Friday, March 11, 2016

MÜ’MİNLER ARASINDA SAVAŞ

Konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken ikinci husus, insanların mü’min de olsalar birbirleriyle savaşabilecekleridir. Kur’ân-ı Kerim, Hucurât Sûresi’nde (49: 14–15) mü’min ve Müslüman ayrımı yapar. Hakikî Müslüman, hem mü’mindir, hem Müslüman. Bir de fıkhen, yani hukuken Müslüman vardır ki, bu, hakikî mü’min–Müslüman olabileceği gibi, kalben kâfir, fakat kendisinden küfrüne delil söz ve hareket sâdır olmayıp, en azından Cum’a namazında mü’minlerin arasında görünen, kestiklerini yiyip, onlardan kız alan veya onlara kız veren ve Zekât’ını ödeyen, yani hukuken Müslüman, gerçekte ise bir münafık da olabilir. Mü’min, iman kalbinde yerleşmiş olan insandır. Kur’ân, “Mü’minlerden iki taife birbirleriyle savaşacak olurlarsa…” buyurarak, mü’minler, yani iman kalblerinde yerleşmiş insanlar arasında da savaş olabileceğini ve bu savaşın onları Din’den çıkarmayacağını açıkça beyan etmektedir.

NETİCELERİYLE SAHABE ARASINDAKİ SAVAŞLAR

İşte, Sahabe arasında Hz. Osman’a isyan ve onun şehadetinin getirdiği kaos içinde savaşlar çıkmıştır. Fakat savaşa katılanların, en azından çok büyük çoğunluğunun niyetleri hâlisti ki, bu savaşlar, büyük ölçüde hayırla neticelenmiştir. Çünkü, İslâm’ın sadece siyasete, siyasî iktidara bağlı olarak devamlı olabilmesi mümkün değildi. Çünkü Din, zihinlerin ve kalblerin fethine, zihinlere ve kalblere hakim olmaya dayanır ve ancak zihinler ve kalbler üzerinde hakimiyetle ayakta kalır; kanunlarla ve siyasî gücün zorlamasıyla değil. Zihinlerin ve kalblerin fethi ve zihinlerle kalbler üzerinde hakimiyet ise ilimler ve maneviyatla mümkündür.

İşte, Hz. Bediüzzaman’ın değerlendirmeleri ve ifadeleriyle: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her bitki taifesinin, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; neticede her biri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer; öyle de, Sahabe ve Tâbiîn’in başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı; ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’i muhafazaya koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre evrensel genişlikteki İslâmiyet’in pek çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı, hadislerin derlenmesine ve muhafazasına, bir kısmı Şeriat’ın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı. Neticede, muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her tarafına o fırtına ile tohumlar atıldı; güller içinde bid’at ehli fırkaların dikenleri de çıkmış olsa bile, yarı yeri gülistana çevirdi. Güya Kudret Eli, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir merkezkaç kuvvetiyle pek çok münevver müçtehitleri ve nûranî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktapları Âlem-i İslâm’ın her tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar Ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı…”

Bu muazzam hareketlenme içinde Kelâm, Fıkıh, Tefsir, Hadis gibi muhteşem ilimler doğdu; İslâm dünyası, yabancı seyyahların nitelemesiyle, şehirden şehre göç eden ilim adamlarının doldurduğu bir arı kovanına döndü. Ayrıca, ‘tabiat ilimleri’nde de çok önemli mesafeler alındı. Her sahada onbinlerce âlim yetişti. Bir diğer yandan, manevî sahada derinleştikçe derinleşildi, çok büyük velîler yetişti. Büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt’ten olan bu insanlar, idareyi ve siyaseti de kontrol ettiler. Siyaset yoluyla elde tutulamayan yönetim, bu insanlar karşısında hizaya gelmek ve hizada kalmak mecburiyeti hissetti. İçlerinden çok büyük halifeler ve idareciler çıktı. Pek geniş olan İslâm Âlemi’nin her yanına sözkonusu tohumlar saçıldı. Bu kadar yoğun ekim neticesinde çıkan güzelim güllerin arasında ve gülistan içinde kaçınılmaz olarak bazı bid’at ehli fırkaların dikenleri de çıkmış olsa dahi, İslâm, dinler ve felsefeler tarlası olan bir bölgede belki en büyük zaferini ilim ve maneviyat yoluyla bütün bu dinler ve felsefeler karşısında elde etti ve böylece kalıcılık kazandı. Aksi halde, bugün elimizde Hırıstiyanlık, Yahudilik veya Budizm, Hinduizm gibi bir din, Kur’ân yerine Kitab-ı Mukaddes gibi bir kitap olur, Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), aslî hüviyetiyle kaybolur giderdi.