Showing posts with label Hermann Hesse. Show all posts
Showing posts with label Hermann Hesse. Show all posts

Sunday, November 7, 2021

Oğuz Atay ve roman



Birey-insan ve onun eleştirel bilincinin tarih sahnesinde yerini almaya başladığı Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan roman türü, başlangıcından bu yana, bu yeni insanın tabu tanımayan arayışlarının ve yasallaşmış gerçeklikle savaşımının kurmaca dünyadaki mekânı olmuştur. Ortaçağ sonlarında, Don Kişot’un başı çektiği deli/mecnun/serseri/ picaro türü toplum dışı kahramanlar aracılığıyla ortaya konan, muhalif/alternatif bilinç, Marquis de Sade’ın şatosunun sadoseksüel koridorlarında dolaştıktan ve Laclos’nun tutkulu insanlarının birbirlerine uyguladıkları acımasız stratejilerde kendini gösterdikten sonra, 19. yüzyılda Dostoyevski’nin geleneksel etik kategorileri altüst eden roman kişilerinde doruğa ulaşır. 20. yüzyıl ise bir kara anlatı cenneti olur. Hümanizmin materyalizmle yer değiştirdiği, insansal ölçütlerin maddenin girdabında yok olduğu bir çağın kara anlatısı; modernist biçimciliğin merceğinde amorf/grotesk/yabancı bir görünüm alır; Canetti’nin sayfalarında mahşersi alevler içinde kalır, dışavurumcuların akıl aracılığıyla nesneleştirilmiş bir dünya karşısında duydukları “böceksi ” korkuyu Kafka’nın ürkütücü imgeleriyle edebiyata taşır; yok olmakta olan birey-insanın içsel bulantı larını Sartre’ın, Camus’nün kaleminden aktarır. Joyce, Gide, Musil, Hesse, Grass, Bachmann, Bukowski, Thomas Bernhard, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Metin Kaçan... diye uzayıp giden bir liste dolusu yazar, geçtiğimiz yüzyılda dünyanın içine girdiği tinsel karanlığı ve insanın içindeki kuytuda yaşamını sürdüren şeytansı benlik parçasını dile getirme çabası içine girer.

“İyiliğin tuttuğu taraf boyun eğmenin, itaatin safıdır. Özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır, ” diyordur Georges Bataille “Edebiyat ve Kötülük” te. Sanatın özgünlüğü; artistik düzlemde yeni biçim arayışlarıyla bütünleşen bir deneysellik, içerik/motif düzleminde de insanı tutsak kılan yerleşik toplumsal ölçütlerin dışına çıkma yürekliliğiyle birlikte oluşur. İnsanın yapısındaki sanatçı bileşenin özsuyu, yaratıcılığın gizilgücü, kaynağını çoğu kez karanlığın içindeki acıdan, yalnızlıktan, aykırılıktan, şizofrenik parçalanmışlıktan alır. Yaşamın ve insanın karanlık bölgesiyle uğraşanların genelde avangardist sanatçılar olması, bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildir. Edebiyatın kara anlatı ile beslenmesi, gelişmesi için gereklidir.


….

Oğuz Atay’ı yaşamı boyunca derinden etkileyen yazarların tümü, insanın bu “ daha düşük düzeydeki ” yanıyla hesaplaşma yürekliliği gösteren, onu metinlerinin odağına yerleştirenler olmuştur. Bunların başında, “ İnsan ruhu şeytanın Tanrıyla çarpıştığı bir savaş alanıdır, ” diyen ve tüm romanlarında bu savaşı anlatan Dostoyevski ile, “ İçimizde bizden daha güçlü, daha büyük, daha güzel, daha karanlık bir şeylerin bulun[duğunu] ” söyleyen ve bu karanlığı yalnızca romanlarında yaşayan Musil gelir. Atay’ın yazarlarından biri olan Hesse’nin tüm romanlarında insanın karşısına dikilen karanlık bileşen, “ Bozkırkurdu ”nda bir kurda dönüşür. Hesse insanın üst insana evrilebilmesi için içindeki kurtla yüzleşmesini ön koşul olarak görür. Atay’ın yakın çevresindeki yazarlar içinde, insandaki karanlı ğın en diplerine ulaşanlardan biri de Laclos’dur. Laclos, 18. yüzyılda insan doğasının bu öteki yüzünü şaşırtıcı bir yüreklilikle metninde sergiler. Türk edebiyatında, insandaki içsel ‘ karanlık ’ın adını romanının başlığına taşıyan, “ İçimizdeki Şeytan ”ın yazarı Sabahattin Ali de, Atay’ın çevresinde oluşturduğu kara anlatıcıların Türkiye’deki uzantısıdır. Sabahattin Ali’nin kahramanını avucunun içine alan bu karanlık benlik parçası, “ buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan, bizi sıska bir çocuk gibi karşısında ürpertip titreten bir kuvvet ”tir. Türk edebiyatındaki karanlık esintinin en güçlü kalemlerinden biri olan Vüs’at Bener de derinliklerdeki yuvasından su yüzüne çıktığında insan doğasını allak bullak eden karşıt kimlik parçasını, şeytan simgeseli çerçevesinde, dışavurumcu sinik bir anlatımla yansıtır: “ Ama, sızıntısı dinmiyor kuşkulu kanının içine ığılayan, iblise teslim olmuş inançsızlığın; boğsa da tükürüklere o çatal dilli, kuyruklu zebani sırıtıyor, zifir bağlamış kazma dişlerini göstererek. ”
 

Thursday, December 7, 2017

Boncuk Oyunu


Hermann Hesse’nin Magister Ludi’siydi, Türkçeye Boncuk Oyunu diye çevrilmiş. İnsanı sarsan bir kitaptır. Şiir hakkındadır. Ama manzum edebiyattan söz etmez; şiirin en yüksek örnekleri olarak Budist düşünce disiplinini, 18. yüzyıl Avrupa müziğini ve matematiği anar. Sanırım bunlar Hesse’nin kişisel tutkuları olduğu için ön plana çıkmıştır. Yoksa bana sorarsanız eşsiz güzellikte bir köy inşa etmeye çalışmak da şiirdir, sözlük yazmak da şiirdir, dağa kaya mezarı oymak da şiirdir, hakikat aşkından başka hiçbir amaç gütmeksizin bin yıl önce yaşamış filozofların metinlerini şerh etmek de şiirdir. Güzelliği ve kusursuzluğu aramaktan ve o arayışı hayatın biricik amacı mertebesine yükseltmekten söz ediyoruz.

Hesse için o uğraş bir oyundur – göz alıcı bir kristal boncuk oyunu. Bunu aşkın (transcendent) bir temele, mesela toplumsal bir faydaya, bir halas umuduna, tanrısal bir emre ya da ahlaki imperatife dayandırmanın onu ucuzlatmak olduğunu bilir. Kendi kendinin amacı olan şey, tanımı icabı oyundur. Hafif ve kırılgan bir şeydir. Romanın anlattığı dünyada, tüm yaşamını boncuk oyununa adamış seçkin bir zümre, sonsuz emek ve disiplinle, oyunu kusursuzlaştırmaya çalışır. Yirminci yüzyılın felaketlerine yol açan amaç ve anlam kaybının ancak bu yolla aşılacağı kanısındadır Hesse. Roman 1943’te yazılmıştır, yani 20. yy karanlığının en koyu anında.

Tabii Hesse kolay tutulacak bir balık değil, Buddha düşüncesine vukufu da öyle basit bir düzeyde değil. Romanın kahramanı olan Knecht (“Yoldaş” mı desek?) oyunda en yüksek seviyeye ulaşıp Büyük Usta olduktan sonra, duyulmamış bir şey yapıp görevinden istifa eder. Romanın kilit pasajı Knecht’in istifa mektubudur. Bir bakıma boncuk oynunun nihai zirvesidir, Nirvana, yani Yokoluş anıdır. Nedenini nasılını anlatmaya kalksam ben şimdi beceremem. Siz en iyisi romanı okuyun.

Wednesday, February 5, 2014

Dünya Hayatı

“Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu kör sevgi, kendini beğenmiş bir babanın biricik oğulcuğuyla körü körüne ve aptalca gururlanışı, burnu havada genç bir kadının ziynet eşyalarına tutkunluğu ve kendisine hayranlıkla bakacak erkek gözlerine körü körüne, çılgınca düşkünlüğü, bütün bu duygular, bütün bu çocukluklar, bütün bu basit, aptalca, ama alabildiğine zorlu, güçlü bir dirimsellik içeren, kolay kolay pes etmeyen duygular ve açgözlü istekler Siddhartha için çocukluk olmaktan çıkmıştı artık; insanların bu duygular ve istekler için yaşadığını, onların uğrunda sonsuz işler başardığını, gezilere çıktığını, savaşlar yaptığını, sonsuz acılar çektiğini, sonsuz çilelere katlandığını görüyordu.”


Ben'le Mücadele

“Neden bir Brahman olarak, neden bir çileci olarak Ben’le savaşından sonuç alamadığını şimdi seziyordu Siddhartha. Pek çok bilgi, pek çok kutsal dize, pek çok sungu kuralı, pek çok oruç, pek çok eylem ve çaba başarıya ulaşmasını önlemişti. Kibirden hiçbir şey görmemişti gözü, her zaman herkesten akıllı, herkesten gayretli biri, her zaman herkesten bir adım ilerde, her zaman bilen, her zaman ruhani biri, her zaman bir rahip ya da bir bilge olmuştu. Ben’i işte bu rahipliğin, bu kibrin, bu ruhaniliğin içine girip sinmiş, burada bir güzel yuvalanmış, burada palazlanıp büyümüş, oysa kendisi oruç tutarak, çile çekerek bu Ben’i öldürdüğünü sanmıştı. Şimdi bunu görüyor, hiçbir öğretmenin kendisini esenliğe kavuşturamayacağını söyleyen gizli sesin haklı olduğunu görüyordu. İçindeki rahibin, içindeki Samananın ölmesi için dünyaya açılması gerekmişti, zevk ve güç, kadın ve para peşinde koşarak kendini yitirmesi, bir tacir, bir kumarbaz, bir ayyaş ve açgözlü biri olması gerekmişti. Derken bu zevkperest Siddhartha’nın, bu açgözlü Siddhartha’nın da ölebilmesi için daha sonra bu berbat yılları göğüslemesi, bu iğrençliğe, kof ve yitik bir yaşamın bu boşluk ve anlamsızlığına sonuna kadar, acı bir umarsızlığa gelip dayanmcaya kadar katlanması gerekmişti. Ve zevkperest, açgözlü Siddhartha ölmüş, uykudan yeni bir Siddhartha uyanıp gözlerini açmıştı. Bu Siddhartha da günün birinde yaşlanacak, o da günün birinde ölüp gidecekti, ölümlüydü Siddhartha, tüm nesneler ölümlüydü. Ama bugün gençti henüz, bir çocuktu bu yeni Siddhartha ve yüreği sevinçle dolup taşıyordu.”


Hakkal Yakîn

“Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir,” diye geçirdi içinden. “Dünya zevklerinin ve dünya malının insana hayır getirmeyeceğini daha çocukken öğrendim. Hanidir biliyordum bunu, ama ancak şimdi yaşadım. Ve şimdi biliyorum, belleğimle değil, gözlerimle, yüreğimle, midemle biliyordum böyle olduğunu. Ne mutlu bana ki, biliyorum artık!”

Sansara

“Siddhartha ticareti öğrenmiş, insanları etkisi altına almayı", kadınlarla gönül eğlemeyi öğrenmişti, şık giysiler giymeyi, uşakları sağa sola koşturmayı, ıtırlı sularda yıkanmayı öğrenmişti. İncelik ve özenle hazırlanmış yemekleri, balığı, eti, kuş etini, baharatları ve tatlıları yemeyi öğrenmiş, insanı miskin ve unutkan yapan şaraplar içmeyi öğrenmişti. Zar oyunlarını ve satranç oynamayı öğrenmişti ayrıca. Dansözleri seyretmeyi, kendisini tahtırevanda taşıtmayı, yumuşak yataklarda yatmayı öğrenmişti. Ama yine de kendisini başkalarından farklı ve başkalarından üstün hissetmekten bir türlü vazgeçmemişti, başkalarına biraz alayla, biraz alaylı bir küçümsemeyle bakmıştı hep, bir Samananın kendilerini dünyaya adamış insanlara karşı beslediği bir küçümsemeyle. Ne zaman Kamaswami hastalansa, kızıp öfkelense, kendini aşağılanmış hissetse, işle ilgili tasa ve kaygılara kaptırsa kendini, Siddhartha durumu hep alayla karşılamıştı. Ama geçip giden ekin mevsimleri, geçip giden yağmur mevsimleriyle Siddhartha’nın alaycılığı da yavaş yavaş ve farkına varılmaksızın yorgun düşmüş, üstünlük duygusu yatışmıştı biraz. Bir yandan serveti giderek büyürken, o çocuk insanların kimi özelliklerini yavaş yavaş kendine mal etmiş, onların çocuksuluklarından ve korkularından birazı ona da geçmişti. Öyleyken bu insanlara imreniyor, onlara ne çok benzerse, içindeki imrenme duygusu da o kadar büyüyordu. Onlarda bulunup kendisinde eksik olan bir şey vardı, bu yüzden imreniyordu onlara, bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek, ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar. Ama Siddhartha bunu, tam da bunu, bu çocuksu sevinci ve çocuksu budalalığı öğrenmemişti onlardan; inadına kendisinin de aşağıladığı tatsız bir davranış öğrenmişti. Sık sık öyle oluyordu ki, eğlenceyle geçirilen bir gecenin sabahında hayli zaman yataktan çıkmıyor, üzerinde bir sersemlik ve yorgunluk hissediyordu. Çokluk öyle oluyor ki, Kamaswami kendi dertleriyle başını ağrıttı mı, sinirlenip sabırsızlanıyordu. Bir zar oyununda kaybetse, attığı kahkaha fazla yüksek perdeden çıkıyordu çokluk. Yüzünde başkalarının yüzündekinden daha zeki ve ruhani bir ifade vardı, ama seyrek gülüyordu bu yüz, varlıklı insanların yüzünde pek sık rastlanan özellikleri, hoşnutsuzluğu, hastalıklı görünümü, keyifsizliği, miskinliği, seviden yoksunluğu birer birer alıp benimsiyordu. Zenginlerin ruhlarındaki hastalık yavaş yavaş kavrıyordu onu.

Yorgunluk bir tül, ince bir sis gibi yavaş yavaş üzerine çöküyordu Siddhartha’nın, günden güne biraz daha yoğunlaşıyor, aydan aya biraz daha bulanık, yıldan yıla biraz daha ağır oluyordu. Yeni bir giysi zamanla nasıl eskirse, zamanla güzel rengini yitirir, üzerinde lekeler belirir, buruşup kırışır, etek uçları örselenir, kimi yerlerde tatsız püsküller oluşursa, Govinda’dan ayrıldıktan sonra Siddhartha’nın yaşamaya başladığı yeni yaşam da eskimiş, yıllar geçtikçe rengini ve parlaklığını yitirmiş, üzeri lekelenip buruşukluk ve kırışıklıklarla kaplanmıştı. Aslında henüz gizli saklı olmakla beraber sağda solda düş kırıklığı ve tiksinti şimdiden başını uzatmış, bekliyordu. Ama Siddhartha farkında değildi bunun. Fark ettiği tek şey vardı, eskiden içinde uyanıp kendisine en güzel günlerinde izleyeceği yolu gösteren aydınlık ve güvenilir sesin susmuş olmasıydı.

Dünya onu avcuna almış, zevk, şehvet, miskinlik ve nihayet kötü huyların her zaman en aptalcası olduğunu düşünüp hepsinden çok küçümsediği ve alay ettiği açgözlülük onu ele geçirmişti. Ayrıca, mal, mülk ve servet hırsı da yakasına yapışmış, bir oyun, bir süs olmaktan çıkıp bir zincire, bir yüke dönüşmüştü. Siddhartha bu hepsinden kötü bağımlılığı tuhaf ve hileli bir yoldan, zar oyunlarıyla edinmişti. Çünkü yüreğinde Samanalığa son verdiğinden beri para ve değerli eşya karşılığı oynadığı oyuna, daha önce çocuk insanların bir alışkanlığı diye bakıp gülümsediği, umursamadığı kumara giderek artan bir hırs ve tutkuyla sarılmıştı. Yaman bir oyuncuydu, onunla oynamaya cesaret eden pek az kişi vardı, öyle ufak şeylere oynamıyordu çünkü. Gönlündeki bir gereksinimden oynuyordu kumarı, rezil parayı kaybedip çarçur etmek, onu öfkeyle karışık bir sevince boğuyordu; zenginliğe, ticaretle uğraşanların taptığı bu puta karşı küçümsemesini başka hiçbir yoldan daha belirgin ve daha alaylı gösteremezdi. Dolayısıyla yüksek ve acımasızca oynuyor, kendi kendinden nefret ederek, kendi kendisiyle alay ederek sürüyle para kazanıyor, sürüyle para kaybediyor, paradan, mücevherden, sayfiye evinden oluyor, yeniden kazanıyor bunları, yeniden kaybediyordu. Zar atarken, ortada dönen paranın yüksekliğiyle kalbi çarparken duyduğu korkuyu, o müthiş ve soluksuz bırakan korkuyu seviyor, sürekli yeniden tatmaya çalışıyor onu, sürekli büyütmeye çalışıyor, yalnızca bu duygudadır ki kendi doymuş, pörsümüş, yavanlaşmış yaşamının ortasında mutluluğa, esrikliğe benzer, yücelmiş bir yaşama benzer bir şeyler hissedebiliyordu. Ve her yüklü kayıptan sonra yeni zenginliklerin planını yapıyor, kendini eskiden büyük bir çabayla ticaret işine veriyor, borçluları daha çok sık boğaz edip ödemeye zorluyordu borçlarını, çünkü ilerde de kumar oynamak, ilerde de kaybetmek, ilerde de zenginliğe karşı küçümsemesini açığa vurmak istiyordu. Siddhartha kaybettiği zamanlar serinkanlılığını eskisi gibi koruyamıyor, eli ağır borçlulara karşı eskisi gibi sabır gösteremiyordu artık; dilencilere karşı iyi kalpliliğini yitirmiş, bağış için gelenlere bağışta bulunmaktan, borç isteyenlere borç vermekten zevk almaz olmuştu. Bir zar atışta kucakla para kaybetmekle kalmayıp üstelik buna gülen Siddhartha ticaret işinde daha katı ve cimri birine dönüşmüştü, geceleri bazen para görüyordu düşünde. Ve bu çirkin büyüden her uyanışında, yatak odasının aynasına bakıp yüzünü yaşlanmış ve çirkinleşmiş bulduğu her seferinde, utanç ve tiksinti üzerine her çullandığında kaçmayı sürdürüyor, kaçıp yeni talih oyunlarına, şehvetin ve şarabın uyuşturucu etkisine sığınıyor, oradan dönüp servet edinme, para biriktirme dürtüsünün eline bırakıyordu kendini. Bu kısır döngüde dönüp durdukta yorgun düşüyor, yaşlanıp kocuyor, hastalanıyordu.

Arınma Yolculuğu



“Siddhartha, giysisini yolda rastladığı yoksul bir Brahmana verdi. Kendisi edep yerini örten bir bez parçası ve haki renkte dikişsiz bir üstlükle kaldı. Günde yalnız bir öğün yemek yiyor, pişmiş şeyleri hiç ağzına koymuyordu. On beş gün oruç tuttu bir defasında, bir defasında da yirmi sekiz gün. Kalçalarındaki et eriyip gitti. Büyümüş gözleri sıcak düşlerle yandı, tutuştu, kuruyup incelmiş parmaklarında tırnakları iyice uzadı ve çenesini çalı gibi, bakımsız bir sakal kapladı. Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü. Tacirlerin ticaretle uğraştığını, prenslerin avlanmaya gittiğini, yaslıların ağlayıp sızlayarak ölülerinin yasını tuttuğunu, fahişelerin gelip geçenlere kendilerini peşkeş çektiğini, hekimlerin hasta tedavisiyle uğraştığını, rahiplerin ekin ekilecek günü saptadığını, sevgililerin seviştiğini, annelerin çocuklarını emzirdiğini gördü, ama bütün bunlar gözlerinin bakışına değmeyecek şeylerdi, hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor hepsi, hepsi soyluluk, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak.

Bir hedef bulunuyordu Siddhartha’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.”

Arınma Yolculuğu



“Siddhartha, giysisini yolda rastladığı yoksul bir Brahmana verdi. Kendisi edep yerini örten bir bez parçası ve haki renkte dikişsiz bir üstlükle kaldı. Günde yalnız bir öğün yemek yiyor, pişmiş şeyleri hiç ağzına koymuyordu. On beş gün oruç tuttu bir defasında, bir defasında da yirmi sekiz gün. Kalçalarındaki et eriyip gitti. Büyümüş gözleri sıcak düşlerle yandı, tutuştu, kuruyup incelmiş parmaklarında tırnakları iyice uzadı ve çenesini çalı gibi, bakımsız bir sakal kapladı. Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü. Tacirlerin ticaretle uğraştığını, prenslerin avlanmaya gittiğini, yaslıların ağlayıp sızlayarak ölülerinin yasını tuttuğunu, fahişelerin gelip geçenlere kendilerini peşkeş çektiğini, hekimlerin hasta tedavisiyle uğraştığını, rahiplerin ekin ekilecek günü saptadığını, sevgililerin seviştiğini, annelerin çocuklarını emzirdiğini gördü, ama bütün bunlar gözlerinin bakışına değmeyecek şeylerdi, hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor hepsi, hepsi soyluluk, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak.

Bir hedef bulunuyordu Siddhartha’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.”