Showing posts with label Avrupa. Show all posts
Showing posts with label Avrupa. Show all posts

Tuesday, November 17, 2020

Europe

 


THE MODERN WORLD, FOR BETTER OR WORSE, SPRINGS from Europe. This western outpost of the great Eurasian land mass gave birth to the Enlightenment, which led to the Industrial Revolution, which has resulted in what we now see around us every day. For that we can give thanks to, or blame, Europe’s location.

The climate, fed by the Gulf Stream, blessed the region with the right amount of rainfall to cultivate crops on a large scale, and the right type of soil for them to flourish in. This allowed for population growth in an area in which, for most, work was possible all year round, even in the heights of summer. Winter actually adds a bonus, with temperatures warm enough to work in but cold enough to kill off many of the germs which to this day plague huge parts of the rest of the world.


Good harvests mean surplus food that can be traded; this in turn builds up trading centres which become towns. It also allows people to think of more than just growing food and turn their attention to ideas and technology.


Western Europe has no real deserts, the frozen wastes are confined to a few areas in the far north, and earthquakes, volcanoes and massive flooding are rare. The rivers are long, flat, navigable and made for trade. As they empty into a variety of seas and oceans they flow into coastlines which are, west, north and south, abundant in natural harbours.


If you are reading this trapped in a snowstorm in the Alps, or waiting for flood waters to subside back into the Danube, then Europe’s geographical blessings may not seem too apparent; but, relative to many places, blessings they are. These are the factors which led to the Europeans creating the first industrialised nation states, which in turn led them to be the first to conduct industrial-scale war. 


**

Geographically, the Brits are in a good place. Good farmland, decent rivers, excellent access to the seas and their fish stocks, close enough to the European Continent to trade and yet protected by dint of being an island race – there have been times when the UK gave thanks for its geography as wars and revolutions swept over its neighbours.



The British losses in, and experience of, the world wars are not to be underestimated, but they are dwarfed by what happened in Continental Europe in the twentieth century and indeed before that. The British are at one remove from living with the historical collective memory of frequent invasions and border changes.


There is a theory that the relative security of the UK over the past few hundred years is why it has experienced more freedom and less despotism than the countries across the Channel. The theory goes that there were fewer requirements for ‘strong men’ or dictators, which, starting with Magna Carta (1215) and then the Provisions of Oxford (1258), led to forms of democracy years ahead of other countries.


It is a good talking point, albeit one not provable. What is undeniable is that the water around the island, the trees upon it which allowed a great navy to be built, and the economic conditions which sparked the Industrial Revolution all led to Great Britain controlling a global empire. Britain may be the biggest island in Europe, but it is not a large country. The expansion of its power across the globe in the eighteenth, nineteenth and twentieth centuries is remarkable, even if its position has since declined.


Friday, December 14, 2018

Sarı Yelekliler



Benzin fiyatlarına yapılan zamla başlayan ve 3. haftasında tüm Fransa’yı etkisine alan ‘Sarı Yelekliler’ hareketi Türkiye’nin de gündeminde. Paris’teki şiddet olayları nedeniyle dünyanın dikkatini çekmiş olsa da aslında Fransa bu tür kitlesel ayaklanmalara yabancı bir ülke değil. Sonuncuları 1995, 2003 ve 2005’te olmak üzere son 200 yılda ülkede hayatı durduran 24 büyük ayaklanma oldu. Bunlara 2007 ve 2010’daki 2 milyon’un üzerinde katılımcının olduğu dev hükümet karşıtı gösteriler dahil değil. Fransa’da 3 yaşında bir çocuk grevin ne anlama geldiğini ve bir hak olduğunu anaokulunda öğrenir. Ortaokul yaşına gelmiş 3 Fransızdan ikisi büyük bir gösteriye katılmıştır. Bugün Batı dünyasında hak kabul edilen veya norm olarak görülen temel hak kazanımlarının ekseriyeti için Fransız halkı tarih boyunca kan dökmüş, can vermiş ve yüzlerce yıl savaşmıştır. Ancak, Facebook üzerinden başlayan ve benzin fiyatlarına getirilen çevreci vergi uygulamasıyla tetiklenen ‘Sarı yelekliler’ eylemleri mahiyet olarak alışageldiğimiz Fransız ayaklanmalarından biraz farklı görünüyor. Türkiye’de sık sık Gezi olaylarına benzetildiğini görüyoruz. Ancak, Fransız İhtilali ile doğan ‘Sans Culottes’ (Donsuzlar) ile Sarı yelekliler arasındaki benzerlikler dikkat çekici. Türkçeye ‘Baldırı çıplaklar’ olarak geçen ‘Sans Culottes’ (Donsuzlar) Fransız ihtilalinde kısa ömürlü ancak etkisi yüzyıllara yayılmış bir grup. Paris sokaklarında terör estirerek siyasi taleplerini kabul ettirmiş bir hareket. Terör kavramı bugün radikal dini örgütlerin ve ayrılıkçı hareketlerin siyasi bir aracı olarak bilinir. Ancak, Sans Culottes’lar yöneticilerde ve halkta panik ve korku oluşturmak amacıyla rastgele şiddetin bir siyasal dönüşüm aracı olarak kullanılmasını öngören terör kavramının mucididir. Fransız İhtilali’yle doğan bu hareketin ismini dönemin aristokratları koymuştur. O dönemin kıyafet adabının aksine sade kıyafet giymeleri, köylü, düz işçi ve küçük esnaftan oluşan bir grup olmaları nedeniyle aşağılama amaçlı kullanılan bu tanımı sahiplenmişler, Fransız İhtilali’nin ilk yıllarında büyük rol oynamışlardır. Hareketin öne çıkan liderleri hiç olmamıştır. Robespierre’in bu hareketi sahiplenmesine kadar kendi oluşturdukları konseylerde örgütlenmişler ve başta Paris olmak üzere şehirleri kendi aralarında bölgelere bölmüşler ve yönetmişlerdir. 

Aristokratları öldürerek, zenginlerin mallarına el koyarak ve sokakları yağmalayarak Fransa’da bugün ‘terör yılları’ olarak bilinen dönemde çok etkin olmuşlardır. Baldırı çıplakların en büyük ve kanlı gösterileri yine bugün olduğu gibi Paris’in dünyaca ünlü Şanselize (Champs-Elysees) caddesinde olmuştu. Bugün Şanselize’de araçları dükkanları yağmalayan Sarı yelekliler Fransa’yı yönetenleri terörize etmekte.

Fransız İhtilali’ni gerçekleştirerek kraliyet ailesini öldüren ve aristokrasiyi sonlandıran Paris burjuvası, Sans-culottes’ları ‘radikal’ olarak niteliyordu. Çünkü onlar tüm vatandaşların siyasi karar alma süreçlerine katılmasını talep ediyor ve bu taleplerini ‘doğrudan demokrasi’ olarak tanımlıyordu. Fransız ihtilalini yapan jakobenler ise ‘halk için halka rağmen’ anlayışını savunuyor, sans-culottes hareketini küçük görüyordu. Bugün de Sarı Yeleklilerin ortaya çıkmasının ardından Paris elitleri ve kurumsal muhalefet tıpkı Fransız İhtilali’ni yapanların baldırı çıplakları küçümsemesi gibi tahkir etme yolunu seçti. Bu da her cumartesi yapılan gösterilerde şiddetin daha da artmasına yol açtı. Bugün de belki kısa soluklu olarak ‘Sarı Yelekliler’ eylemlerinin Fransız siyasetinde köklü değişikliklere yol açması sürpriz olmaz.

Fransa’da son 20 yıldır siyaset ve kamu hayatını dönüştüren tektonik depremleri hep iki sınıf arasındaki kavgalar belirliyor. İki Fransa arasında bitmeyen bir kavga. Bir tarafta otomotiv, demiryolu, nükleer enerji, kozmetik, moda gibi sektörlerde dünya lideri öbür tarafta şehir merkezlerinde her gün bir işyerinin daha kapandığı hayalet şehirler. Bir tarafta 5 km2’de 60 farklı milliyetten insanın yaşadığı kozmopolit Paris, 2 saat uzağında aşırı sağcı partilerin yüzde 65 oy aldığı Henin-Beaumont. Bir tarafta Fransa’yı dünyanın start-up merkezi yapmayı, Paris’in Londra’nın yerini alıp Avrupa’nın finans merkezi olmasını isteyenler. Öbür tarafta, geçmişte kan dökerek kazandığı sosyal haklarını birer birer kaybeden ve ayda bir konsere gitmeyi artık lüks gören eski orta sınıf. İki yıl önce bir ailede kişi başı 1923 euro gelir düşerken, bugün bu rakam 1700 euro’ya düştü. Cebindeki para her geçen gün azalırken, sigaraya, benzine vs. gelen tüketim vergileri özellikle taşrada yaşayanları daha kötü etkiliyor. Bu bölünmenin üstüne fakirlik sınırının altındaki göçmenleri, son 3 yıla damgasına vuran terör olaylarını, mülteci akınını ilave edin. Bir Fransa küreselleşmenin nimetlerinden yararlanmanın hayallerini kurarken, ikinci Fransa ‘geride bırakılmışlık ve unutulmuşluk hissi’ ile her geçen gün daha da öfkeleniyor.

Emre Demir, Kronos

Saturday, November 10, 2018

Putumayo



Komisyon'un gelmesini beklerken hiç vakit kaybetmedi. Birkaç kişiyle görüştü, ama özellikle listeleri, deponun hesap defterlerini ve yönetimin kayıtlarını inceledi. Julio C. Arana Şirketi'nin, yerlilere ve ayrıca ustabaşlarıyla "çocuklar"a veresiye verilen yiyeceklerin, ilaçların, giyim eşyalarının, silahların ve araç gereçlerin fiyatlarını ne miktarda artırdığını saptamak istiyordu. Yüzdeler üründen ürüne değişiklik gösteriyordu, ama değişmeyen bir şey varsa o da, deponun, satılan bütün malzemenin fiyatlarını iki, üç, bazen beş katına kadar çıkardığıydı. Roger kendine iki gömlek, bir pantolon, bir şapka, bir çift de arazi çizmesi satın almıştı, bunların hepsini Londra'da üçte bir fiyatına satın alabilirdi. Yalnızca yerliler değil, şeflerinin emirlerini yerine getirmek için Putu-mayo'da bulunan o zavallı serserilerle kabadayılar da soyulmaktaydı. Birilerinin Peru Amazon Şirketi'ne her zaman borçlu kalmasında, ölene kadar ya da şirket onu artık işe yaramaz bulana kadar bağını koparamamasında şaşılacak bir şey yoktu.

Roger'a daha da zor gelen şey, 1893 yılına doğru ilk kauçuk tesisleri yöreye yerleşip de "baskınlar" başladığında Putumayo'da ne kadar yerli bulunduğu, şimdi 1910 yılma gelindiğindeyse geriye ne kadarının kaldığı hakkında yaklaşık bir fikir edinmesi olmuştu. Ciddi bir istatistik tutulmamıştı, bu konuda yazılanlar belirsizdi, rakamlar birinden öbürüne adamakıllı değişiyordu. En güvenilebilir hesabı yapmış olan kişi, (1905 yılında Julio C. Arana'nın topraklarının haritasını çıkarırken yörede gizemli bir şekilde ortadan kaybolan) bahtsız Fransız kâşifi ve etnologu Eugène Robuchon gibi görünüyordu. Onun hesabına göre, bölgedeki yedi kabilenin -Huitoto-lar, Ocaimalar, Muinanlar, Nonuyalar, Andoqueler, Rezı-garolar ve Boraların- nüfusu, kauçuk "uygar insanlar'ı Putumayo'ya çekmeden önce yüz bin kadar olmalıydı. Juan Tizön bu sayıyı fazla abartılı buluyordu. O, yaptığı daha farklı incelemeler ve karşılaştırmalarla, yaklaşık kırk bin rakamının gerçeğe daha yakın olacağını ileri sürüyordu. Her ne olursa olsun, bugün artık on binden fazla kişi hayatta kalabilmiş değildi. Böylelikle kauçuk tüccarlarının zorla uyguladıkları rejim, yerli nüfusunun dörtte üçünü yok etmiş bulunuyordu. Kuşkusuz pek çokları çiçek hastalığı, malarya, beriberi ve daha başka salgın hastalıkların kurbanları olmuşlardı. Ama çok büyük bir çoğunluğu, sömürü, açlık, organlarının kesilmesi, işkence kapanı ve cinayetler yüzünden yok olmuştu. Bu gidişle, soyları tamamen tükenen Iquarasi yerlilerinin başına gelen, bütün öteki kabilelerin de başına gelecekti.”


**
“Doktor Dickey, Büyük Britanya'yla Birleşik Devletlerin Amazonlar'daki acımasızlıklara çare bulma çabalarını onaylıyordu, ama kaderci ve kuşkucu bir insandı: Ona göre, oradaki gidişat değişmeyecekti, ne bugün ne de gelecekte.
"Kötülük bizim ruhumuzda, dostum," diyordu, yarı şaka yan ciddi. "Ondan bu kadar kolay kurtulamayız. Avrupa ülkelerinde ve benim ülkemde pek belli olmaz, ancak bir savaş, bir ihtilal ya da bir isyan olduğunda gün ışığına çıkar. Gözler Önüne serilmesi ve topluca yapılması için bahanelere ihtiyaç vardır. Oysa Amazonlar'da açık açık ortaya konabilir, vatanseverlik ya da din gibi haklı nedenler gösterilmeksizin en korkunç canavarlıklar gerçekleştirilebilir. Sadece ve sadece açgözlülüktür bu. Bizleri zehirleyen kötülük, insanoğlunun olduğu her yerde vardır, yüreklerimize iyice kök salmıştır.”


Sunday, October 7, 2018

How did Europe Conquered the World and Why China, Persians and Ottomans Could Not?

Image result for why europe

The fact that people from a large island in the northern Atlantic conquered a large island south of Australia is one of history’s more bizarre occurrences. Not long before Cook’s expedition, the British Isles and western Europe in general were but distant backwaters of the Mediterranean world. Little of importance ever happened there. Even the Roman Empire – the only important premodern European empire – derived most of its wealth from its North African, Balkan and Middle Eastern provinces. Rome’s western European provinces were a poor Wild West, which contributed little aside from minerals and slaves. Northern Europe was so desolate and barbarous that it wasn’t even worth conquering.

Only at the end of the fifteenth century did Europe become a hothouse of important military, political, economic and cultural developments. Between 1500 and 1750, western Europe gained momentum and became master of the ‘Outer World’, meaning the two American continents and the oceans. Yet even then Europe was no match for the great powers of Asia. Europeans managed to conquer America and gain supremacy at sea mainly because the Asiatic powers showed little interest in them. The early modern era was a golden age for the Ottoman Empire in the Mediterranean, the Safavid Empire in Persia, the Mughal Empire in India, and the Chinese Ming and Qing dynasties. They expanded their territories significantly and enjoyed unprecedented demographic and economic growth. In 1775 Asia accounted for 80 per cent of the world economy. The combined economies of India and China alone represented two-thirds of global production. In comparison, Europe was an economic dwarf.

The global centre of power shifted to Europe only between 1750 and 1850, when Europeans humiliated the Asian powers in a series of wars and conquered large parts of Asia. By 1900 Europeans firmly controlled the worlds economy and most of its territory. In 1950 western Europe and the United States together accounted for more than half of global production, whereas Chinas portion had been reduced to 5 per cent. Under the European aegis a new global order and global culture emerged. Today all humans are, to a much greater extent than they usually want to admit, European in dress, thought and taste. They may be fiercely anti-European in their rhetoric, but almost everyone on the planet views politics, medicine, war and economics through European eyes, and listens to music written in European modes with words in European languages. Even today’s burgeoning Chinese economy, which may soon regain its global primacy, is built on a European model of production and finance.


How did the people of this frigid finger of Eurasia manage to break out of their remote corner of the globe and conquer the entire world? Europe’s scientists are often given much of the credit. It’s unquestionable that from 1850 onward European domination rested to a large extent on the military–industrial–scientific complex and technological wizardry. All successful late modern empires cultivated scientific research in the hope of harvesting technological innovations, and many scientists spent most of their time working on arms, medicines and machines for their imperial masters. A common saying among European soldiers facing African enemies was, ‘Come what may, we have machine guns, and they don’t.’ Civilian technologies were no less important. Canned food fed soldiers, railroads and steamships transported soldiers and their provisions, while a new arsenal of medicines cured soldiers, sailors and locomotive engineers. These logistical advances played a more significant role in the European conquest of Africa than did the machine gun.

But that wasn’t the case before 1850. The military-industrial-scientific complex was still in its infancy; the technological fruits of the Scientific Revolution were unripe; and the technological gap between European, Asiatic and African powers was small. In 1770, James Cook certainly had far better technology than the Australian Aborigines, but so did the Chinese and the Ottomans. Why then was Australia explored and colonised by Captain James Cook and not by Captain Wan Zhengse or Captain Hussein Pasha? More importantly, if in 1770 Europeans had no significant technological advantage over Muslims, Indians and Chinese, how did they manage in the following century to open such a gap between themselves and the rest of the world?

Why did the military-industrial-scientific complex blossom in Europe rather than India? When Britain leaped forward, why were France, Germany and the United States quick to follow, whereas China lagged behind? When the gap between industrial and non-industrial nations became an obvious economic and political factor, why did Russia, Italy and Austria succeed in closing it, whereas Persia, Egypt and the Ottoman Empire failed? After all, the technology of the first industrial wave was relatively simple. Was it so hard for Chinese or Ottomans to engineer steam engines, manufacture machine guns and lay down railroads?

The world’s first commercial railroad opened for business in 1830, in Britain. By 1850, Western nations were criss-crossed by almost 40,000 kilometres of railroads – but in the whole of Asia, Africa and Latin America there were only 4,000 kilometres of tracks. In 1880, the West boasted more than 350,000 kilometres of railroads, whereas in the rest of the world there were but 35,000 kilometres of train lines (and most of these were laid by the British in India). The first railroad in China opened only in 1876. It was twenty-five kilometres long and built by Europeans – the Chinese government destroyed it the following year. In 1880 the Chinese Empire did not operate a single railroad. The first railroad in Persia was built only in 1888, and it connected Tehran with a Muslim holy site about ten kilometres south of the capital. It was constructed and operated by a Belgian company. In 1950, the total railway network of Persia still amounted to a meagre 2,500 kilometres, in a country seven times the size of Britain.

The Chinese and Persians did not lack technological inventions such as steam engines (which could be freely copied or bought). They lacked the values, myths, judicial apparatus and sociopolitical structures that took centuries to form and mature in the West and which could not be copied and internalised rapidly. France and the United States quickly followed in Britain’s footsteps because the French and Americans  “already shared the most important British myths and social structures. The Chinese and Persians could not catch up as quickly because they thought and organised their societies differently.

This explanation sheds new light on the period from 1500 to 1850. During this era Europe did not enjoy any obvious technological, political, military or economic advantage over the Asian powers, yet the continent built up a unique potential, whose importance suddenly became obvious around 1850. The apparent equality between Europe, China and the Muslim world in 1750 was a mirage. Imagine two builders, each busy constructing very tall towers. One builder uses wood and mud bricks, whereas the other uses steel and concrete. At first it seems that there is not much of a difference between the two methods, since both towers grow at a similar pace and reach a similar height. However, once a critical threshold is crossed, the wood and mud tower cannot stand the strain and collapses, whereas the steel and concrete tower grows storey by storey, as far as the eye can see.


What potential did Europe develop in the early modern period that enabled it to dominate the late modern world? There are two complementary answers to this question: modern science and capitalism. Europeans were used to thinking and behaving in a scientific and capitalist way even before they enjoyed any significant technological advantages. When the technological bonanza began, Europeans could harness it far better than anybody else. So it is hardly coincidental that science and capitalism form the most important legacy that European imperialism has bequeathed the post-European world of the twenty-first century. Europe and Europeans no longer rule the world, but science and capital are growing ever stronger. 


Modern science flourished in and thanks to European empires. The discipline obviously owes a huge debt to ancient scientific traditions, such as those of classical Greece, China, India and Islam, yet its unique character began to take shape only in the early modern period, hand in hand with the imperial expansion of Spain, Portugal, Britain, France, Russia and the Netherlands. During the early modern period, Chinese, Indians, Muslims, Native Americans and Polynesians continued to make important contributions to the Scientific Revolution. The insights of Muslim economists were studied by Adam Smith and Karl Marx, treatments pioneered by Native American doctors found their way into English medical texts and data extracted from Polynesian informants revolutionised Western anthropology. But until the mid-twentieth century, the people who collated these myriad scientific discoveries, creating scientific disciplines in the process, were the ruling and intellectual elites of the global European empires. The Far East and the Islamic world produced minds as intelligent and curious as those of Europe. However, between 1500 and 1950 they did not produce anything that comes even close to Newtonian physics or Darwinian biology.


This does not mean that Europeans have a unique gene for science, or that they will forever dominate the study of physics and biology. Just as Islam began as an Arab monopoly but was subsequently taken over by Turks and Persians, so modern science began as a European speciality, but is today becoming a multi-ethnic enterprise.

What forged the historical bond between modern science and European imperialism? Technology was an important factor in the nineteenth and twentieth centuries, but in the early modern era it was of limited importance. The key factor was that the plant-seeking botanist and the colony-seeking naval officer shared a similar mindset. Both scientist and conqueror began by admitting ignorance – they both said, ‘I don’t know what’s out there.’ They both felt compelled to go out and make new discoveries. And they both hoped the new knowledge thus acquired would make them masters of the world.

European imperialism was entirely unlike all other imperial projects in history. Previous seekers of empire tended to assume that they already understood the world. Conquest merely utilised and spread their view of the world. The Arabs, to name one example, did not conquer Egypt, Spain or India in order to discover something they did not know. The Romans, Mongols and Aztecs voraciously conquered new lands in search of power and wealth – not of knowledge. In contrast, European imperialists set out to distant shores in the hope of obtaining new knowledge along with new territories.



Sunday, April 15, 2018

Bosna Savaşı


“Sorgulamanın merkezinde bir sazan üretme çiftliği vardı. Uros’un babası Bosna’nın küçük bir kasabasındaki bir sazan çiftliğinin yöneticisiydi. Ana binanın akan çatısında yapılan tadilat, bu çatıyı kaplamak için kullanılan metal levhalar, ne kadara mal olduğu ve bunu kimlerin ödediği hakkında sorular soruluyordu. Bir kamyon ya da kamyoneti, sürücüsünü ve daha bir yığın şeyi sordular. Bizim için hiçbir anlamı olmayan bu bitmez tükenmez, can sıkıcı ayrıntıların amacı Uros’un babasıyla iki suç ortağının yakınlardaki bir barakaya giderek, kasabanın Müslümanlarının kapatıldığı bu yerde onlara zorla birtakım onur kırıcı cinsel oyunlar oynatacak iddialara göre en sevdikleri “baba-oğul”du ve ardından da sazan kokan elleriyle onları öldürüp cesetlerini göle atacak kadar zamanları olduğunu göstermekti.

Bu prodüksiyonda yer alan bütün sanıklar amatör aktörleri andırıyorlardı: İnsan’dan çok Robot gibi konuşuyor, kötülüğü herhangi bir şey kadar mekanik bir hikâye çizgisine dönüştürüyorlardı. Suçlananların hiçbiri en ufak bir suçluluk duymuyordu. Ülkeyi mahveden bütün o insanlardan liderler, politikacılar, generaller, askerler, dolandırıcılar, katiller, mafya üyeleri, yalancılar, hırsızlar, kötüler ve gönüllüler hiçbiri öne çıkıp ben suçluyum, demeye istekli değildi. “Suçlu” sözcüğünü onlardan daha önce dc duymamıştım, Igor’la mahkeme salonunda otururken de duymadım, şimdi duymayı da beklemiyorum zaten. Hepsi de sadece görevini yerine getiriyordu. İnsan duvara çivi çakarken suçluluk duyar mı? Hayır. İnsan o çiviye bir resim asarken suçluluk duyar mı? Hayır. İnsan yüz kişiyi döverek öldürmüşse suçluluk duyar mı? Yine hayır.

Coşkulu destekleri olmadan savaşın gerçekleşemeyeceği yüzbinlerce adsız insanın ne düşündüğünü merak ettim. Onlar suçluluk duyuyor muydu? Peki ya ülkeyi doldurmuş yabana politikacı, diplomat, delege ve askeri personel sürüsü? Sadece büyük paralar kazanmakla kalmadılar; BM ya da temsil ettikleri kurumsal hiyerarşide, terfinin yanı sıra kurtarıcı sıfatı kazandılar. (Üstelik Hırvatistan ve Bosna çok da zorlu görev yerleri sayılmazlardı: Otellerindeki hizmet çok iyi, yemekler düzgündür, Adriyatik kıyısı yakındır.) Onlar suçluluk duydular mı? Onlar da sadece görevlerini yerine getiriyordu. Tıpkı Saraybosna sokaklarındaki kadına ateş eden tepedeki tetikçi gibi. Tıpkı o kadının fotoğrafını çeken (oysa ambulans çağırmayı hiç akıl edememişti) ve yılın en iyi savaş fotoğrafı ödülünü kazanan yabancı fotoğrafçı gibi. Kaldırımda kanı fışkırıp, can çekişen zavallı kadın, farkında olmasa da savaşı otantik bir şekilde temsil ederek görevini yapıyordu. Selim’in babasının ölümünün suçlusu kim? Bizim Uros'umuzun ölümünün suçlusu peki? Ya Igor ile beni adalet açlığıyla koltuklarımıza çivileyen kim? Bu kimin suçu?”


Saturday, November 25, 2017

Why are some parts of the world rich, and other parts poor?



This “great divergence” is even more intriguing given how relatively recent it is: 500 years ago the west was no richer than the far east, while 1,000 years ago, the Islamic world was more developed than Christian Europe in everything from mathematics to philosophy, engineering to technology, agriculture to medicine; the medieval German nun and writer Hrotsvitha called Islamic Córdoba “the ornament of the world”.

By 1600, however, the Islamic world had fallen behind western Europe, and for centuries the Middle East has been beset by slow growth, persistent poverty and seemingly intractable social problems. North-western Europe, by contrast, became the richest corner of the world, the hub of industrialisation and globalisation. In this sweeping and provocative book, the economic historian Jared Rubin asks how such a dramatic reversal of fortunes came about.


Rubin has no time for those who see the answer in any supposed “backwardness” of the Muslim faith. The successes of medieval Islam alone show that there is nothing against progress in its religious doctrine: “The superiority of the learned man over the devout is like that of the moon over the rest of the stars,” states one of Muhammad’s hadiths. Instead, Rubin argues that differences in the way religion and government interact caused the economic fortunes of Europe and the Middle East to diverge.


The driving motivation of most rulers is not ideology or to do good, but to maintain and strengthen their hold on power: “to propagate their rule”. This requires “coercion” – the ability to enforce power – and, crucially, some form of “legitimacy”. In the medieval world, both Islamic and Christian rulers claimed part of their legitimacy from religious authorities, but after the Reformation, Rubin thinks that European governments had to turn away from religion as a source of political legitimacy.


By getting “religion out of politics”, Europe made space at the political “bargaining table” for economic interests, creating a virtuous cycle of “pro-growth” policy-making. Islamic rulers, by contrast, continued to rely on religious legitimation and economic interests were mostly excluded from politics, leading to governance that focused on the narrow interests of sultans, and the conservative religious and military elites who backed them.


The source of Europe’s success, then, lies in the Reformation, a revolution in ideas and authority spread by what Martin Luther called “God’s highest and ultimate gift of grace”: the printing press. Yet even though printers quickly discovered how to adapt movable type to Arabic lettering, there were almost no presses in the Middle East for nearly 300 years after Gutenberg’s invention. Conservative Islamic clerics did not want the press to undermine their power, and the state – still tied to religion not commerce – had no incentive to overrule them. Not until 1727 did the Ottoman state permit printing in Arabic script, with a decree that the device would finally be “unveiled like a bride and will not again be hidden”. The prohibition was “one of the great missed opportunities of economic and technological history”, a vivid example of the dead hand of religious conservatism.


By contrast, Europe was revolutionised. Rubin argues that the Dutch revolt against Catholic Spain and the English crown’s “search for alternative sources of legitimacy” after breaking with Rome empowered the Dutch and English parliaments: by the 1600s both countries were ruled by parliamentary governments that included economic elites. Their policies – such as promoting trade and protecting property rights – were conducive to broader economic progress. Decoupling religion from politics had created space for “pro-commerce” interests.


Answering long-term questions requires both Rubin’s big picture macro-history and his awareness that even small events can set history’s direction and create “path dependencies”. But zoom out too far and the big picture can blur. Many developments affected who got a seat at the table, from changes in wealth generation to the impact of imperialism, and there was a lot more to English and Dutch success than institutional change, not least innovation in science and technology. Most important, Europe’s long reformations were more a maze than a path. As Rubin notes, “getting religion (mostly) out of politics took centuries” – centuries of radical social upheaval and destructive warfare. He argues persuasively for the importance of both religion and secularisation in economic history, but religious change affected not just politics but culture and ideas.


Early in the 20th century, Max Weber noted that many regions that had done well economically were Protestant, while some Catholic regions lagged behind. Rubin thinks Weber’s explanation – a Protestant “spirit of capitalism” – was unquestionably wrong, but that the pattern he spotted was correct. Not all recent economic analyses agree that Protestant cities did better than Catholic ones, but one Catholic region that certainly did lag behind was Spain. Early modern Europe’s first superpower grew persistently slowly after the 16th century, and Rubin shows that poor governance from a Spanish crown that ignored the country’s pro-commercial interests was often to blame. Imperial overreach, overreliance on colonial treasure, and myopic policymaking all inhibited development.


But were Spain’s struggles really due to the continued power of religion? The Spanish inquisition was not purely, as Rubin characterises it, a “costly” concession to the church in return for legitimation, but a state institution of social control; and Spanish kings did not involve themselves in endless European warfare purely to “protect the church’s interests”. State and religious interests were not so easily separable, and Spain had other problems too, including a regional fragmentation that lingers today.


In the Middle East the powers of state and religion were fused by Ottoman sultans intent on legitimising their rule and expansion through Islam. Unity that had been a medieval advantage became an early modern hindrance: with no political need to negotiate with economic interests, the Ottomans failed to pursue modernising reforms in finance, currency and law. It was not until the 19th century, with the region far behind the west, that liberal reform came, and its advance was swiftly checked by authoritarianism, religious conservatism and colonialism.


Via Guardian

Tuesday, October 24, 2017

Dünyanın en genç lideri, Sebastian Kurz


Elbette, Trudeau ve Macron'daki "şeytan tüyü", Kurz'da da var: çağımızın, siyasi manifestolardan çok "selfie"ler ve sosyal medya başta olmak üzere medyada "imaja" dayalı politika dünyasında, "enerji"; özellikle de, "genç enerji" büyük önem taşıyor. Kurz da, her şeyden önce "iyi fotoğraf" veriyor. Bir yandan "parlak" bir imajı var; öte yandan da, "seçkin " olmaya uzak duruyor. Her daim temiz ve pak görüntüsü, kravatsız ama jet gibi ütülü takım elbiseleri ve "klasik aile babası" tiplemesine uzak özel yaşamı (Maliye Bakanlığı çalışanı olan kız arkadaşı Susanne Thier ile beraber yaşıyor) ile günümüzde kendine hayatta bir yol açmaya çalışan birçok gençten farksız gibi.
"Birçok gençten farksız" algısını da özellikle korumak istiyor gibi: uluslararası arenada "görünür hâle geldiği", New York'taki Birleşmiş Milletler konuşmalarını yaptığı "okyanus ötesi" seyahatleri de dâhil olmak üzere, kendi tercihiyle hep ekonomi sınıfında uçuyor. Oldukça da "uzun bir adam" olarak, ekonomi sınıfında uçmanın Kurz için kolay olmadığını tahmin etmek de zor değil. Çevresindekilere hep alçakgönüllü davrandığı ve onları "önemli hissettirdiği" söyleniyor. Buna karşılık, bu dönemin ebeveynlerinin iyi anlayacağı biçimde, Kurz'da "yeni nesle" özgü bir özgüven de var: düşündüğünü söylemekten hiç çekinmiyor. Konuştuğu zaman eğip bükmeden, "politikacılık yapmadan" vermek istediği mesajı "küt diye" veriyor. Bir yandan, seçim kampanyasında kullanılan tanıtım sloganında olduğu gibi "tazeleyici ve farklı" imajı, verilen tüm "sert mesajların" üzerini şekerle kaplıyor.
Sezin Öney, p24blog

Friday, August 4, 2017

Bir ayrım kıstası olacaksa erdemlilik ve yalancılık niteliklerini kabul etmek çok daha iyidir



Fransa'da, dönemin başkan adayı Nicholas Sarkozy'nin 8 Mart 2007'de bir Göçmenlik ve Milli Kimlik Bakanlığı oluşturulması önerisini sunarak surların dışında bırakılacakları ve içine alınacakları tek bir kurumda hünerli biçimde birleştirmesi özellikle dikkat çekicidir. Gerek Sarkozy'den gerekse Brown'dan daha bilge olan ve çok daha erken bir dönemde, çokkültürlü bir toplumda, MÖ III. yüzyılda İskenderiye'de yaşamış olan bir adam, "ayrılık" sorununu değerlendirmenin başka bir yolunu önermişti.

İskenderiye Kütüphanesi'nde çalışan Kyreneli Eratosthenes, ileri yaşlarında, ne yazık ki kaybolan ancak birkaç eksik parçacığı daha sonraki yazarların eserlerinde muhafaza edilmiş felsefi bir eser kaleme almıştı. Neredeyse dört yüzyıl sonra, coğrafyacı Strabon bu parçalardan bir tanesini alıntıladı. Bu bölüm, öteki kavramı hakkında şunları söylüyordu:

"Kitabının sonlarına doğru, Eratosthenes insan ırkının Yunanlılar ve Barbarlar olarak ikiye ayrılmasını reddeder ve İskender'e verilen, bütün Yunanlılara dostça ve bütün Barbarlara düşmanca davranılması yönündeki tavsiyeyi tasvip etmez. Bir ayrım kıstası olacaksa erdemlilik ve yalancılık niteliklerini kabul etmek çok daha iyidir, der. Pek çok Yunanlı yalancıdır ve pek çok Barbar da, örneğin Hintliler, Aryanlar, Romalılar ya da Kartacalılar gibi, incelikli bir uygarlığın tadını çıkarmaktadır."

Brown ya da Sarkozy'ye göre, bir toplumun kimliğinin hayatta kalmasını sağlamanın yöntemi asimilasyon ya da dışlamadır. Onların gözünde, açık kimlik yanlısı bir sosyal politika, kendi evriminin sınırlarını kabul eden bir toplumda fazlasıyla tehlikelidir, zira söz konusu toplumu bütünüyle tamnmayacak hâle düşürebilir. Onların bakış açısına göre Uruk, Enkidu'nun şehrin surları içinde Enkidu olarak yaşamasına izin verilmediği takdirde Uruk olabilir sadece. Onlar için, öteki, ya kendi kimliğinden vazgeçmeli ya da sonsuza dek bize yabancı kalmalıdır: Aslına bakılırsa, öteki'nin (öteki olarak) bizim bir parçamız olmasına izin verilmemelidir, zira söz konusu öteki'yle birleşme korkunç sonuçlar doğurabilir.



Sarkozy ve Brown, öteki'nin safi varlığının kati ölüm anlamına geldiği kimi kadim efsanelerin kıssadan hisselerini tercih etmişlerdir. Bizler, elbette ki, asla "öteki" tarafla özdeşleşmemeliyiz. Erdemli olan bizleriz, Eratosthenes'in ayrımı bizim durumumuzda dikkate alınmamalıdır, aksi takdirde kendimizi olumsuz ve gayri medeni nitelikler sergilemekle suçlananlar arasında bulabiliriz.1886'da, Smith'in British Museum odalarındaki sevinç zıplamalarının üzerinden ancak on dört yıl geçmişken, Robert Louis Stevenson The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde adlı kitabını yayımladı. Çok kimliklilik üzerine kaleme alınmış hikâyelerin muhtemelen en yetkin örneği olan bu kitapta, öteki'nin saldığı korkunun, aslında kendi içimizdekine karşı duyduğumuz korku olduğu açıkça ortaya konur.

Dört yıl sonra, Oscar Wilde aynı temayı The Picture of Dorian Gray'de inceledi, ancak ayrı iki benlik Stevenson'ın kitabının sonunda ortak köklerine dönerek Wilde'ın hırslı Dr. Jekyll'ında birleşirken, hiçbir zaman yaşlanmayan Dorian ve onun zamanla harap olan portresi, son sayfalarda iki ayrı kadere mahkûm edilir: Bitkin ve kartlaşmış Dorian ile onun gençleşen portresi. Ancak her iki hikâyede de, kendimizi açığa vurmaya dair en içten korkularımızın defedilebilmesi için, keşfedilmemiş bu kimliğin kovulması, öteki'nin, "kötü" olan öteki'nin, şehrin surlarının dışında bir yere sürgün edilmesi gerektiği ima edilir.

Gılgamış Destanı, bunun yerine, bu korkuların sağaltılmasını, varlığını kabul etmekten korktuğumuz şeyi geri çağırmamızı önerir, ancak böylelikle onun varlığı huzurunda çalışmaya devam edebilir ve yaşayabiliriz. Gılgamış ancak gücünü vahşi Enkidu'yla birleştirerek bütün bir birey olur ve uygar adamın bencil ihtirasları uygar olmayanın bilgeliğiyle yumuşatılır. Toplumsal ilişki mekânı olan şehir de, kendini bir tür kümelenmiş bireysellik dolayımıyla tanımlayarak kimliğini kazanır. Yüzyıllar sonra Toplum Sözleşmesi olarak tanımlanacak olan şeydir bu; yani devlet öncesi doğal durumdan, insanların karşılıklı destekten faydalandığı bir duruma geçiş.

Gılgamış Destanı'nın tavsiyesi iki yönlüdür. Bir yandan uygarlık, sınırları dışında olan, toplumsal ve kültürel kimliğiyle tezat oluşturarak onu zenginleştiren her neyse onu bulmalıdır; öte yandan toplum, kurallar ve düzenlemeler getirmek ve bunlara itaati mecbur kılmak suretiyle içindeki şeytanlardan sağaltılmalıdır. Tiran Gılgamış, vahşi adam Enkidu'nun ortaya çıkmasıyla birlikte kahraman Gılgamış olur. Enkidu da yaptığının farkına varmaksızın bir uygarlaştırıcı, Uruk'un yasalarına tabi bir vatandaş olur. Gılgamış bir başkasıyla birlikteyken kendisi olur, şehirse (kralı da dahil olmak üzere) vatandaşlarım yasa çemberiyle çevreleyerek.

Sunday, July 30, 2017

Coğrafi Keşif Adı Altındaki Sömürüler Nasıl Bugünkü Medeniyeti Doğurdu?


Amerika’daki yerlilerin zorla çalıştırılmasıyla elde edilen gümüş İspanyol toprağından sıçrayıp gidiyordu. Sevilla gümüşün geçiş noktasıydı. Son durağıysa, İspanyol kraliyetinin ve onun bütün gelirlerinin üzerine ipotek koymuş olan Flaman, Alman ve Cenovalı bankerlerle, Floransalı, İngiliz ve Fransız tüccarların mideleri oluyordu.

Bolivya ve Meksika’nın gümüşü ve okyanusu geçen gümüş köprüsü olmasaydı, Avrupa bugünkü Avrupa olabilir miydi acaba?

Brezilya’daki kölelerin çalışmasıyla elde edilen altın Portekiz toprağından sıçrayıp gidiyordu. Lizbon altının geçiş noktasıydı. Son durağıysa, Portekiz kraliyetinin ve onun bütün gelirlerinin üzerine ipotek koymuş olan krallığın borç vereni konumundaki Britanyalı banker ve tüccarların midesi oluyordu.
Brezilya’nın altını ve okyanusu geçen altın köprüsü olmasaydı, İngiltere’deki Sanayi Devrimi mümkün olabilir miydi?

Peki, zencilerin alım satımı olmasaydı, Liverpool dünyanın en büyük limanı ve Lloyd’s firması da sigorta acentelerinin en önde geleni olabilir miydi?

Zenci ticaretiyle elde edilen sermayeler olmasaydı, James Watt’ın buhar makinesini kim finanse edecekti? Bu durumda, George Washington’un topları hangi fırınlarda imal edilecekti?

**

Günün birinde Avrupa, İngiltere’nin adımlarını izleyerek, köleliğin Tanrı katında iyi gözle bakılan bir şey olmadığını keşfetti.

Bunun üzerine Avrupa, Afrika’nın içlerine doğru sömürgeci istilayı başlattı. Soğuk toprakların insanları daha önceleri zencileri satın aldıkları limanların ötesine geçmemişlerdi, ama o yıllarda kâşifler sıcak topraklarda yol açtılar; onların açtıkları yoldan savaşçılar topçu bataryalarıyla birlikte geldiler; onların ardından haçlarıyla silahlanmış misyonerler geldiler; onların ardından da tüccarlar. En olağanüstü çağlayanlar ve Afrika’nın en büyük gölü, pek de Afrikalı olmayan bir kraliçenin şerefine, Victoria diye adlandırıldı. Ve istilacılar, gördükleri her şeyi ilk kez kendilerinin keşfettiğini sanarak ırmaklara ve dağlara isimler verdiler. Ve köle gibi çalıştırdıkları zencileri artık köle diye adlandırmadılar.

İstilacılar bir yıl süren sert tartışmaların ardından 1885 yılında Berlin ’de bölüşüm konusunda anlaşabildiler.

Bundan otuz yıl sonra Almanya Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra bu bölüşümde kendisine düşen Afrikalı sömürgelerini de kaybetti: Britanyalılar ve Fransızlar Togo’yla Kamerun’u paylaştılar, bugünkü Tanzanya Britanyalıların eline geçti ve Belçika’da Ruanda ve Burundi’yi aldı.

“O günlere gelmeden çok önce Friedrich Hegel Afrika’nın bir tarihinin olmadığını ve sadece barbarlık ve vahşilik üzerine yapılacak bir araştırmanın ilgi alanına gireceğini açıklamıştı. Diğer bir düşünür, Herbert Spencer ise, Medeniyet’in daha aşağı ırkları haritadan silmesi gerektiği yönünde hüküm vermişti, zira insan ya da hayvan, bütün engellerin ortadan kaldırılması gerekiyordu.
1914’ te başlayan savaşla noktalanacak otuz yıllık dönemi dünya barışı çağı diye adlandırdılar. Bu tatlı yıllarda gezegenin dörtte biri, yarım düzine ulusun midesini boyladı.”