Saturday, March 19, 2016

Firarperest


Kemirir ruhumuzu hırslarımız, kariyer, şöhret veya para pul telaşımız. Bir fare gibi sessiz, derinden ve sinsice. Ufak ufak ısırıklarla kemirir içimizi rekabet duygusu. İktidar iptilası yer bitirir insanı. Bir koltuğa sevdalanmak tüketir adamı. Tuzaklarla doludur bu hayat. Nefsimizin tuzaklarıyla. Düşer düşer çıkarız. Dizlerimiz yara bere içinde. Şair bile olsan bu böyle. Önemli olan nefsin çukurlarına düşmemek değil, düşünce çıkabilmeyi becermektir.

**

Bir tartışmadır gidiyor gırla. Çetin, kutuplaşmacı, kırıcı sözler telaffuz ediliyor ortada, siyaset ve medya meydanlarında. Her kırılan daha çok kırıyor karşıdakini. Hırpalıyoruz kendimizi, birbirimizi milletçe, memleketçe. Birbirimizden "öteki"ler yaratıyoruz. Anlamadan dışlıyor, görmeden kapatıyor, tanımadan etmeden sevmediğimize kanaat getiriyoruz. Ha bire farklılıklarımıza yoğunlaşıyoruz, zerre kadar ortak noktamız yokmuş gibi davranarak. Birbirimizi "bizden olanlar" ve "bizden olmayanlar" diye ikiye ayırıyoruz. Arada kalanlara ya da herhangi bir kutba ait olmayı reddedenlere şüpheyle yaklaşıyoruz. Arafta kalanları anlayamıyor, öteliyoruz.

**

Eli kalem tutanlardan olmaya niyet ettim vakti zamanında. Niyet demek, "vardık" demek değil asla. Bir şey "olduk" yahut bir paye "edindik" veya yaptık-ettik-başardık demek değil kat'a. Türkçenin belki de en güzel kelimelerinden biridir "niyet etmek. Kolay kolay başka dillere çeviremezsin. Oruç tutan insan mesela, "oruçluyum" demez, "niyetliyim" der. Sen niyet edersin samimiyetle; yürürsün kendi yolunda, elinden geldiğince. "Öğrenenler"den olmak istersin, "bilenler"den değil. Niyetin sana rehberlik eder. Adım adım, aşama aşama...

**
On bir yaşında gittiğim İspanya'da seneler boyu kadınların kamusal alandaki etkinliğini görmek bende derin izler bıraktı. En az bunun kadar bana hayret veren bir başka şey daha vardı: Engellilerin gündelik hayata yoğun katılımı. Madrid'de sokaklarda, mağazalarda, sinemalarda, lokantalarda ve işyerlerinde ne kadar çok engelli insanın olduğunu gördüm. Sadece fiziksel engelliler değil, aynı zamanda zihinsel engelliler de dışarıda, hayatın içindeydi. "Görünmez" değillerdi. Kimse "utanmıyor", "saklamıyor", "yok saymıyordu.

Belki farkında değiliz ama bu kadar çok zihinsel ve fiziksel engelli insanı hayatın her aşamasında, şehrin her noktasında görmeye alışkın değil bizim gözlerimiz. Bu bizim kendi ayıbımız. Kendi kusurumuz. Engelli insanların hayata dört dörtlük katılmalarının önünde doğuştan ya da sonradan bir "mâni" varsa şayet, bizim önümüzde de daha büyük bir "zihinsel mâni" var aşmamız gereken.

**
Erkek genellikle güneş gibidir. Ya batar ya çıkar. İktidar peşinde, ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır. Net, berrak, sade ve yalın. Kadın ise ayın halleri gibidir. Parlarken bile bir yanı karanlıkta kalır. En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında... Kadın muammadır.

**
Kadınları sevmeyen kadınlık hallerinin ilk ipuçları aslında çocuklukta yatar. Biyolojik sebeplerden ya da genlerden ötürü değil, yetiştirilme ve sosyalleşme biçimlerimizden ötürü. Hani hep prenses olmak üzere yetiştiriliyoruz ya, her masalın da malum on değil, yüz değil, bir tek prensesi vardır. Kız çocukları masallardan sadece "güzel" ve "prenses" olmaları gerektiğini değil, rekabeti de öğrenir. Külkedisi ve ablaları, Pamuk Prenses ve üvey annesi... Kadınlar masallarda hep hemcinsleriyle uğraşır.