Showing posts with label kader. Show all posts
Showing posts with label kader. Show all posts

Saturday, May 11, 2019

Kader-i İlahi

Image result for fetö operasyonu


“Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i ilâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adalet eder.”

Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade kaderin adaleti ve hikmet-i ilâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.

Evet kader, Risale-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişaf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan Medrese-i Yusufiye’ye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız, birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım” demeyiniz”

Friday, December 22, 2017

Kırmızı Saçlı Kadın


 “İstanbul kitapçılarında Firdevsî’nin bin yıl önce kaleme aldığı Şehnâme‘sinin herhangi bir çevirisini bulmak kolay değildi. Bir zamanlar çoğu Osmanlı aydını İran’ın milli destanının bir kısmını, en azından kimi hikâyelerini bilirdi. Türkiye’nin iki yüz yıllık Batılılaşma çabasından sonra şimdi bu hikâyeler deniziyle kimse ilgilenmiyordu. Destanın Türkçeye 1940’larda yapılan vezinsiz-kafiyesiz bir çevirisi dört cilt halinde 1950’lerde Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmıştı. Şehnâme’yi beyaz kapakları sararmış dünya klasikleri dizisindeki o baskıdan yutar gibi hızla okudum.

Hikâyenin yarı efsane yarı tarih olması, başlarda korkutucu bir masal gibiyken, daha sonra devlet, aile ve ahlak üzerine bir çeşit öğretici ders şeklini alması hoşuma gitti. Çevirisi 1500 sayfa tutan bu büyük milli tarihe Firdevsî’nin bütün hayatını vermesi de etkiliyordu beni. İyi eğitimli, kitapsever şairimiz, başkalarının tarihlerini, destanlarını, kahramanlık hikâyelerini okumuş, başka dillerde, Arapça, Avesta dilinde, Pehlevice kitaplarda hikâyeler aramış, kahramanlık hikâyeleriyle efsaneleri, dinî menkıbelerle tarihleri ve hatıralarını iç içe geçirip kendi büyük destanını yazmıştı.

Geçmişteki bütün büyük şahlarla padişahların, kahramanlarla unutulmuş hikâyelerin bir çeşit ansiklopedisiydi Şehnâme. Bazan okuduğum hikâyelerin hem kahramanı hem de yazarı zannediyordum kendimi. Firdevsî’nin yaşarken oğlunun ölmesi destandaki baba ve kayıp oğul konusunda duyarlığını çok derin ve içten kılmıştı. Okuduğum hikâyeleri gece yarısı karanlıkta Mahmut Usta’ya anlattığımı hayal ediyor, Kırmızı Saçlı Kadın’ı hatırlıyordum. Yazar olabilseydim, ben de her şeyi gören, her ayrıntının hakkını veren, kimi zaman insanlığıyla beni heyecanlandırıp kederlendiren, kimi zaman da şaşkınlık ve hayrete boğan bu bitip tükenmez ansiklopedik kitap gibi bir şeyler yazmak isterdim. Benim yazacağım “Türkiye’nin Jeolojik Yapısı” işte böyle bir destansı-ansiklopedik kitap olacaktı. Ben de kitabımda, yeraltı denizlerini, büyük sıradağları ve yeraltındaki kat kat, damar damar tabakayı hikâyelerle anlatacaktım.”

**
Sence modernlik kötü bir şey mi?” diye sarhoş saflığıyla ona sordum.

“Modern kişi şehrin ormanında kaybolan kişidir. Bu da babasız kalmak demektir. Babasını araması da boşunadır aslında. Kişi modern bir bireyse şehrin kalabalığında babasını bulamayacaktır. Bulursa da bu sefer birey olamayacaktır. Modernliğin Fransız mucidi Jean-Jacques Rousseau bunu çok iyi bildiği için dört tane evladını modern olsunlar diye bile bile terk etmiş, onlara babalık etmemiştir. Rousseau çocuklarını merak bile etmemiş, bir kere de aramamıştır. Sen de beni modern olayım diye mi terk ettin? Öyleyse haklısın.”

**
“Hayatta rastlantı diye geçiştirdiğim şeylerin aslında bir anlamı olduğunu tiyatroda öğrendim. Hem oğlumun hem babasının yazar olmak istemesi basit bir rastlantı değildir. Otuz yıl sonra burada Öngören’de oğlumun babasıyla karşılaşmam rastlantı değildir. Oğlumun da, tıpkı babası gibi babasızlık acısı çekmesi rastlantı değildir. Tiyatro sahnelerinde yıllarca ağladıktan sonra, hayatta içtenlikle ağlayan bir kadına dönüşmem rastlantı değildir.”


Thursday, March 17, 2016

Din Adına Kalıcı Hizmet

Askerî veya iman, teslimiyet ve aksiyona dayalı bir hareketin devamı ve bekası, onun ilim ve maneviyat temelinde medeniyet oluşturmasıyla mümkündür. Bundandır ki, tarihî bir gerçek olarak, meselâ Moğol istilaları ve İskender’in askerî harekâtı gibi ilim veya maneviyattan yoksun en hızlı ve başarılı askerî hareketler, saman alevi gibi parlayıp sönmüş, çok kısa ömürlü olmuş, istilalar neticesi kurulan dört Moğol devleti, askerî yönden mağlûp ettiği İslâm dünyasının medeniyet havzasında eriyip Müslümanlaşmıştır. Dolayısıyla, Din adına asıl ve kalıcı hizmet ve hakimiyet, ilim, kültür ve maneviyatta, bunlar temelinde bir medeniyet oluşturmada yatar. İşte, Hz. Ali Efendimiz’in (r.a.), Ehl-i Beyt’in bütün ümmetin ‘mevlâ’sı olarak asıl hizmet sahaları ilim ve maneviyat idi; onlar bu sahalarda ümmete rehberlik, Hz. Ali’nin ilk üç halifeler hazretlerine yaptığı gibi, halifelere şeyhülislâmlık, hem onlara, hem bütün ümmete manevî önderlik yapmaktı. Eğer siyaset yanı ağır basan hilâfet Ehl-i Beyt’te kalsa idi, onlar çok daha kalıcı ve aslî olan ilim ve maneviyatta rehberlik vazifelerini hakkıyla yerine getiremezlerdi. İslâm tarihi boyunca pek çok halifeler, pek çok devletler, saltanatlar, hanedanlar geldi geçti. Fakat hem ilmî ve manevî rehberliğiyle Ehl-i Beyt yaşamaya ve vazifesine devam etti; hem de Ehl-i Beyt’in bu aslî fonksiyonu aksamadan ve kesilmeden sürdü. Dolayısıyla onlar, zahirî ve siyasî hilafetin pek çok üstünde manevî bir saltanat kazandılar ve üstad-ı küll (tam ve bütün üstad) hükmüne geçtiler; hattâ manevî saltanatları, Kıyamet’e kadar bâki kaldı.

Kısaca, Peygamber Efendimiz’in ümmetini Kur’ân ve Ehl-i Beyt etrafında toplama arzusu gerçekleştiği gibi, Ehl-i Beyt de İslâm’ı temsil, yani Sünnet’i tatbik ve koruma vazifesiyle birlikte, Ümmet’e mevlâ olma, yani, onlara ilmî ve bilhassa manevî sahalarda rehberlik vazifelerini hakkıyla yerine getirdiler. Pek çok büyük âlim ve müceddit gibi, bilhassa manevî sahada velîlerin, kutupların, gavsların çok büyük çoğunluğu Ehl-i Beyt içinden çıktı. Bu gerçeğe işaretle Hz. İmam-ı Ali (r.a.), Ziyaüddin Gümüşhanevî hz. tarafından büyük veliler ve tarikat ulularının dua ve münacaatlarından derlenmiş üç ciltlik Mecmuatü’l-Ahzab’da yer alan Kasîde-i Ercûze’sinde “Her sıkıntı, şiddet ve zorluk zamanında biz Âl-i Beyt’ten bir gavs çıkıp imdat eder.” der.




Mağlubiyetin Getirdiği Mükafat



Umumî gelen musibet çoğunluğun cinayetlerine, hatalarına, günahlarına terettüp eder. Fakat mü’minlere gelen umumî musibet, beraberinde iki de mükâfat getirir. Bunlardan biri, hemen verilen mükâfattır. Eğer mevcut kadrolarla Birinci Dünya Savaşı kazanılsaydı, belki İslâm bütün İslâm dünyasından silinme noktasına gelebilirdi. Çünkü özellikle hakim kadrolarda Din kalblerden ve hayattan büyük ölçüde silinmişti. Neticede Müslümanlar imanlarını da kaybeder, ebedî azaba müstahak hale gelirlerdi. Fakat mağlûbiyetle Cenab-ı Allah (c.c.) Müslümanlar’ı ikaz etmiş, nefis muhasebesine sevketmiş, ayrıca galibiyet halinde çok büyük çoğunluğun imanını ve ebedî hayatını kaybetme tehlikesine mukabil, beş milyon insanımızı şehid olarak alıp ebedî hayatlarını kurtarmıştır. Bu beş milyon insan bile savaş sonrası dönemlere kalsa idi, içlerinden çoğunun imanlarını yine kaybetme tehlikesi vardı. İşte mağlûbiyetle Müslümanlar’ın ikaz edilmesi, İslâm’ın korunmaya alınmış olması ve beş milyon insanın şehadetle velî mertebesine yükselip âhiretlerinin kurtulması, sözkonusu umumî musibetin âcil, yani hemen verilen mükâfatıdır.

Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlûbiyetin ileride verilecek veya basamak basamak verilen ve ileride tamamlanacak olan mükâfatı da şudur: İslâm dünyası, özellikle Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Müslümanlık açısından da artık bir enkaz halindeydi. İslâm’ın ve Müslümanların hali de, geleceği de, düşüncede, itikadda, ibadette, muamelât ve ahlâkta yepyeni ve topyekûn bir dirilişe bağlıydı. Enkaz üzerine yeni bir bina yapılmaz; yeni bir yapı için önce enkazın kal-dırılması gerekir. Osmanlı enkazı Birinci Dünya Savaşı’yla tamamen yıkıldı ve daha sonra özellikle Türkiye’de İslâmî geçmişimizi siyasî, içtimaî ve ekonomik hayattan silme, hattâ İslâm’ı toplum hayatından çıkarma adına yapılanlar, yapanların niyeti ne olursa olsun, bir bakıma sözkonusu enkazın temizlenmesi fonksiyonu gördü. Enkazın temizlenmesiyle de Türkiye, fıkhî ifadesiyle bir arazî-i mevad, yani ölü arazi haline geldi. Arazi-i mevad, kim onun etrafına çit çeker ve ekerse onundur. İşte yirminci asrın ikinci çeyreğinde Türkiye ölü arazisine yepyeni tohumlar ekilmeye başlandı. İnşâ–Allah bu tohumlar bütün dünyayı tutup da yeri ve göğüyle gelecek, İslâm’ın “bembeyaz, nurlu eli”ne teslim olduğunda, Birinci Dünya Savaşı’nda mağlûbiyet olarak gelen umumî musibetin ikinci mükâfatı tamamlanmış olacaktır.


Tuesday, January 26, 2016

Çocukların ve Hayvanların Başına Gelen Musibetler


Çocuklar gibi masum insanlara veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, insan aklının ilk anda kavrayamayacağı sebepler ve hikmetler vardır. İlâhî Meşîet’in düsturlarını ihtiva eden Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümleri aklın varlığına tâbi değildir ki, aklı ve/veya aklî sorumluluğu olmayan varlıklara tatbik edilmesinler.

İnsan iradesi gibi, irade sahibi varlıkların iradesinin sözkonusu olmadığı her yerde ve olup biten her şeyde mutlaka pek çok manâlar ve hikmetler vardır. Ancak insan ve cinler gibi günaha istidatlı irade sahibi varlıklardır ki, onlardan abes işler çıkabilir. Fakat Cenab-ı Allah’a ait hiçbir icraatta zulüm, manâsızlık ve hikmetsizlik olmaz. Ne var ki, insan aklı, bunların hepsini kavrayamayabilir. Kâinatta geçerli ve Cenab-ı Allah’ın icraatının unvanları olan ‘kanun’ dediğimiz kaideler veya isimler, nitelemeler, bir açıdan İlâhî Meşîet’in vücut verdiği düsturlardır. Cenab-ı Allah’ın Meşîet’i ile İrade’si arasında, bazen aynı manâda kullanılsalar da fark vardır. Meselâ, Cenab-ı Allah hiçbir zaman günah, zulüm ve kötülük irade etmez; bunları istemez, asla emretmez ve bunlardan razı olmaz. Fakat bunlar da, Cenab-ı Allah’ın Meşîet’ine dâhildir. Meşîet, bir bakıma İlâhî Kader’in, bir diğer açıdan İlm-i İlâhî’nin bir nev’i unvanıdır ve Hikmet’e birlikte, varlıkların fiilleri dâhil, kâinattaki her şeyin ve her hadisenin yaratılmasına bakar. Meşîet’in Kader ve insan iradesi münasebeti noktasında insan iradesiyle de münasebeti sözkonusudur. İlâhî İrade ise, daha ziyade, insanlar gibi sorumlu varlıkların özellikle Din’e dâhil olarak yapmaları ve yapmamaları gereken ameller ve bunlara ait hükümlerle alâkalıdır. Denebilir ki, Meşîet, kâinatın yaratılış ve işleyiş kanunları, bir diğer ifadeyle, Cenab-ı Allah’ın içindeki her şeyle birlikte kâinatı yaratma ve idare etmekle ilgili icraatının unvanlarının teşkil ettiği Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin kaynağı olup, İrade ise, daha çok Şeriat-ı Garra’daki hükümlere bakar.

İşte, İlâhî Meşîet’in düsturlarından ibaret olan Şeriat-ı Tekvîniye ve Fıtriye’nin hükümlerinin en azından bir kısmı, insan gibi akıllı varlıkların akıllarının varlığına bağlı değildir. Yani, Şeriat-ı Garra’nın hükümlerine muhatap olmada akıl veya aklı bulunma esas olup, âkıl-bâliğ olmamış kişiler, yani çocuklar ve deliler bu Şeriat’ın hükümleriyle sorumlu değilseler de, aklı, şuuru, iradesi olsun olmasın her varlık, her şey, Şeriat-ı Tekvîniye’nin hükümlerinden mesuldür. Çünkü Şeriat-ı Tekvîniye’nin bazı hükümleri, kalb, his ve istidada, yani kapasiteye bakar. Meselâ, bir çocuğun Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin hitap ettiği ve temel aldığı düsturlardan olan şefkati, kuş olsun sinek olsun, bir canlıyı öldürmeye temelde mânidir. Hattâ, yetişkin bir insanın aklı o insanın bir sinek, böcek veya kuşu öldürmesine mâni olmayabilir; fakat çocuğun şefkati ve merhameti, yetişkinin aklından daha kuvvetli olarak, böyle bir öldürmeye esasen mânidir. Fakat bir çocuk, bu şefkate ve merhamete muhalefetle bir sineği, böceği, kuşu öldürürse, ceza olarak düşer kolunu kırar veya bir başka yerini yaralar. Yine, dişi bir kaplan, kendi çocuklarına olan şiddetli şefkatine rağmen, bu şefkati bir başka hayvanın, meselâ bir ceylanın yavruları için kullanmaz ve o yavruları parçalarsa, bu defa, avcının okuna veya kurşununa hedef olur. Çünkü, üzerinde ayrıca durulacağı üzere, etobur vahşî hayvanların Şeriat-ı Tekvîniye’ce meşrû gıdaları, ölmüş hayvanların cesetleridir. Fakat bir kaplan veya aslan veya çakal, Şeriat-ı Tekvîniye’nin düsturu olan fıtratındaki şefkat hissine muhalefet ederek, kendisi için meşrû olmayan ceylanı veya yavrularını parçalarsa, Şeriat-ı Fıtriye veya Tekvîniye de, buna ceza olarak, onun, sözgelimi avcının kurşunlarına hedef olmasına hükmeder. Ceylanın ve yavrularının parçalanmasında da yine Şeriat-ı Fıtriye’nin esaslarından olan İlâhî hikmet ve rahmete ait kaideler ve düsturlar vardır. Fakat biz, hayvanlar âleminde olup biten her şeyi küllî ve cüz’î yanlarıyla bilemediğimiz için, her kevnî hadiseyi hikmetleri, sebepleri ve neticeleriyle kavrayamayız. İşte, masum çocukların ve hayvanların başlarına gelen felâketlerde bu türden hikmetler ve sebepler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de Kehf Sûresi’nde anlatılan Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında ve bilhassa bu kıssa içinde anlatılan Hz. Hızır’ın masum bir çocuğu öldürmesi hadisesinde İlâhî Meşîet ve Kader’e ait hikmetler ve sebepler nazara verilmektedir.



Saturday, January 31, 2015

Kader


  • Fiilimizi yaratan Allah'tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes'uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!
  • Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir. Çünkü o zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir..سَاُرْهِقُهُ صَعُوداً "Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.." (Müddessir, 74/17)
  • Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve selahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve selahiyeti yoktur." İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Halbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hakk'dan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. O'nun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (cc), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet bu zaviyeden bakılacak olursa, herkes için ve her zaman ve zeminde lazımdır.

Helak

"Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz." (İsrâ, 17/16)

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhda, mânâda ayak takımıdır. Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle... İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir. Yoksa şer'î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hak hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.

Sunday, January 4, 2015

Hayır ve Şer

“Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.” (Hz. Ömer)
Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyat etmektir. Evet, bize vacip olan hayra niyet etmek ve hayır istikametinde koşmaktır. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olsun, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmayalım.

İradenin Fonksiyonu


Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.

Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat haricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî planda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzuu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.

Nasıl Cenâb-ı Hak bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mesul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi. Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenata mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Hâlbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu da herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.

***
Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. 'Cüz'i ihtiyarî' veya 'irade-i cüz'iye' dediğimiz bu plânın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah'ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes'ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.


Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz 'hasenât' ise mükafât kazanırız; yok eğer 'seyyiât' ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah'tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır.

Tuesday, December 16, 2014

Övgüde Mübalağa

İlâhî âdettir; birisini kâmet-i kıymetinin üstünde takdir ve tebcil ettiğinizde maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Hatta sevmenin sizin için bir vazife, sevilmenin de belli bir ölçüde onun hakkı olduğu bir insan hakkında bile methetmede mübalâğaya kaçarsanız kader-i ilâhî tarafından tokatlanabilirsiniz. Çünkü bu, Allah’ın sevmediği bir davranıştır.

Siz bir insanı göklere çıkarır gibi konuşup anlattığınızda, sizin bu tavrınız başkalarının damarına dokunur ve onlar da aynı şahsı yerin dibine batırmak ister. Böylece siz o zat hakkında farklı bir kısım cephelerin oluşmasına bizzat kendiniz sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan bir taraftan sevdiğiniz bir insan hakkında ifrata girmemeye çalışmalı, diğer yandan da onun hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi başkalarının yanında ifade etmek suretiyle onlarda rekabet ve haset hislerini tetiklememeye dikkat etmelisiniz.

Wednesday, May 21, 2014

Rüya'da Bir Hitabe'den

Dünyeviler meclisinde, “Dinsizlik meydan alıyor. Din adına meydana çıkmak lâzım.” diyenlere verdiği cevap da ufuk açıcıdır. Millî ve dinî duygularımızı, kendi emellerine ulaşmak için kullanmak isteyen ve bizleri, yükselecekleri hedefler için, sadece üzerine basılacak bir merdiven basamağı gibi görenlere karşı da ikazlarda bulunmaktadır. Dini ve Kur’an’ı kendi emelleri için kullananların, İslâmiyet’e yapacakları kötülükleri; kuvvetli hasmı karşısında yiyeceği darbelerden kurtulmak için Kur’an’ı kendisine siper yapanların kötü durumlarına benzetmek suretiyle anlatmaktadır. Siyasetin eli, her zaman mukaddeslerimizden uzak tutulmalıdır. Onları kendi zaaf ve zayıflıkları sebebiyle, yere düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Onlar, hep yukarıda ve nefislerimizin kusur ve kirli arzularından çok yükseklerde durmalı ve tutulmalıdır.

***
Bediüzzaman Hazretleri; arzu ve hevesini fikir suretinde görenlerin durumuna uygun bir misal verir: Birinci Dünya Savaşı’nda “Biz bu savaşa niye girdik? Müslümanlar mağlûp olacak.” diyen birisinin, sonunda “Ben size dememiş miydim?” diyebilmesi için mağlûbiyetimizi arzuladığını ele alarak, meseleyi izah etmektedir.

Aslında, bu kişi, işin başında neticeye dair endişeye kapılmış ve bu yüzden böyle demiş olabilir. Ama, sonra mağlûp olmamamız için gidip şehit olmak dahil, elinden gelen herşeyi yapması ve “Aman Allah’ım ne olur, benim düşüncemi doğru çıkarma!” diye dua etmesi gerekirdi. Ama kim bilir, bizi savaşa sokan İttihatçılara mı, onlardan bazılarına mı bir husumeti vardı bilinmez. İşte böyle hislerle bir şey arzuluyor, bunu tahakkuk ettirenleri alkışlıyor, bize vurduğu darbelerden de zevk alıyor! Bu nasıl insanlıktır!..

***
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffâretü’z-zünûp değil, kessâretü’z-zünûb oldu (günahları kat kat artırdı). Haccın bilhassa tanışma ile, fikir birliğini, yardımlaşma ile teşrik-i mesâiyi tazammun eden içindeki İslâmın yüce siyasetinin ve geniş içtimaî faydaların ihmâlidir ki, düşmana milyonlarla Müslümanı, İslâm aleyhinde kullanma zemini hazırlamıştır.

İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu “Ba’de harabi’l-Basra” (Basra harap olduktan, yani iş işten geçtikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, birâderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveyla ediyor.

İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh u fizâr ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz (tamamen hayır) olan hac seferine yolculuğa hazırlanmak yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. Bütün bunlardan ibret alınız...

***
“Rüyada Bir Hitabe”de, Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanların başına gelen bu mağlûbiyet musibetinin sebebi sorulmuştu. Musibet, günahlara kefarettir. Onun için, orada meselenin kefaret yönü anlatılmıştı. Hâlbuki, bazı günahlar gazap-ı İlâhi’yi celbeder. Gazap ise günahlara kefaret değil; bilâkis günahların çoğalmasına sebeptir. Namaz, oruç ve zekatın terki musibeti celbetmiştir, ama hac ibadetinin terki gazabı celbetmiştir. Haccın iki yönü, vardır: Bir yönü, şahsın manevî terakkisi ile ilgilidir. İnsan hac atmosferinde bir velilik kazanabilir. İkinci yönü içtimaî tarafıdır ki, İslâm cemaati ve İslâm dünyası ile ilgilidir. Bu yönüyle, hac büyük bir İslâmî kongredir. Müslümanlar, hacda kardeşçe bütün meselelerini görüşmeli, “Dünya nereye gidiyor?”, “Müslümanlara düşen nedir?” gibi meseleleri görüşerek bir vaziyet almalıdırlar. İşte; hacdaki İslâm’ın bu engin ve derin siyaseti yerine getirilmediği için, gazap ve kahır kendini göstermiş, İslâm düşmanları, Müslümanları yine Müslümanlar aleyhine kullanmışlardır. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar ve Ruslar “Biz halifenizle beraber aynı safta savaşıyoruz.” diyerek Dünyadan habersiz sömürge Müslümanlarını, gafil ve dünyadan habersiz olan bu güruhu, Osmanlı Devleti aleyhine savaştırmışlardır. Bazıları Çanakkale’de, bazıları İstanbul’da ezanları duyunca meseleyi anlayabilmiştir. Ama, artık iş işten çoktan geçmiştir. Hâlbuki, her sene hac mevsiminde bunlar konuşulsaydı, kim kiminle savaştığı, Müslüman halklara bildirilseydi, herhalde bu kadar kolay kandırılmaları mümkün olmazdı...”


Wednesday, April 2, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 94: Hadid Sûresi’nden 3 – İrade ve Kader

İrademiz var, dolayısıyla birtakım yükümlülüklerle mükellefiz ve bu yükümlülüklerdeki ihmallerimizi, günahlarımızı Kader’e yükleyemeyiz. İrademiz var, dolayısıyla nefis, günahları Kader’e yükleyerek onların neticesinden kurtulamaz. Kader var, dolayısıyla iman ve takva ehli, iyiliklerini, güzel davranışlarını kendilerinden bilip, onlarla gurur duyamaz. Kader var, bir işte başarı gösterenler, servet ve makam sahipleri, başarılarını, servet ve makamlarını kendilerinden bilip, onlarla gurur duyamaz, övünemez.

Ayrıca, musibetlere ve başarısızlıklara da onlar sebebiyle gam çekmeyelim diye Kader açısından bakılır. Gerekeni, üzerimize düşeni yapmamız için geleceğe ve sorumluluklarımıza ise irademiz açısından yaklaşılır. İşte, insan iradesini inkâr eden Cebriye ile, insanın bütün yaptıklarını insanın kendisine veren ve onları Allah’ın takdir buyurup yarattığını kabul etmeyen Mutezile, bu gerçek köprüsünde el sıkışabilirler.


Din’de doğruyu bulmak için, her şeyi kendi yerinde ve kendi sınırları içinde değerlendirip, haddi aşmamak çok önemlidir. Meselâ, “dilediğini dilediği gibi yapma” iradesi ve kudretine sahip olan Allah, herkesi Cennet’e veya Cehennem’e koyabilir. Ama, adaleti herkesin hak ettiği yere gitmesini gerektirir. Hususî rahmeti, günahları ölçüsünde Cehennem’de kalması gereken mü’minlerden dilediklerini, hususî rahmetine lâyık olanları Cehennem’de yanmadan Cennet’e almayı gerektirebilir. Kısaca, Cenab-ı Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellerindeki denge de dikkate alınmalıdır. 

Friday, January 17, 2014

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 29: Yunus Suresi'nden 2 - Sebep, Netice, Kader

“Sebeple netice için iki ayrı kader yoktur; bu bakımdan Kader, sebeple neticeye bir bakar; yani hangi sebebin hangi neticeyi doğuracağı bellidir ve bunları takdir eden Allah’tır. Allah (c.c.), hangi sebebin hangi neticeyi doğuracağını, ne yaparlarsa ne ile karşılaşacaklarını insanlara rasûller vasıtasıyla bildirdiği gibi, tarihî tecrübeler ve sosyoloji ilmine konu olan hayatın kanunları da, bunları dünya hayatıyla ilgili olarak büyük ölçüde göstermektedir. Dolayısıyla, ümmetlerin tarih olup gitmeleri, Cenab-ı Allah’ın cebrî takdirine bağlı değildir. Cenab-ı Allah’ın takdiri, bir açıdan bilmedir; yani O’nun için dün-bugün-yarın dilimli veya yekpare bir zaman söz konusu olmadığı ve her şey O’nun nazarında tek bir noktadan ibaret bulunduğu, bütün zaman bir nokta halinde olduğu için O, olacakları sebepleriyle birlikte yazar. İnsanlar, kendi iradelerine dayalı olarak işler ve kendi tercih ve davranışlarının neticeleriyle karşılaşırlar. Her bir ümmet için son mutlak ve cebrî bir kanun olmamakla birlikte tarih, sonu gelmeyen bir ümmete de şahit olmamıştır. Ama bu sonu hazırlayan ve hak eden, her zaman için bizzat ümmetlerin kendileridir. Hattâ Kıyamet’in gelmesine sebep de, yine bizzat insanlığın kendisi olacaktır. ”


Sunday, December 29, 2013

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 21: En'am Suresi'nden 3 - Kader




Kâinattaki muhteşem nizam ve her şeyin kusursuz yerli yerinde olup görevini eksiksiz yerine getirmesi, her şeyin bir ilme ve bir ölçüye, bir ‘plan’a dayandığını göstermektedir. İşte bu, Kader’dir. Meselâ, bir kitabın, önce yazarının zihninde manâ halinde (manevî) varlığı vardır. Yazar, sonra bu manevî varlığı planlar ve kâğıda döksün dökmesin, bir “içindekiler” hazırlar. İşte bu, o kitabın kaderî varlığıdır. Daha sonra onu harflere, kelimelere döker ki, bu da onun maddî varlığıdır. Yazılmış bulunan bu kitap kayıp da olsa, yazarın ve onu okuyanların zihninde varlığını sürdürübileceği gibi, kaybolmadan önce istenilen sayıda çoğaltılmış da olabilir. Bu misali, bir bina için de düşünebiliriz. Binanın, önce mimarın zihninde ilmî-manevî varlığı vardır. Sonra mimar, göreceği fonksiyona göre bir plan yapar; zihnindeki ilmî varlığı projelendirir ve bu proje, binanın kaderî varlığıdır. Sonra da, gerekli malzeme kullanılarak binanın maddî varlığı ortaya çıkar.

Bunun gibi, kâinattaki bütün varlıkların Allah’ın ezelî İlmi’nde ilmî-manevî varlıkları vardı(r). Sonra Allah, bunlara taayyünat, yani bir şekil, bir heyet-i umumiye verir ki, bu, onların kaderî varlığıdır. İçindeki bütün nesneler ve hadiselerle birlikte kâinatın bu kaderî varlığına, bu ilk taayyününe, bunların toplamına İmam-ı Mübîn veya Levh-i Mahfuz denmektedir. Bu, Cenab-ı Allah’ın İlmi’nin bir nevi unvanıdır da. İlmî varlığı Kader giydirir, yani ona şeklini verir; sonra da Kudret onu ‘varlık’ sahasına çıkarır.

Her bir varlığın kendi kaderi, tohumuna dercedilmiştir, kotlanmıştır. Meselâ, anne karnında cenin “yepyeni bir yaratılış”la insan halini aldığı anda artık kaderi de bellidir. Aynı şekilde, her bitkinin tohumunda onun gelecek hayatı saklıdır. Tohumun yer altında çimlenip, meyve veren bir ağaç olma ânına kadar geçirdiği bütün süreler, bütün dönemler, yani onun aktif hayatı, onun bir bakıma pratik kaderidir ki, bu kader, her varlığın, bütün varlıkların hayatının heyet-i umumiyesi, bütün kâinatın Kitab-ı Mübin’inidir. İmam-ı Mübin’e Nazarî Kader denirse, Kitab-ı Mübin’e Pratik Kader denebilir. İmam-ı Mübîn, varlıkların asıllarına, tohumlarına, İlm’e ve İlâhî (ilk) Kader’e bakar; Kitab-ı Mübîn ise, daha çok Kudret’in bir defteridir; onların hayatlarının heyet-i umumiyesidir. (Sözler, 30. Söz’den)

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 19: En'am Suresi'nden - Allah'ın Takdiri

O'nun katında takdir buyrulmuş değişmez bir müddet de vardır. (En'am 2)

Âyette ecel-i müsemmâ olarak geçen bu asıl ve nihaî ecel veya takdir değişmez. Bundan ayrı olarak, Cenab-ı Allah, varlıklar için Levh-i Mahv ve İsbat boyutunda bir ecel daha takdir buyurmuştur ki, bu ecel değişebilir. Meselâ, Hz. Yunus’un kavmi, gittikleri yolun neticesinde haklarında takdir buyurulan azabın gelmekte olduğunu görünce tevbe ve iman edip duaya durmuş, bunun neticesinde azap üzerlerinden kaldırımıştır (Yûnus Sûresi/10: 98). “Korku, belâyı def etmez. Belâyı ancak dua ve sadaka def eder.” (Kenzü’l-Ummâl, HN: 3123) hadis- i şerifi de bu gerçeğe bakmaktadır. Bu gerçek, insanı daha bir teyakkuzda olmaya sevk eder. Ayrıca, eşyanın, hadiselerin ve varlıkların “tabiî” denilen sonlarından da söz edilebilir. Meselâ, bazen ölümcül bir hastalık sebebiyle doktorlar bir hasta için “Şu kadar günü kaldı!” diyebilirler. Bu son, genellikle Levh-i Mahv ve İspat’la ilgilidir, yani değişebilir. Önemli olan, Cenab-ı Allah’ın değişmeyen nihaî takdiridir. Dolayısıyla dua, sadaka veya mucizevî denebilecek bir hadise, o hastanın daha uzun süre yaşamasına vesile olur. Âyet, bu gerçeğe de işarette bulunmaktadır.