Konuyla ilgili
olarak üzerinde durulması gereken ikinci husus, insanların mü’min de olsalar
birbirleriyle savaşabilecekleridir. Kur’ân-ı Kerim, Hucurât Sûresi’nde (49:
14–15) mü’min ve Müslüman ayrımı yapar. Hakikî Müslüman, hem mü’mindir, hem
Müslüman. Bir de fıkhen, yani hukuken Müslüman vardır ki, bu, hakikî
mü’min–Müslüman olabileceği gibi, kalben kâfir, fakat kendisinden küfrüne delil
söz ve hareket sâdır olmayıp, en azından Cum’a namazında mü’minlerin arasında
görünen, kestiklerini yiyip, onlardan kız alan veya onlara kız veren ve
Zekât’ını ödeyen, yani hukuken Müslüman, gerçekte ise bir münafık da olabilir.
Mü’min, iman kalbinde yerleşmiş olan insandır. Kur’ân, “Mü’minlerden iki taife
birbirleriyle savaşacak olurlarsa…” buyurarak, mü’minler, yani iman kalblerinde
yerleşmiş insanlar arasında da savaş olabileceğini ve bu savaşın onları Din’den
çıkarmayacağını açıkça beyan etmektedir.
NETİCELERİYLE
SAHABE ARASINDAKİ SAVAŞLAR
İşte, Sahabe
arasında Hz. Osman’a isyan ve onun şehadetinin getirdiği kaos içinde savaşlar
çıkmıştır. Fakat savaşa katılanların, en azından çok büyük çoğunluğunun
niyetleri hâlisti ki, bu savaşlar, büyük ölçüde hayırla neticelenmiştir. Çünkü,
İslâm’ın sadece siyasete, siyasî iktidara bağlı olarak devamlı olabilmesi
mümkün değildi. Çünkü Din, zihinlerin ve kalblerin fethine, zihinlere ve
kalblere hakim olmaya dayanır ve ancak zihinler ve kalbler üzerinde hakimiyetle
ayakta kalır; kanunlarla ve siyasî gücün zorlamasıyla değil. Zihinlerin ve
kalblerin fethi ve zihinlerle kalbler üzerinde hakimiyet ise ilimler ve
maneviyatla mümkündür.
İşte, Hz.
Bediüzzaman’ın değerlendirmeleri ve ifadeleriyle: “Nasıl ki baharda dehşetli
yağmurlu bir fırtına, her bitki taifesinin, tohumların, ağaçların istidatlarını
tahrik eder, inkişaf ettirir; neticede her biri kendine mahsus çiçek açar;
fıtrî birer vazife başına geçer; öyle de, Sahabe ve Tâbiîn’in başına gelen
fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip
kamçıladı; ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu,
İslâmiyet’i muhafazaya koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre evrensel
genişlikteki İslâmiyet’in pek çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi
omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı, hadislerin derlenmesine ve
muhafazasına, bir kısmı Şeriat’ın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin
muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı. Neticede, muhtelif
renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her tarafına o
fırtına ile tohumlar atıldı; güller içinde bid’at ehli fırkaların dikenleri de
çıkmış olsa bile, yarı yeri gülistana çevirdi. Güya Kudret Eli, celâl ile o
asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip
elektriklendirdi. O hareketten gelen bir merkezkaç kuvvetiyle pek çok münevver
müçtehitleri ve nûranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktapları
Âlem-i İslâm’ın her tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar Ehl-i
İslâm’ı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini
açtırdı…”
Bu muazzam
hareketlenme içinde Kelâm, Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi muhteşem ilimler doğdu;
İslâm dünyası, yabancı seyyahların nitelemesiyle, şehirden şehre göç eden ilim
adamlarının doldurduğu bir arı kovanına döndü. Ayrıca, ‘tabiat ilimleri’nde de
çok önemli mesafeler alındı. Her sahada onbinlerce âlim yetişti. Bir diğer
yandan, manevî sahada derinleştikçe derinleşildi, çok büyük velîler yetişti.
Büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt’ten olan bu insanlar, idareyi ve siyaseti de kontrol
ettiler. Siyaset yoluyla elde tutulamayan yönetim, bu insanlar karşısında
hizaya gelmek ve hizada kalmak mecburiyeti hissetti. İçlerinden çok büyük
halifeler ve idareciler çıktı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her yanına sözkonusu
tohumlar saçıldı. Bu kadar yoğun ekim neticesinde çıkan güzelim güllerin
arasında ve gülistan içinde kaçınılmaz olarak bazı bid’at ehli fırkaların
dikenleri de çıkmış olsa dahi, İslâm, dinler ve felsefeler tarlası olan bir
bölgede belki en büyük zaferini ilim ve maneviyat yoluyla bütün bu dinler ve
felsefeler karşısında elde etti ve böylece kalıcılık kazandı. Aksi halde, bugün
elimizde Hırıstiyanlık, Yahudilik veya Budizm, Hinduizm gibi bir din, Kur’ân
yerine Kitab-ı Mukaddes gibi bir kitap olur, Peygamber Efendimiz de (s.a.s.),
aslî hüviyetiyle kaybolur giderdi.