Showing posts with label şii-sünni. Show all posts
Showing posts with label şii-sünni. Show all posts

Friday, May 11, 2018

Kaçak göçmen taşımacılığı


“Kaçak göçmen taşımacılığının iki yüzü vardı: İlkinde, mal, yani insan, varacağı noktada alıcıya teslim edilir ve kaçırılma hizmetinin bedelini gittiği ülkede zorunlu biçimde çalışarak ödemeyi sürdürürdü. Diğerindeyse, alıcı malın kendisiydi ve bir defaya mahsus ödediği bedel karşılığında gideceği yere götürülür, sonra da ne hali varsa görürdü! Ancak dünya değişiyor, dolayısıyla ilk uygulama daha çok yaygınlaşıyordu. Yeryüzündeki bölgeler arası gelir dengesi, ayla dünya arasındaki birinde hayat yok – diğerinde var endeksine yaklaşmaya başladığından, kaçak göçmen taşımacılığının bir yüzü, diğerine göre, her gün katlanarak şişmanlıyordu. Bunun bir başka nedeni de, kendisinden çok daha kârlı olan yan ticaretler oluşturabilme potansiyeliydi. Kaçak göçmenin kaçak işçiye dönüştürülerek kaçak mal üretiminde kullanılması, sürdürülebilir ekonomi ve sürdürülebilir kötülük açısından olağanüstü bir avantajdı. Çünkü kötülüğün de sürdürülebilmesi için belli miktarda bir çaba harcamak şarttı. Her şeyi insan doğasından beklememek gerekiyordu! Her neyse...

Kaçak üretim maliyetleri, Çin’den yapılan ithalat masraflarından bile düşüktü. Hatta sırf bu yüzden, Her Şey Dahil turizminde, kârın, gidilen ülkede yapılacak olan alışverişlerden beklenmesi nedeniyle ulaşımın, bazı durumlarda da konaklamanın bile neredeyse bedava olması gibi, yasadışı taşıma hizmetlerinin de sembolik ücretlerle sunulduğu durumlar çoğunlukta olmaya başlamıştı. Kâbil’den Marsilya’ya ya da İslamabad’dan Napoli’ye kalkan bedava işçi servisleri kıtalar arasında mekik dokuyordu! Bu da, bizim depodan geçen profillerin daha da kırık burunlu olması anlamına geliyordu. Gittikleri ülkede özgürlük hayalleri kuranların yerini, bir yılda bir inek parası biriktirip ailelerine gönderebilmek uğruna yıllarca zorunlu olarak çalıştırılmayı göze almış olanlar devralmıştı. Bunların yarısı yolculuklarına bütün bunların farkında olarak çıkıyor, diğer yarısı da, başına geleceklerden habersiz, dünya üzerindeki refahtan payını almaya gittiğini sanıyordu. Kaçak göçmen taşımacılığı, artık gerçek bir köle ticaretine dönüşmüştü. Sektörde kullanılan tekniklere bakıldığında, şiddet bir güneş gibi öne çıkıyordu. Yine de, geçmişte olduğu gibi savaşlar kazanıp köleler edinmek, pazarlar kurup açık artırmalar düzenlemek hayli yorucu ve zaman kaybettirici olduğundan, çağdaş dünya, mucizevi bir araç olan, özgür iradenin yönlendirilmesine yoğunlaşmıştı. Her ne kadar geleneksel şiddet yöntemlerini uygulayan ve çoğunlukla fuhuş sektörüne sermaye sunan yapılar varlıklarını sürdürse de, insan ticaretinin en geçerli aracı, ikna etmekti. Tabii ki bu da şiddetin bir türüydü ama işin sonunda ortalık o kadar da kirlenmiş olmuyordu.”

**

“... birkaç ay önce, iki adım ötemde, bir Lübnanlı başka bir Lübnanlıyı kafasına bir torba geçirip boğmaya kalkmıştı. Sonradan anlaşılmıştı ki ikisi de Beyrut’tan gelmişti. Biri Şii, diğeri Sünni’ydi. Şii olanın mahallesindeki pazarı Sünniler, Sünni olanın sokağındaki camiyi de Şiiler havaya uçurmuştu. En az bir Ulsteer Volunteer Force militanıyla bir IRA militanı kadar yan yana gelmemesi gereken bu deliler, nasıl olduysa gözden kaçmış ve aynı kafileye konmuştu. Tabii ki bütün bunları, Aruz’un telefondaki tercümeleriyle öğrenmiştik. Ayaküstü görülen o tele-mahkeme sonucunda, ikisinin de gidecekleri son noktaya kadar ellerinin bağlı kalmasına karar verilmişti. Her nereye gideceklerse, orada boğazlayabilirlerdi birbirlerini. Zaten onlar hiçbir şey yapmasa bile çocukları gırtlaklaşmaya devam edecekti. Çünkü mezhep savaşları da moda gibiydi. Yirmi yılda bir kendini tekrar ederdi. En azından, Ortadoğu’da. Batı’da insanlar kendilerine yakışanı giymeyi çoktan öğrenmiş olduğundan, artık sadece fosil yakıtlar gibi asil renkler için kan döküyorlardı. Ancak “Avrupa Parlamentosu ve Beyaz Saray’daki halılardan kan lekesi çıkarmak özellikle zordu, bu yüzden de savaşı evlerine sokmuyorlardı. Ama sonuçta onlar da insandı ve bütün insanlar gibi, benzerleriyle savaşmak için can atıyorlardı. Bunun için de birbirlerinin kulaklarına “Çıkışa gel!” diye fısıldıyor ve Batı medeniyeti sınırlarını artlarında bıraktıkları anda, başkalarının evlerinde boğuşmaktan geri durmuyorlardı. Dünyanın politik Greenwich’i olduğuna inandığı için sadece saatlerin değil, mevsimlerin bile kendisine göre ayarlanmasını isteyen ve herkesten de yarattığı bu iklimlere uygun kumaşlara bürünmesini bekleyen İsrail’in durumu tabii ki farklıydı. Çünkü İsrail, simsiyah kumaşlar içinde, kendi sisinden çıkıp etrafa Davut yıldızları fırlatan, nevrotik bir çöl ninjasıydı. Son olarak da Türkiye, doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulimik ve depresif bir genç kızdı. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman oluyor, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlıyordu. ”


Tuesday, April 26, 2016

Shiism in Iran

Around the time that Osman was creating his state in Anatolia, a native of Azerbaijan named Safi al-Din (1252–1334) founded a Sufi brotherhood in Ardabil, whose followers came to be known as Safavids. By the late 15th century, this brotherhood had morphed into a militant Shiite–Sufi movement that held its leader to be either the hidden Imam or God Himself. At the turn of the 16th century, the leader of the Safavid order, a teenager named Isma‘il, came out of hiding and set about conquering Iran; by 1501, he was the region’s shah with a capital at Tabriz. In 1514, however, the Safavid forces were defeated by the Ottomans at Chaldiran, with three signifi cant consequences: first, the modern Turkish–Iranian border was set; second, having lost the battle (and their claim to divinity) to Ottoman gunpowder, the Safavid shahs acquired gunpowder too; and third, with Ottoman forces encroaching on their western provinces, subsequent shahs moved the capital eastwards, eventually settling on Isfahan under ‘Abbas I (r. 1587–1629).

In moving eastwards, the Safavids were distancing themselves from their original Turkmen power-base, and digging their heels into Iran’s heartland. The religious character of the state was purged of its radical ideas, which were replaced with orthodox, Twelver Shiism (while Turkish elites were replaced with Persian ones). This form of Shiism was forcibly imposed on a largely Sunni population, and Shiite scholars from Bahrain, Greater Syria, and Iraq were imported to Isfahan, where both religious and secular culture flourished. To his capital in Isfahan, ‘Abbas also shifted populations from provincial towns to create a cultural and economic hub. It was thus under the Safavids that Iran’s modern borders and religious and cultural identities were brought into clear focus – in sharp contrast to the tolerant heterogeneity of the Ottoman empire. Persian literature reached new heights and, to the extent that both the Ottomans and Mughals (or ‘Moghuls’, Persian for ‘Mongols’) had adopted Persian as the language of high culture (in pre-Ottoman Anatolia and pre-Mughal India), the Safavids were at the very centre of Islamic civilization. After the death of ‘Abbas II (r. 1642–66), however, decline set in: natural disasters (famines, earthquakes, and the spread of diseases) combined with ineffectual rulers to leave a political vacuum that was filled by Shiite ‘ulama’, or ‘mullahs’, who tightened Shiism’s hold on society. Imposing one’s religion by force is no way to win friends and influence people, and embittered Sunni tribesmen from Afghanistan overran the

Safavids in 1722, putting an end to their rule. Political unity – and Shiism – returned to Iran with the Qajars (1794–1925), who ushered Iran into modernity.

Sunday, April 24, 2016

Islamic History: A Very Short Introduction


Muhammad died in 632, having been the religious and political ruler of the Muslim state since it was created in 622, and clearly someone else had to take charge of affairs in his absence. But who would this be, and how would he be chosen? One solution proposed was that the communal elders should get together and choose the most suitable candidate from amongst Muhammad’s tribe (Quraysh). This is what Sunnis think, and such a consultation (shura) is the basis on which some of the earliest caliphs were selected. But what if Muhammad himself, with God’s inspiration, had actually nominated a suitable successor in his lifetime? Shiites believe that this is what happened and that ‘Ali was chosen; according to them the office passes through ‘Ali’s direct descendants from one generation to the next. As seen in Chapter 1, Shiites could not always agree on the precise line of the imam’s descent, which created further schisms. What if ‘Ali turned out to be a disappointing leader, as those who would become the Kharijites thought? For them, the caliph should simply be the most suitable candidate for the job, regardless of lineage (and when ‘Ali turned out not to be the one, they killed him). Others thought that a leader’s ability to take control of the state should be the decisive factor. After all, if God is guiding events, and He brings power into the hands of a particular person or family, who can argue? This was the Umayyad point of view. The list can be greatly extended, but the point should be clear: not only did the caliphate fail to unite the umma, it was the chief cause of divisions within it. And instead of unleashing the umma’s collective power, Muslims throughout the course of Islamic history have expended much of their intellectual and physical energies fi ghting amongst themselves about it.

Tuesday, January 5, 2016

Orta Doğu Toplumları

Orta Doğu toplumları, bugün dünyada geçerli olan uluslararası ilişki modelini ve bu modele göre işleyen iç ve dış egemenlik kurumlarını iki sebepten oluşturamadı. Birinci sebep aşiret yapılarının, daha üst ulus örgütlenmesine geçişi engellemesi, ikincisi ise güçlü ve derin mezhep yapılarının alternatif bir bağlılık odağı oluşturmasıydı. Bu genel standardın dışına Osmanlı sayesinde bütünüyle sadece biz çıkabildik. Unutmayalım mezhep ihtilafları toplumsal-siyasal çatışmaların sebebi değil sonucudur. Suud hanedanı İran'a mezhep farkı yüzünden değil, çıkarları çeliştiği için düşman. Bu düşmanlıkta avantajlı konuma geçmek için mezhep ihtilafına sarılıyor. Böylece politikasına toplumsal destek arıyor ve maalesef buluyor. Ekleyelim: İslâm tarihi boyunca mezhep ihtilaflarının hiç biri itikada dair yorum farkından çıkmamıştır, siyasî içtihat farkları kendine mezhep kisvesi uydurmuştur.
Yüzyıllar boyu Osmanlı ve İran, Türk unsurun hakimiyetinde birbirinin amansız düşmanı olarak savaştılar. Sonunda bir taraf galip gelmeyince, en uzun süreli barışı kurdular. 19. yüzyıl başında bu denge Arap yarımadasında ortaya çıkan ve bugün Suud yönetimi tarafından temsil edilen Selefi mezhebinin devreye girmesi ile bozuldu. Sultan Abdülhamid'in Necef ulemasını harekete geçirerek çok emek harcadığı Şii-Sünnî uzlaşması, bugünün siyasî ihtilaflarını çözmek için model olmalı. 

Zaman Gazetesi, 5 Ocak 2016