Showing posts with label Carlos Maria Dominguez. Show all posts
Showing posts with label Carlos Maria Dominguez. Show all posts
Monday, December 25, 2017
Kitap Tutkusu
“Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanına. Tıpkı kütüphanedekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerine sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okumayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz.
Nihayetinde, kütüphanenin boyutu önemlidir. Bedbaht bahaneler ve sahte mütevazılıklarla sergilenirler gözler önüne, serilmiş devasa bir beyin misali. Sırf ziyaretçilerinin kütüphane raflarındaki kitaplara hayran hayran bakabilmeleri için mutfakta kahve hazırlama işini kasten uzatan bir filoloji profesörü tanıdım. Mevzunun tamamlandığını düşündüğü an elinde tepsi ve yüzünde tatminkâr bir gülümseme ile girerdi salona.
Biz okurlar, sadece eğlence amaçlı olsa bile, arkadaşlarımızın kütüphanesini gözleriz. Bazen sahip olmadığımız ama okumak istediğimiz bir kitabı bulmak için yaparız bunu, bazense karşımızdaki hayvanın ne ile beslendiğini öğrenmek için. Bir meslektaşımızla salonda otururken odadan şöyle bir çıkar ve döndüğümüzde onu kitaplarımızı koklarken buluruz.”
Kitap Sayfalarındaki Patikalar
“Bana Carlos’un iki aydır 19. yüzyıl Fransız yazarlarını mum ışığında okumak gibi bir alışkanlık edindiğini söylemişlerdi; bunun için gümüş bir şamdan kullanıyordu. Bir süre önce bu konuyu konuşmuştuk, çünkü ben de Goethe’yi Wagner operası dinleyerek ya da Baudelaire’i Debussy eşliğinde okumayı severim. Bu, yolculuğun bir parçasıdır ve sizi temin ederim alınan haz, her anlamda, en üst düzeydedir. Belki alçak sesle bir şey okurken harfleri algılanamaz bir frekansta yaydığımızın farkındasınızdır. Oysa sesi susturmuyoruz. Ses orada, kısık ama mevcut; asla namevcut değil. Bir enstrümanın partisyonu gibi takip eder hattı ve sizi temin ederim, görme duyusu kadar temeldir. Bu, bir tim, kelimeleri ve cümleleri saran bir melodi yaratır, haliyle de buna bir de çok yüksek sesli olmayan bir müzik eklendiğinde kulak zarının derinliklerinde, konuşmacıların ve kendi sesinizin arasında ahenkli bir kontrpuan oluşur. Belli bir desibeli geçerse şayet, müzik bireyin sesini örter ve metnin sesini öldürür. Sadece bununla da kalmaz, okuru üçkâğıda da getirir. İyi bir konserin eşlik ettiği kötü bir nesir, olduğundan çok daha iyi tınlayabilir.
Elektriğin icadından önce yazılan eserleri mum ışığında okumanın esprisini yapardık. Gereksiz bir antikalık gibi gelebilir kulağa, fakat bir yağlıboya resme mum ışığında baktığınızda, ne kadar iyi aydınlatılırsa aydınlatılsın, resmin normalde olduğundan çok daha farklı bir hal aldığını görürsünüz. Pigmentlerden yansıyan ışıkla, yağla ve resmin bulunduğu odayla bir ilgisi olmasa da baktığınız tablonun yeni bir tabloya dönüştüğünü, gölgelerin hayat bulduğunu söyleyebilirim. Boşluklar genişler ve kişi ortaya çıkan bu yeni boyutun içine girer.
Kimi kitaplarda da benzer bir durum oluşur çünkü bir sayfa da aslında çetin bir çizimdir. Kendi ritim ve kompozisyon kuralları dâhilinde ünlü harflerden ünsüzlere doğru akarak, seçilen fonta, kenar boşluğuna, kullanılan kâğıdın kalınlığına, sayfa numaraları sağda veya ortada oluşuna göre ve bunlar gibi sonsuz ayrıntı sonucu ortaya çıkan küçük figürlerin ve satırların oyunuyla harika bir nesne meydana gelir. Baskı ne kadar yeni ve kâğıt ne kadar beyaz olursa olsun, mum ışığında, ona muazzam bir albeniyle değer ve nüans katan bir bakır küfüne boyanır sayfa. Ve patikalar nasıl da bir hazza dönüşür ama...”
“Ne patikası?” diye sordum, huzursuzca; doğru duyup duymadığımdan emin değildim.
“Bakın, bu eski bir tartışma konusudur. Kimse asıl olay yazarın yeteneğinde mi yoksa baskının güzelliğinde mi, tam emin olamaz. Farklı görüşler vardır fakat pek çok okurun kitabın iyi ve okunmaya değer olup olmadığını anlaması için patikalara bakması yeterlidir.”
Delgado kütüphanesine gitti ve Eugénie Grandet’nin eski bir baskısını alıp bana verdi. Benden kitabı açmamı ve herhangi bir sayfada, kelimelerin arasında yatay ya da dikey yollar bulmamı istedi. İşin aslı satır satır uzayan, paragraflarla kesişen, zaman zaman yanda kesilen ve soldan sağa, sağdan sola ya da serbest düşüş şeklinde çapraz bir gidişat tutturan uzun yollar buldum.
“Cümle diziliminde belli bir ritmi olmayan bir yazar bunu başaramaz. Şayet tek bir cümlede dörtten fazla hecesi olan iki ya da üç sözcükle dili bozarsa, yolu ve muhakkak ki ritmi de bozmuş olur. Sayfada o yolu arar durursunuz ama bulamazsınız. Fazla ufak ya da fazla büyük, özensiz bir baskı gözün, gizliden gizliye diyelim, takip ettiği bu figürleri de bozar.
Brauer bunun yazara, daha doğrusu onun üslubuna, hiyerarşisine bağlı olduğunu düşünmeye meyilliydi fakat ben bundan pek emin değilim.”
Patikaların her sayfada yinelendiğini ve tuhaf figürler oluşturduğunu gördükten sonra etkilenmiş bir şekilde kitabı ona verdim.”
Kağıt Ev
“Yıllar boyunca kitapların masa bacağı yahut üst üste dizilip üstlerine bir örtü serilerek komodin işlevi gördüklerine tanık oldum; pek çok sözlük asıl amaçları için kullanıldığından daha çok, ütü ve düzleştirici olarak kullanılmıştır ve hiç de az değildir içlerinde mektuplar, banknotlar ve sırlar saklayan, raflara gizlenmiş kitapların sayısı, insanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.
Bir vazo, bir kahve makinesi yahut bir televizyon bir kitaptan çok daha önce eskir yahut kırılıp bozulur. Bir kitap, sahibi onu parçalamak, sayfalarını yırtmak, ateşe atmak istemediği sürece işlevini yitirmez. Arjantin’deki son askerî diktatörlük döneminde pek çok insan kitaplarını tuvaletlerde, banyolarda yaktı veya bahçelere gömdü. Adları kötüye çıkan ciltler, tehlike oluşturmaya başlamıştı. Kitaplar ve kendi hayatları arasında bir seçim yapmak zorunda kalan Arjantinliler kitaplarının cellatları olmayı seçtiler.
Uzun uzun çalışılan, tartışılan kitaplar, insanların içinde tutkular uyandıran, vazgeçilemez vaatler sunan ve eski dostlarından ayrı kalan kitaplar, havaya saçılan küller halinde göğe yükselmişti.
Ben buna cüret edemedim. Ani ve didik didik bir arama sonucunda bulunacaklarının farkında olduğum halde dergileri büküp büküp duş perdesi borusunun içine soktum, en çok korkulan kitapları dolapların, kitaplığın diplerine sakladım. Kitaplar bir yığın insanı suçlu durumuna düşürmüş, onların hayatlarını mahvetmişti.”
Subscribe to:
Posts (Atom)