Friday, December 22, 2017

Kırmızı Saçlı Kadın


 “İstanbul kitapçılarında Firdevsî’nin bin yıl önce kaleme aldığı Şehnâme‘sinin herhangi bir çevirisini bulmak kolay değildi. Bir zamanlar çoğu Osmanlı aydını İran’ın milli destanının bir kısmını, en azından kimi hikâyelerini bilirdi. Türkiye’nin iki yüz yıllık Batılılaşma çabasından sonra şimdi bu hikâyeler deniziyle kimse ilgilenmiyordu. Destanın Türkçeye 1940’larda yapılan vezinsiz-kafiyesiz bir çevirisi dört cilt halinde 1950’lerde Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmıştı. Şehnâme’yi beyaz kapakları sararmış dünya klasikleri dizisindeki o baskıdan yutar gibi hızla okudum.

Hikâyenin yarı efsane yarı tarih olması, başlarda korkutucu bir masal gibiyken, daha sonra devlet, aile ve ahlak üzerine bir çeşit öğretici ders şeklini alması hoşuma gitti. Çevirisi 1500 sayfa tutan bu büyük milli tarihe Firdevsî’nin bütün hayatını vermesi de etkiliyordu beni. İyi eğitimli, kitapsever şairimiz, başkalarının tarihlerini, destanlarını, kahramanlık hikâyelerini okumuş, başka dillerde, Arapça, Avesta dilinde, Pehlevice kitaplarda hikâyeler aramış, kahramanlık hikâyeleriyle efsaneleri, dinî menkıbelerle tarihleri ve hatıralarını iç içe geçirip kendi büyük destanını yazmıştı.

Geçmişteki bütün büyük şahlarla padişahların, kahramanlarla unutulmuş hikâyelerin bir çeşit ansiklopedisiydi Şehnâme. Bazan okuduğum hikâyelerin hem kahramanı hem de yazarı zannediyordum kendimi. Firdevsî’nin yaşarken oğlunun ölmesi destandaki baba ve kayıp oğul konusunda duyarlığını çok derin ve içten kılmıştı. Okuduğum hikâyeleri gece yarısı karanlıkta Mahmut Usta’ya anlattığımı hayal ediyor, Kırmızı Saçlı Kadın’ı hatırlıyordum. Yazar olabilseydim, ben de her şeyi gören, her ayrıntının hakkını veren, kimi zaman insanlığıyla beni heyecanlandırıp kederlendiren, kimi zaman da şaşkınlık ve hayrete boğan bu bitip tükenmez ansiklopedik kitap gibi bir şeyler yazmak isterdim. Benim yazacağım “Türkiye’nin Jeolojik Yapısı” işte böyle bir destansı-ansiklopedik kitap olacaktı. Ben de kitabımda, yeraltı denizlerini, büyük sıradağları ve yeraltındaki kat kat, damar damar tabakayı hikâyelerle anlatacaktım.”

**
Sence modernlik kötü bir şey mi?” diye sarhoş saflığıyla ona sordum.

“Modern kişi şehrin ormanında kaybolan kişidir. Bu da babasız kalmak demektir. Babasını araması da boşunadır aslında. Kişi modern bir bireyse şehrin kalabalığında babasını bulamayacaktır. Bulursa da bu sefer birey olamayacaktır. Modernliğin Fransız mucidi Jean-Jacques Rousseau bunu çok iyi bildiği için dört tane evladını modern olsunlar diye bile bile terk etmiş, onlara babalık etmemiştir. Rousseau çocuklarını merak bile etmemiş, bir kere de aramamıştır. Sen de beni modern olayım diye mi terk ettin? Öyleyse haklısın.”

**
“Hayatta rastlantı diye geçiştirdiğim şeylerin aslında bir anlamı olduğunu tiyatroda öğrendim. Hem oğlumun hem babasının yazar olmak istemesi basit bir rastlantı değildir. Otuz yıl sonra burada Öngören’de oğlumun babasıyla karşılaşmam rastlantı değildir. Oğlumun da, tıpkı babası gibi babasızlık acısı çekmesi rastlantı değildir. Tiyatro sahnelerinde yıllarca ağladıktan sonra, hayatta içtenlikle ağlayan bir kadına dönüşmem rastlantı değildir.”