Showing posts with label Ali Ünal. Show all posts
Showing posts with label Ali Ünal. Show all posts

Saturday, June 11, 2022

DİN’İN KEMALİ VE İSLÂM’IN KIYAMET’E KADAR GEÇERLİLİĞİ



Daha önce de temas edildiği ve Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ve temsil ettiği İslâm, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin nihaî tecellilerine mazhar olup, bütün İlâhî hakikatleri nihaî sınırları veya sınırsızlıkları içinde bünyesinde taşır. Ayrıca, İlâhî İsimler’in bütün tecellileri ve bütün İlâhî hakikatler, onda tam bir denge halindedir. Bu, şu demektir:

 

İslâm, Kıyamet’e kadar her seviyede herkes için her şartta, her durumda, her zaman ve her mekânda geçerlidir ve İslâm, insanın ferdî ve içtimaî hayatı adına hiçbir şeyi eksik bırakmamış ve onun her meselesine cevap verecek düsturları bünyesine almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kıyamet’e kadar insanlığın fert ve toplumlar planında karşılaşacağı bütün meseleler ve onların cevapları, çözüm yolları, Kur’ân-ı Kerim’de tek tek zikredilmiştir. Hayır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu meselelerden bazılarını açıkça, bazılarını işareten, bazılarını ima yoluyla, bazılarını remzen, bazılarını da başka şekillerde zikrederken, bütün meselelere çözüm olabilecek düsturları vaz’etmiş, bu düsturlara dayalı olarak her meseleye nasıl cevap verileceği konusunda pek çok usule de zemin hazırlamış veya kapı açmıştır. Bu kapıdan giren büyük âlimler, bu zeminde meselâ Fıkıh’ta İçtihad, Kıyas, İcmâ, İstihsan, İstishab, Mesali-i Mürsele gibi prensipler ortaya koymuş, bunların yanısıra, meselâ İslâm Fıkıh geleneğinin son şaheserlerinden olan Mecelle’nin ilk 99 maddesi gibi, ‘kavaid-i külliye’, yani küllî, en kapsamlı kaideler adı altında kaideler vaz’etmişlerdir. Dolayısıyla, düşüncede, inançta, ferdî ve sosyal hayatın bütün şubelerinde İslâm’ın dışarıdan herhangi bir şey ödünç almasına ihtiyacı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” âyetiyle ifade buyurulmaktadır. İslâm’ın haricindeki dinler veya sistemlerle ilgili okumalardan ancak İslâm’ı anlamada faydalanılabilir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, İslâm’a ona ters olarak hariçten her ilave bid’at olarak değerlendirilmiş ve hadis-i şerifte “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” buyurulmuştur. Hz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim’ ve “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” sırrı ile, Şeriat-ı Garrâ’nın kaidelerini ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni îcatlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, eksik ve kusurlu görmek hissini veren bid’atları îcat etmek, dalâlettir, ateştir.”

 

Yalnız burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, bazı yanlış anlamalar ve vaktiyle bazı Müslümanların yanlış takdimleri neticesinde teknoloji veya ilmî keşifler Din’e zıt ve bid’at gibi gösterilmiş ve bundan dolayı İslâm, ilmî gelişmelere karşıymış gibi tenkit ve suçlamalara maruz kalmıştır. Böyle bir iddia da, böyle bir suçlama da, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamak manâsına gelir. Yerinde temas edildiği üzere, kâinat ve insan, Cenab-ı Allah’ın İrade ve Kudret sıfatları’ndan gelen ve Kelâm sıfatı’ndan kaynaklanan Kur’ân’ın bir başka malzemeyle yazılmış iki kitaptır. Dolayısıyla, Allah için olmak kaydıyla onları, yani kâinat ve insan kitaplarını çalışmak da, Kur’ân’ı okuyup incelemek ve anlamaya çalışmak gibi bir ibadettir denebilir. İnsanın yeryüzünde halife kılınmış olması da kâinatı incelemeyi ve tanımayı gerektirir ve bu sahada kendisine verilen kapasite ve ilimden dolayı melekler insanlığın temsilcisi olan Hz. Âdem önünde secdeye çağrılmıştır. Ayrıca, hayat ve kâinat, Cenab-ı Allah’ın Şeriat-ı Tekvîniye denilen kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân, kâinat ve insan kitaplarını okumayı teşvik, hattâ emir buyurur. Bunu İslâm’ın dışında zannetmek cehaletten ibaret olduğu gibi, kâinat ve insan mevzularında yapılan çalışmaları da bid’at telâkki etmek, yine İslâm’ı hem anlamamak, hem de sahasını daraltmak manâsına gelir.

 

Peygamberlik ve Mûcize

  

Eğitim ve uygulama zora dayanmamalıdır; çünkü zora dayanan hiçbir şey, tam tesirli ve devamlı olmaz. Bu sebeple, peygamber olan zât, halk üzerinde her bakımdan tesir sahibi bulunmalı, onların zihinlerini ve kalblerini fethetmelidir. Bu da, öncelikle onun peygamber olarak kabûl edilmesini gerektirir. Her ne kadar peygamber olan zâtın ilmi, ahlâkı, rehberliği peygamber olduğunu gösterse de, halkın çoğunluğu bunu tam göremez; görse de, bu tür sıfatlar daha bazı kişiler de belli derecelerde bulunabildiği için, onlara dayanarak peygamber olan zâtın peygamberliğine hükmedemez. Ayrıca, Din’e ve peygambere inanmak insanın tâbi olduğu imtihanın aslî gereklerinden de olduğu için, Cenab-ı Allah, kullarına olan hususî merhametinden peygamberin peygamberliğine inkârı mümkün olmayan deliller yaratır. İşte bu delillere mûcize diyoruz. Mûcizeler de, Cenab-ı Allah’ın kâinattaki, yaratma ve kâinatın hayatını devam ettirmedeki bizim kanun olarak algıladığımız icraatını, âdetini bizim olağanüstü, beşer için imkânsız olarak niteleyeceğimiz şekilde kırması veya değiştirmesi şeklinde cereyan eder. Meselâ, peygamber olan zât, ölüleri diriltir; asâsını taşa vurduğunda ondan su fışkırır, denize vurduğunda denizde yol açılır. Ateşe atılır, ateş gül bahçesine döner. Bir işaret parmağıyla ayı ikiye böler; parmaklarından beş musluklu çeşme gibi su akıtır. İnsanların evlerinde neler yediğini, neleri depo ettiğini bilir ve söyler. Gelecekte olacak pek çok hadiseleri haber verir. Böylece Cenab-ı Allah (c.c.),hem peygamberlerin peygamberliğini inkârı mümkün olmayacak derecede ortaya koyar; hem de kâinatı yaratanın ve idare edenin Kendisi olduğunu, kâinattaki hadiselerin birbirini tekrarlamasına, ondaki düzen ve intizama bakarak, kanunları Allah’ın icraatına birer unvan, ismî birer gerçek olmaktan çıkarıp, onlara ve kâinatın kendisine, tabiata, maddeye yaratıcılık vererek dalâletlere düşmememiz gerektiğini bize hatırlatır.


Mûcizeler bu gayelere açıkça hizmet ettiği ve bu gerçekleri ortaya koyduğu halde, bazı insanlar yine de inanmamakta diretirler. Diretmelerine güya gerekçe olarak da, mûcize ile büyü arasındaki farkları bildikleri ve apaçık gördükleri halde, mûcizeye “büyü” derler veya başka adlar takarlar. Cenab-ı Allah, mûcizelerle insanları imana zorlamaz. Çünkü iman ve din, bir tekliftir; insanlar imtihandadır. Teklif, sorumluluk ve imtihanın gereği olarak, insanlar inanmaya mecbur edilmez. İnanmaları için aklı ikna edici deliller sergilenir ve onların inanıp inanmamaları, tamamen nefislerine, vicdanlarına ve iradelerine, nefislerine söz geçirip geçirememelerine, hak ve hakikate boyun eğip eğememelerine bırakılır. 




Thursday, March 17, 2016

Din Adına Kalıcı Hizmet

Askerî veya iman, teslimiyet ve aksiyona dayalı bir hareketin devamı ve bekası, onun ilim ve maneviyat temelinde medeniyet oluşturmasıyla mümkündür. Bundandır ki, tarihî bir gerçek olarak, meselâ Moğol istilaları ve İskender’in askerî harekâtı gibi ilim veya maneviyattan yoksun en hızlı ve başarılı askerî hareketler, saman alevi gibi parlayıp sönmüş, çok kısa ömürlü olmuş, istilalar neticesi kurulan dört Moğol devleti, askerî yönden mağlûp ettiği İslâm dünyasının medeniyet havzasında eriyip Müslümanlaşmıştır. Dolayısıyla, Din adına asıl ve kalıcı hizmet ve hakimiyet, ilim, kültür ve maneviyatta, bunlar temelinde bir medeniyet oluşturmada yatar. İşte, Hz. Ali Efendimiz’in (r.a.), Ehl-i Beyt’in bütün ümmetin ‘mevlâ’sı olarak asıl hizmet sahaları ilim ve maneviyat idi; onlar bu sahalarda ümmete rehberlik, Hz. Ali’nin ilk üç halifeler hazretlerine yaptığı gibi, halifelere şeyhülislâmlık, hem onlara, hem bütün ümmete manevî önderlik yapmaktı. Eğer siyaset yanı ağır basan hilâfet Ehl-i Beyt’te kalsa idi, onlar çok daha kalıcı ve aslî olan ilim ve maneviyatta rehberlik vazifelerini hakkıyla yerine getiremezlerdi. İslâm tarihi boyunca pek çok halifeler, pek çok devletler, saltanatlar, hanedanlar geldi geçti. Fakat hem ilmî ve manevî rehberliğiyle Ehl-i Beyt yaşamaya ve vazifesine devam etti; hem de Ehl-i Beyt’in bu aslî fonksiyonu aksamadan ve kesilmeden sürdü. Dolayısıyla onlar, zahirî ve siyasî hilafetin pek çok üstünde manevî bir saltanat kazandılar ve üstad-ı küll (tam ve bütün üstad) hükmüne geçtiler; hattâ manevî saltanatları, Kıyamet’e kadar bâki kaldı.

Kısaca, Peygamber Efendimiz’in ümmetini Kur’ân ve Ehl-i Beyt etrafında toplama arzusu gerçekleştiği gibi, Ehl-i Beyt de İslâm’ı temsil, yani Sünnet’i tatbik ve koruma vazifesiyle birlikte, Ümmet’e mevlâ olma, yani, onlara ilmî ve bilhassa manevî sahalarda rehberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirdiler. Pek çok büyük âlim ve müceddit gibi, bilhassa manevî sahada velîlerin, kutupların, gavsların çok büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt içinden çıktı. Bu gerçeğe işaretle Hz. İmam-ı Ali (r.a.), Ziyaüddin Gümüşhanevî hz. tarafından büyük veliler ve tarikat ulularının dua ve münacaatlarından derlenmiş üç ciltlik Mecmuatü’l-Ahzab’da yer alan Kasîde-i Ercûze’sinde “Her sıkıntı, şiddet ve zorluk zamanında biz Âl-i Beyt’ten bir gavs çıkıp imdat eder.” der.




Mağlubiyetin Getirdiği Mükafat



Umumî gelen musibet çoğunluğun cinayetlerine, hatalarına, günahlarına terettüp eder. Fakat mü’minlere gelen umumî musibet, beraberinde iki de mükâfat getirir. Bunlardan biri, hemen verilen mükâfattır. Eğer mevcut kadrolarla Birinci Dünya Savaşı kazanılsaydı, belki İslâm bütün İslâm dünyasından silinme noktasına gelebilirdi. Çünkü özellikle hakim kadrolarda Din kalblerden ve hayattan büyük ölçüde silinmişti. Neticede Müslümanlar imanlarını da kaybeder, ebedî azaba müstahak hale gelirlerdi. Fakat mağlûbiyetle Cenab-ı Allah (c.c.) Müslümanlar’ı ikaz etmiş, nefis muhasebesine sevketmiş, ayrıca galibiyet halinde çok büyük çoğunluğun imanını ve ebedî hayatını kaybetme tehlikesine mukabil, beş milyon insanımızı şehid olarak alıp ebedî hayatlarını kurtarmıştır. Bu beş milyon insan bile savaş sonrası dönemlere kalsa idi, içlerinden çoğunun imanlarını yine kaybetme tehlikesi vardı. İşte mağlûbiyetle Müslümanlar’ın ikaz edilmesi, İslâm’ın korunmaya alınmış olması ve beş milyon insanın şehadetle velî mertebesine yükselip âhiretlerinin kurtulması, sözkonusu umumî musibetin âcil, yani hemen verilen mükâfatıdır.

Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlûbiyetin ileride verilecek veya basamak basamak verilen ve ileride tamamlanacak olan mükâfatı da şudur: İslâm dünyası, özellikle Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Müslümanlık açısından da artık bir enkaz halindeydi. İslâm’ın ve Müslümanların hali de, geleceği de, düşüncede, itikadda, ibadette, muamelât ve ahlâkta yepyeni ve topyekûn bir dirilişe bağlıydı. Enkaz üzerine yeni bir bina yapılmaz; yeni bir yapı için önce enkazın kal-dırılması gerekir. Osmanlı enkazı Birinci Dünya Savaşı’yla tamamen yıkıldı ve daha sonra özellikle Türkiye’de İslâmî geçmişimizi siyasî, içtimaî ve ekonomik hayattan silme, hattâ İslâm’ı toplum hayatından çıkarma adına yapılanlar, yapanların niyeti ne olursa olsun, bir bakıma sözkonusu enkazın temizlenmesi fonksiyonu gördü. Enkazın temizlenmesiyle de Türkiye, fıkhî ifadesiyle bir arazî-i mevad, yani ölü arazi haline geldi. Arazi-i mevad, kim onun etrafına çit çeker ve ekerse onundur. İşte yirminci asrın ikinci çeyreğinde Türkiye ölü arazisine yepyeni tohumlar ekilmeye başlandı. İnşâ–Allah bu tohumlar bütün dünyayı tutup da yeri ve göğüyle gelecek, İslâm’ın “bembeyaz, nurlu eli”ne teslim olduğunda, Birinci Dünya Savaşı’nda mağlûbiyet olarak gelen umumî musibetin ikinci mükâfatı tamamlanmış olacaktır.


Mü’minlerin Cezaları

Büyük davalar, büyük mahkemelerde görülür. Onların hazırlık safhaları çok zaman alır ve karara bağlanmaları da ciddî yargılamayı gerektirir. Buna karşılık, küçük davalar, basit anlaşmazlıklar, küçük mahkemelerde ve fazla sürmeyen yargılamalar neticesinde karara bağlanır.

Bunun gibi, bazı günahlar vardır ki Allah (c.c.), onların karşılığını Âhiret’e bırakmayarak dünyada verir. Mü’minlerin başlarına gelen bazı felâketler ve musibetler, bu günahların neticesidir. Dolayısıyla, mü’min de olsa insan çok günah işleyen bir varlık olduğu için Cenab-ı Allah, müminleri onlara olan hususî merhametinden dolayı günahları karşılığında dünyada cezalandırır ve bu sebeple mü’minlerin hayatı zor geçer. Onlar, imanları ölçüsünde musibetlere maruz kalırlar. Cenab-ı Allah’a yakınlıkları ölçüsünde davranışlarına daha çok dikkat etmeleri gerektiği için, imanları ve Allah’a yakınlıkları ölçüsünde itaba ve cezaya uğrarlar ve yaptıkları hatalar, işledikleri günahlar, genellikle karşılığını gecikmeden dünyada görür. Mü’minlerin yaptıkları hataların karşılığını dünyada hemen görmelerinin bir diğer sebebi de, İslâm’ı yaşamada ve İslâm’a hizmette hatalar bir nev’i zulüm yerine geçer; dolayısıyla “zulüm devam etmez,” karşılığı hemen verilir ve böylece mü’minler, günahlarından temizlenirler. Küfür ise, şirk gibi en büyük zulüm olmakla birlikte, davranıştan ziyade itikada baktığı için, “Zulüm devam etmez, küfür devam eder.” kaidesinde de ifade olunduğu gibi, karşılığı daha çok Âhiret’e bırakılır.



Sunday, March 13, 2016

Kaynağın Kudsiyeti

Kur’ân ve Hadis, İslâm’ın temelidir. İnsanları genelde harekete sevkeden de, onlardaki Hz. Allah’a, Hz. Peygamber’e ve Kur’ân’a olan iman, bu imanın kalblerde meydana getirdiği sevk ve şevktir. Tarih de, günümüz de açıkça şahittir ki, insan, genellikle ya nefsinin, nefsanî yönünün tesiri altında, ya da Din’in yönlendirmesiyle hareket eder. Terbiye görmemiş ve tezkiyeden geçmemiş nefs-i emmare ile Din, çok defa çatışır. Dolayısıyla, insanlara doğruyu, nasıl davranmaları ve ne yapmaları gerektiğini tebliğ etmenin en iyi ve en tesirli yolu, onlara Din’in kaidelerini, hükümlerini, yani Cenab-ı Allah’ın ve Cenab-ı Peygamber’in buyruklarını, Cenab-ı Allah’ın ve Cenab-ı Peygamber’in buyrukları olarak anlatmaktır. Çünkü insanları en fazla kabule ve itaate sevkeden, kaynaktaki kudsiyettir. Kaynakta, buyrukların sahibinde kudsiyet yoksa, insanlara bir şeyi yapıp yapmamanın onlar için ne kadar iyi ve kötü, hayatları ve sağlıkları için ne kadar gerekli veya gereksiz olduğunu, o şeyi yapıp yapmamadaki hikmetleri delilleriyle anlatmak, zihinlerinde kabûl meydana getirse, aklen onları ikna etse bile, nefislerini itaate, o şeyi yapıp yapmamaya sevketmede yeterli olmaz. Bundandır ki, Kur’ân ve Hadis’in hükümleri, emirleri ve yasakları insanlara bizzat Cenab-ı Allah’ın ve Cenab-ı Peygamber’in buyrukları olarak âyetlerle, hadislerle tebliğ edilmeli, ondan sonra onlardaki hikmetler üzerinde bir takviye olarak durmak gerekirse durulmalıdır.

Friday, March 11, 2016

Risale-i Nur’da Külli Kaideler-Muhtelif

Tüketmek için değil, ilim ve ibadetle terakkî etmek, Cenab-ı Allah’ın ma’rifetine ulaşmak, dünyayı Âhiret’in tarlası yapmak, dünyada Allah’ın nimetlerini tadıp şükretmek ve bu nimetlerin Âhiret’teki ebedî karşılıkları için çalışıp, doymayı Âhiret’e bırakmak için yaratılmıştır. Çünkü insan, ne kadar tüketirse tüketsin kanaat etmedikçe doyması mümkün değildir. Artan maddî tatmin, artan açlığı doğurur ve dolayısıyla maddî tatmin veya madde ile tatmin mümkün değildir.

**
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın her bir harfinin en az on sevabı olmakla beraber, okuma tekrarlandıkça ve mübarek vakitlerde okundukça, ayrıca melekler ve diğer şuur sahibi rûhanîler dinledikçe, her bir harfi öyle bir çekirdek olur ve sevap cihetinden öyle bir manevî sümbül teşekkül eder ki, bu sümbülün, okunma vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin temessül ettiği hava molekülleri sayısı hesabı üzerinden taneleri olur. Böylece her bir Kur’ân harfi, ebedî bir hazinenin anahtarı haline gelir ki, böyle kudsî bir kelâmı kalbde yazmak, yani onun hâfızı olmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu aşikârdır.

**
İnsan, günahları ve hataları samimiyetle yüzüne söylendiğinde bundan memnun oluyor, en azından bir rahatsızlık hissetmiyor ve onlardan dolayı samimî olarak tevbe ve istiğfarda bulunabiliyorsa bu, onun Müslümanlığının ve insanlığının derecesini gösterir. Yok, kusur ve günahından dolayı ikaz edildiğinde Firavun gibi kendisini savunuyor, nefsinin avukatlığını yapıp, mazeret üzerine mazeretle kusur ve günahını te’vile gidiyorsa, böyle bir insanın Müslümanlık ve insanlık adına yürümesi gereken çok yol var demektir.

**
İnsan, acz ve fakrla ma’lûl bir varlıktır; aynı zamanda günaha da girer girer çıkar. Bu sebeple, onun gerçek insanlığı ve Müslümanlığı, acz, fakr ve günahkârlığını idrak ve samimî olarak kendi vicdanında itirafla kusur ve günahlarından dolayı Cenab-ı Allah’tan bağışlanma dileme ve hileleri karşısında şeytandan Allah’a sığınmada yatar.

**
Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama, o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bundan dolayıdır ki, Kur’ân’da ta’lim buyrulduğu üzere, elimize geçene sevinmemeli, elimizden gidene üzülmemeliyiz: “Elinizden çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz.” Öyle ki, elimizden giden bizim için hayır, elimize geçen ise şer olabilir.

**
 Netice olarak, teklif, yani dinî sorumluluk veya Şeriat, bütünüyle insanın hayrı ve saadeti içindir. İnsanın varlığına ekilen zahiren şer çekirdekleri, aslında şer değil, bazı çok önemli hayırlara daha kuvvetli motivasyon ve insanî kemale ulaşma çekirdekleridir. Öyle ki, insan türü, bu terakkî ile melekleri geride bırakır. Çünkü meleklerde şerre meyil, dolayısıyla mücadele ve dolayısıyla terakkî yoktur. Onlar, sadece yapılması gerekenleri yaparlar. Oysa insan, âdeta nihayetsiz terakkî mertebelerinde seyahat edebilecek kapasitededir. Bu kapasitenin işletilmesi de, hayırları işlemekten daha fazla şerlere ve onun varlığındaki şer gibi görünen unsurlara karşı mücadale vermekle mümkündür. Bundan dolayıdır ki, Şeriat’ta haramlardan kaçınma farzları yapmaktan önce gelir. İnsan nev’ini meleklerin üzerinde bir mevkie çıkaran, sözkonusu mücadeledeki başarısıdır. Bundandır ki, yaratılış, şerre kabiliyeti olmayan meleklerle değil, hayra da, şerre de kabiliyeti olan insanla tamamlanmıştır.

**
Yeryüzü, içinde sayısız miktarda ve gözle görülmez küçüklükte, fakat sanat cihetiyle kâinat kadar büyük, ayrıca sayısız çeşitte ve büyüklükte, bütün insanlar bir araya gelseler bir tanesini olsun yapamayacakları fabrikalarla dolu en muhteşem ve milyarlarca yıldır hiç ârıza yapmadan çalışan bir fabrikadır. Nasıl bir fabrika mühendisini gösterir, yeryüzü fabrikası da, insan yapımı en büyük fabrikaya olan büyüklüğü nispetinde çok daha açık olarak Yaratıcı’sını, Usta’sını, Mühendis’ini gösterir ve mühendislik ilmiyle O’nun Ĥaliq, Sâni’, Mukaddir, Adl gibi pek çok ismine işaret eder.

**
Aynı anda yeryüzünde sayısız söz ve görüntü havaya salınır; aynı anda milyonlarca insan, hayvan, bitki ve daha başka şeyler ses çıkarır; aynı anda sayısız görüntü, varlıklardan veya eşyadan havaya karışır. Sözkonusu bütün sesler ve görüntüler hava zerrelerine biner ve mahiyetlerinde ve niteliklerinde en küçük bir değişikliğe maruz kalmadan bu zerreler tarafından taşınır. Her bir ses ve bütün sesler aynı anda sayısız kulağa girer ve sayısız insan veya başka varlıklar tarafından alınır, idrak edilir ve sesin sahibi önceden tanınıyorsa kime ait olduğu bilinir. Bu seslerin hiçbiri hava zerrelerinde birbirine karışmadığı gibi, girdikleri sayısız kulakta ve varlık bünyesinde de birbirine karışmaz. Aynı şekilde, her an atmosfere salınan sayısız görüntü de, yine her an sayısız göz tarafından alınıp, varlıklar tarafından idrak ve teşhis edilir ve bu görüntülerin hiçbiri de birbirine karışmaz.

**
Her bir insanı tüm insanlık türüyle olan ortak özellikleriyle yaratmadaki tecelli de yine Vâhidiyet tecellisidir. Yani, küllî (tümel)lerde ve bütündeki tecellidir Vâhidiyet tecellisi. Buna karşılık, her bir insanda onu diğerlerinden ayıran hususî özellikler, her bir hayvanı yine fert olarak kendi kılan özellikler, her bir otta, her bir çiçekte, her bir meyvede, her bir cisim veya nesnede onu fert kılan özellikler, Cenab-ı Allah’ın Ehadiyet tecellisidir. Bir başka ifadeyle, Ehadiyet tecellisi, kendilerine has özellikleriyle fertleri fert yapan tecellidir. Dolayısıyla her bir ferdî varlık, bir Ehadiyet mührüdür, sikkesidir, tuğrasıdır.

**
İnsan, bencilliğiyle şahsına ait gördüğü ve şahsına malettiği şeyleri paylaşmaya çok yanaşmasa da, bilhassa suçlarını, günahlarını ve hatalarını paylaşmak, paylaştırmak ve böylece hafifletmek ister; vicdanı onu buna zorlar. Meselâ, çalıştığı yerde hırsızlık yapan, kamu veya devlet malından çalan bir insan, birlikte çalıştığı insanların da çalmasını arzu, hattâ, imkân bulsa onları da çalmaya teşvik eder. Çünkü böylece hem suç ve günahına ortak arayarak kendini suçlu görmekten ve başkaları tarafından suçlu görünmekten kurtulmaya, hem de kendini vicdanında aklamaya çalışır. Bu şekilde çalma veya yolsuzluklarla kirlenen insan, yanında temiz ve dürüst insanların bulunmasını, onlarla beraber çalışmayı arzu etmez.

**
Hayatın devamı ihtiyaçlara ve ihtiyaçların giderilmesine bağlıdır. Meselâ, insan ve hayvan, hayatının devam etmesi için solunum, yeme, içme, giyinme ve dinlenme ihtiyacı duyar. Hayatın devamı adına solunum sürekli zarurî olduğu için bu, canlıların iradesine bırakılmamıştır. Dolayısıyla insan da gayr-ı ihtiyarî solunum yapar, yani vücut, otomatik olarak solunum vazifesini yerine getirir. Fakat yeme, içme, giyinme ve dinlenme, iradî faaliyetlerdir. Bundan dolayı da Cenab-ı Allah (c.c.), insana ve hayvana acıkma, susama ve yorulma hislerini vermiştir. Allah, insan ve hayvan hayatının devamı için gerekli olan yeme, içme, giyinme ve dinlenmeyi bu hislerin karşılığında sadece yemeye, içmeye, giyinmeye ve dinlenmeye bağlamamış, bunların her birine bir de lezzet katmıştır. Yeme ve doyma, içme ve kanma, giyinip sıcak ve soğuğa karşı korunma ve yatarak, uyuyarak dinlenmenin her birinin kendine göre insana verdiği zevk vardır. Bu zevk olmasa insan yemeyebilir, içmeyebilir; yiyip içse de isteyerek, dolayısıyla hayatını devam ettirecek ölçüde yiyip içmeyebilir. İşte, insan ve hayvanı yemeğe, içmeğe, dinlenmeye, insanı ayrıca giyinmeye sevkeden, bunların verdiği ve bir ihtiyacın giderilmesinin hâsıl ettiği zevktir. Buna da ‘dâî ve muktezî’ (çeken ve gerektiren sebep veya dinamik) denilir. Ve bu dinamik, hayata hizmet eder.

**
Ezel, geçmişte zamansızlık, ebed gelecekte zamansızlık demektir ve aslında ezel de ebed de, zaman ötesini ifade etme noktasında aynı şeydir. İşte Cenab-ı Allah ve O’nun İlmi zaman üstü, zaman ötesi olduğundan bize göre geçmiş olan da, hal ve gelecek olan da Allah ve İlm’i için aynıdır. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bizim için gelecek olan Âhiret hadiseleri ve tabloları çok defa geçmiş zamanla ifade edilir. Böylece hem bunların kesinliği vurgulanmış olur, hem de Allah için bir gelecek olmadığı, Allah için geçmiş, hal ve gelecek şeklinde bölünmüş bir zaman, bunun da ötesinde zaman söz konusu olmadığı ortaya konur.

**
Cenab-ı Allah insanın sebep olduğu ve işlediği çirkinlikleri yaratırken bile onlarla pek çok hayırlara ve pek çok izafî hakikatlere vücut verir. Daha önce de üzerinde durulduğu gibi, meselâ hastalıklarla tıbbın ilerlemesinin yolunu açar; vücudun bağışıklık sisteminin gelişmesini mümkün kılar; mü’minin pek çok günahlarını affeder; insana sıhhat nimetini ve sıhhatin güzelliğini tanıtır ve zevkettirir. O halde, insanın sebep olduğu ve işlediği çirkin işlerde bile, insana irade verdiği için onları yaratan, fakat onlardaki çirkinliği aşan pek çok güzellikler de var eden Hz. Allah’ın yaratması, tamamiyle güzeldir ve hikmet yüklüdür; yaratmada asla çirkinlik yoktur. Bundan dolayıdır ki, Mu’tezile’nin “Çirkin şeyleri yaratan Allah olamaz!” diyerek, yanlış bir değerlendirmeyle insanı fiillerinin yaratıcısı yapması, sadece safsatadan ibarettir.


Nefsin Ölümü


İnsanda ölen nefistir; Kur’ân-ı Kerim, ruhun değil, nefsin ölümü tadacağını beyan buyurur. Nefsin ölümüyle birlikte vücudun kabre girmesinin ardından, hattâ vücut kabirde çürüdükten sonra ölenlerin ruhlarıyla görüşenler pek çoktur. Avam halktan da hemen herkes, ölenleri rüyalarında görür. Ölüden geriye bâkî bir şey kalmamış olsa ne sözkonusu görüşmeler olur, ne de rüyada ölüler görmek mümkün olur.

Evet, ölümlerinden sonra –bazıları için bir aldanmadan ve şeytanın oyunundan ibaret ruh çağırmaları hariç– kendileriyle şu veya bu şekilde temas edilen pek çok insan vardır. Manen ve ruhen çok tekâmül etmemiş avam, bu teması rüyada yapar. Ölümünden sonra rüya yoluyla olsun kendisiyle temas kurulmamış kimse yoktur denebilir. Rüyanın, Freud psikoloji ekolünün iddia ettiği gibi, sadece yaşanmış hadiselerin, tecrübelerin, arzu ve isteklerin yansımasından ibaret bulunmadığına en açık delil, hiç düşünülmediği ve haberimiz olmadığı halde gelecekle, gelecek hadiselerle alâkalı görülen, çok açık müjde ve ikaz ifade eden sâdık rüyalardır. Dolayısıyla, ölen insanların rüyada görülmesi, çok zaman onlarla bir nevî temas ifade eder. Bu rüyalarda onlardan bazılarının öldüklerinden haberdar olduğunu görürüz; bazıları, durumlarından haber verir; bazıları, ölmediklerini söyler. Hattâ, bazıları, dünyada bıraktıkları kişiler veya tamamlayamadıkları işler, üzerlerinde bulunan bazılarına ait haklar konusunda bilgi verir ve talepte bulunurlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, cesetleri toprağa karışmış insanlarla temas, onların ruhlarıyla, yani asıl duyan, gören, hisseden, düşünen… ruhlarıyla, insan varlığının asıl özüyle temastır. Yine bu göstermektedir ki, insanın ölümünden sonra ruh katiyen bâkîdir. Melekût ve ruhlar âleminde bulunan vefat etmiş insanların ruhları bizimle münasebettardır. Onlara gönderdiğimiz dua, Kur’ân tilâveti, sadaka gibi manevî hediyelerimiz onla-ra gider, onların nûranî feyizleri de bize gelir.

Felsefe

Felsefe, sırf beşer düşüncesi olarak, insan aklına âdeta perestij eder. İnsana verdiği kendi düşüncesini beğenme duygusuyla, insanı kendi kabiliyetlerinin mağlûbu yapar. Bunun neticesinde insanda başkalarının gözünde değer kazanma, övülme, kabûl edilme, başkalarından üstünlük duygusu, kendini beğenme, başkalarını küçümseme gibi en bayağı duyguların gelişmesine sebep olur. Bu duyguların tesirindeki bir insan ise, kimseden öğreneceği bir şey olmadığı zannıyla kendi malûmatı içinde boğulur ve ilmen de, mânen de, ahlâken de terakki etmez. Terakki etmek şöyle dursun, sükut eder, çöker. Daha da öte, insanı farklı olduğunu güya göstermek ve ispat etmek için farklı davranmaya, olduğundan farklı görünmeye, kendisini takdir edenlerin gözünde makamını korumak için onların önünde eğilmeye kadar götürür. Farabî ve İbn Rüşd gibi Müslüman filozoflar bile şu veya bu şekilde bu duyguların tesirinden kurtulamamış ve filozofu peygamberden –hâşâ– bir bakıma üstün görme gibi bâtıl itikadlara sapmışlardır.

MÜ’MİNLER ARASINDA SAVAŞ

Konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken ikinci husus, insanların mü’min de olsalar birbirleriyle savaşabilecekleridir. Kur’ân-ı Kerim, Hucurât Sûresi’nde (49: 14–15) mü’min ve Müslüman ayrımı yapar. Hakikî Müslüman, hem mü’mindir, hem Müslüman. Bir de fıkhen, yani hukuken Müslüman vardır ki, bu, hakikî mü’min–Müslüman olabileceği gibi, kalben kâfir, fakat kendisinden küfrüne delil söz ve hareket sâdır olmayıp, en azından Cum’a namazında mü’minlerin arasında görünen, kestiklerini yiyip, onlardan kız alan veya onlara kız veren ve Zekât’ını ödeyen, yani hukuken Müslüman, gerçekte ise bir münafık da olabilir. Mü’min, iman kalbinde yerleşmiş olan insandır. Kur’ân, “Mü’minlerden iki taife birbirleriyle savaşacak olurlarsa…” buyurarak, mü’minler, yani iman kalblerinde yerleşmiş insanlar arasında da savaş olabileceğini ve bu savaşın onları Din’den çıkarmayacağını açıkça beyan etmektedir.

NETİCELERİYLE SAHABE ARASINDAKİ SAVAŞLAR

İşte, Sahabe arasında Hz. Osman’a isyan ve onun şehadetinin getirdiği kaos içinde savaşlar çıkmıştır. Fakat savaşa katılanların, en azından çok büyük çoğunluğunun niyetleri hâlisti ki, bu savaşlar, büyük ölçüde hayırla neticelenmiştir. Çünkü, İslâm’ın sadece siyasete, siyasî iktidara bağlı olarak devamlı olabilmesi mümkün değildi. Çünkü Din, zihinlerin ve kalblerin fethine, zihinlere ve kalblere hakim olmaya dayanır ve ancak zihinler ve kalbler üzerinde hakimiyetle ayakta kalır; kanunlarla ve siyasî gücün zorlamasıyla değil. Zihinlerin ve kalblerin fethi ve zihinlerle kalbler üzerinde hakimiyet ise ilimler ve maneviyatla mümkündür.

İşte, Hz. Bediüzzaman’ın değerlendirmeleri ve ifadeleriyle: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her bitki taifesinin, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; neticede her biri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer; öyle de, Sahabe ve Tâbiîn’in başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı; ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’i muhafazaya koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre evrensel genişlikteki İslâmiyet’in pek çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı, hadislerin derlenmesine ve muhafazasına, bir kısmı Şeriat’ın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı. Neticede, muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her tarafına o fırtına ile tohumlar atıldı; güller içinde bid’at ehli fırkaların dikenleri de çıkmış olsa bile, yarı yeri gülistana çevirdi. Güya Kudret Eli, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir merkezkaç kuvvetiyle pek çok münevver müçtehitleri ve nûranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktapları Âlem-i İslâm’ın her tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar Ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı…”

Bu muazzam hareketlenme içinde Kelâm, Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi muhteşem ilimler doğdu; İslâm dünyası, yabancı seyyahların nitelemesiyle, şehirden şehre göç eden ilim adamlarının doldurduğu bir arı kovanına döndü. Ayrıca, ‘tabiat ilimleri’nde de çok önemli mesafeler alındı. Her sahada onbinlerce âlim yetişti. Bir diğer yandan, manevî sahada derinleştikçe derinleşildi, çok büyük velîler yetişti. Büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt’ten olan bu insanlar, idareyi ve siyaseti de kontrol ettiler. Siyaset yoluyla elde tutulamayan yönetim, bu insanlar karşısında hizaya gelmek ve hizada kalmak mecburiyeti hissetti. İçlerinden çok büyük halifeler ve idareciler çıktı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her yanına sözkonusu tohumlar saçıldı. Bu kadar yoğun ekim neticesinde çıkan güzelim güllerin arasında ve gülistan içinde kaçınılmaz olarak bazı bid’at ehli fırkaların dikenleri de çıkmış olsa dahi, İslâm, dinler ve felsefeler tarlası olan bir bölgede belki en büyük zaferini ilim ve maneviyat yoluyla bütün bu dinler ve felsefeler karşısında elde etti ve böylece kalıcılık kazandı. Aksi halde, bugün elimizde Hırıstiyanlık, Yahudilik veya Budizm, Hinduizm gibi bir din, Kur’ân yerine Kitab-ı Mukaddes gibi bir kitap olur, Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), aslî hüviyetiyle kaybolur giderdi.