihtimam gösterilmesi gereğini ifade eder. Çünkü âyet böylece, rüşdüne eren kimsenin, kulak ve göz yoluyla dış âlemden elde edeceği ham bilgilerin ilk yaşlarda teşekkül ettirilen kalp tarafından yoğrularak sağlıklı bilgiye dönüştürüleceğini ihsas ve iş’ar etmiş olmaktadır.

**
Çocuğun dinî şahsiyeti, hadiste geçtiği üzere, konuşmaya başladığı andan itibaren teşekkül ettiğine göre, öncelikle ilk yıllar olmak üzere büluğ öncesi eğitim, onu dinî bakımdan yüceltecek veya alçaltacaktır. Ya akledemeyen, anlamayan “kör”, “sağır” kılacak veya âlâ-yı illiyyîne, ahsen-i takvime (yücelerin yücesine) çıkaracaktır. Bu iki mertebe arasındaki müthiş uçurum, Kur’ân’a göre “kulak” ve “göz” yollarıyla elde edilen dışa ait ham bilgileri işleyen kalbe, kalbin bu ham bilgileri yorumlamasına bağlıdır.

**
Farz ve nafile olan bütün dinî değerlerin çocuklara mümkün mertebe erken yaşlarda öğretilmesi ve yaptırılması gerekir. Hz. Peygamber’in; kendi ailesinden bir çocuk konuşmaya başlayınca, itikada giren kısa âyetler ezberlettiği, keza ashabın da çocuklara kısa sureler, kısa dualar ezberlettikleri rivayetlerde gelmiştir. Özellikle farz olan ibadetlerin erken yaşlarda ele alınması çok önemlidir. Farz olan ibadetlerin çocuğa emredilmesinin, bu ibadetlerin farziyet, mecburiyet kazandığı büluğ çağına ertelenmesi yanlıştır. Aleyhissalatu Vesselam’ın, çocuklar yedi yaşına gelince namazın emredilmesi, on yaşına gelince namaz konusunda daha ciddi durulması hususundaki talimatı bilinmektedir (ki, az sonra hadisin metnini vereceğiz). İslam âlimleri “Temyiz yaşında namaz emredildiğine göre, namazın kılınmasında bilinmesi gereken nazarî bilgilerin, namazda okunacak âyetlerin, duaların, zikirlerin önceden öğretilmesi gerekir.” demişlerdir.







Tuesday, December 22, 2015

Huşû

Huşûun, namazın bütün rükünlerine şamil olması gerekir. Bunun için tadil-i erkâna riayet, Şafiî mezhebine göre farz, Hanefi mezhebine göre ise vaciptir. Hatta Hanefi ulemasından bazıları da tadil-i erkânın farz olduğunu söylemişlerdir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, –tâdil-i erkân ister farz, isterse vacip olsun– namazın bütün rükünlerinde, namazın ikâmesinin ruhunda anlatılmak istenen saygı, haşyet ve huşûun hâkim olması önemli bir esastır.



Namaz

“Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler...” beyanı, mahza bedenî bir ibadetin ifadesidir. Beden, pratik hayatta ibadetlerle egzersiz yapa yapa kalb ve ruhun tesirine girecek, derken duygular incelecek ve bu sayede gayba iman daha bir takviye edilmiş olacak; o, namazla belli bir derinliğe ulaşacak; ardından da infakla kalblerden makam, mal ve dünya sevgisi atılarak nazarî iman daha farklı bir derinliğe ulaşacaktır.



Wednesday, December 16, 2015

Amelî İman


Öyleyse o müttakiler,  “Namazlarını tam, dikkatle îfâ ederler.” Zira namaz, gayba imanın nazariyattan çıkıp pratiğe dökülmesi adına en câmi ibadetlerden biridir. Filozof Kant, “Allah nazarî akılla değil, amelî akılla bilinir.” diyerek herhâlde, Allah’ı hakkıyla tanıyabilmek için o imanın gereklerini yerine getirmenin zaruri olduğuna işaret ediyordu. Evet insan, nazarî akılla “inandım” demekle –biz onu mü’min kabul etsek de– kâmil mânâda mü’min sayılmaz. Bu sebeple kişinin hakiki iman sahibi olabilmesi için mutlaka imanını nazarîden pratiğe dönüştürmesi, nazariyi sürekli güçlendirmesi ve aralıksız bir ubûdiyetle onu derinleştirmesi iktiza eder.

İşte bu şekildeki bir donanım ve gayretle iman zamanla o kişinin kalbinde kökleşecek ve –Allah’ın inayetiyle– sarsılmaz bir hâl alacaktır. Ayrıca burada, imanın, amelden başka bir şey olduğunu ve onun amelden bir cüz olmadığını da söylemekte yarar var. Evet, bir şeyi nazarî olarak bilmek ile onu hakkıyla tanıyarak pratik hayata dönüştürmek birbirinden ayrı meselelerdir.

Saturday, September 19, 2015

Tahkik

Bu bâtınî alâkanın zâhirî emaresine gelince o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile tutkusudur.

Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getiremediklerini de ciddî bir nedamet ve telafi duygusuyla kaza eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafilelere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı, her zaman hakkı duyar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyârın gölge etmesi ve gözlerine başka hayalin girmesi asla söz konusu değildir.



Tuesday, December 16, 2014

Sözler


O zararlı böcekler ise dünyevi musibetlerdir; fakat mü'min için gaflet uykusuna dalmaya engel olan tatlı birer ilahi ikaz ve Rahmani iltifat hükmündedir.

***

Her kim fani hayatı esas maksat yaparsa, görünüşte bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Kim de bakî hayata ciddi bir şekilde yönelirse, iki cihan saadetine erişir. Dünya hayatı ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa, onu cennetin bekleme salonu saydığı için hoş görür, tahammül eder, sabir içinde şükreder.

***
Demek ki, tesbih, tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. O yüzden bu üç şey, namazm bütün hareket ve zikirlerinde bulunur. Bu sebeple de namazdan sonra onun mânâsını kuvvetlendirmek için şu mübarek kelimeler, otuz üçer defa tekrar edilir. Namazın
mânâsı, işte şu özlü ifadelerle perçinlenir.

***

Hem o celâl ve izzete uygun bir ceza yeri olacaktır. Çünkü çoğu kez,zalim izzetiyle, mazlum zilletiyle kalıyor, bu dünyadan öyle göçüp gidiyorlar. Demek, hesap büyük bir mahkemeye bırakılıyor, erteleniyor, yoksa görülmeyecek değil.

***
Sen güneşin ışığına gözünü kapayan bir yolcuya benziyorsun. O yolcu, kafasının içindeki hayale bakar da vehmi, bir yıldız böceği gibikafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu aydınlatmak ister.

***
Ecel ve kabir, insanı beklediği gibi, cennet ve cehennem de bekliyor ve onun yolunu gözlüyor.

***
Zerre ile gezegen O Zât'ın emri karşısında eşittir.