Showing posts with label çay. Show all posts
Showing posts with label çay. Show all posts

Thursday, March 25, 2021

Çay ve Ulus

 


Kaynak: Çay ve Ulus, Besim F. Dellaloğlu, Duvar Gazetesi, 25.03.2021

Türkiye Cumhuriyeti’nde ulus-kimlikle yoğun çay tüketimi neredeyse özdeşleşmiştir. “Bu topraklarda” çay içmek neredeyse genetiktir. Buralara ait olmanın en tipik göstergelerinden biridir. “Bu ülke”de aşağı yukarı herkes güne çayla başlar ve bu bütün gün devam eder.

Vikipedia’nın 2014 verilerine göre Türkiye kişi başına 7.54 kilogram (kg.) çay tüketimiyle dünyada ilk sıradadır. Bu rakam ikinci sırada yer alan Fas’ta 4.34 kilogramdır. Çay deyince ilk akla gelen ülkelerden biri olan Birleşik Krallık kişisi başına 2.74 kg. tüketimle beşinci sıradadır. Rusya 1.21 kg ile on beşinci, İran 1.07 kg. ile yirminci sıradadır. Yirmi dördüncü sırada 0.99 kg. ile Japonya, yirmi yedinci sırada 0.93 kg. ile Mısır vardır. Dünya ortalaması ise 0.57 kilogramdır. Sanırım bu rakamlar Türkiye’de çayın önemini vurgulamak için yeterlidir.

Çayın “bu topraklara” gelişi on dokuzuncu yüzyılın sonlarını bulur. Murat Bardakçı’ya göre çayla tanışma, İstanbul’daki bazı dükkânların az miktarda da olsa çay ithal etmeye başlamasıyla olmuştur. Çay üzerine ilk metin ise Hacı Mehmed İzzet Efendi’nin 1879 tarihli “Çay Risalesi”dir.

National Geographic Türkiye dergisinin Ağustos 2009 tarihli çay özel sayısına göre, Osmanlı’da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid dönemine rastlıyor. 1892’de yayınlanan “Coğrafya-yı Sınaî ve Ticarî” adlı kitapta, dönemin Ticaret Nazırı Esbak–ı İsmail Paşa’nın aracılığı ile Çin’den getirilen çay fidanları ve tohumlarının Bursa’da ekildiği anlatılıyor ancak ekolojik koşulların uygun olmaması nedeniyle sonuç alınamadığı belirtiliyor.

ÇAYKUR’un internet sitesine göre, Türkiye´de çay tarımının başlangıcı 1917 yılına kadar uzanmaktadır. Batum ve çevresinde incelemeler yapmak üzere, bölgeye aralarında Halkalı Ziraat Mektebi Âlisi Müdür Vekili Ali Rıza Erten´in de yer aldığı bir heyet gönderilmiştir. Yapılan inceleme sonucu hazırlanan raporda, Batum ile benzer ekolojiye sahip Doğu Karadeniz Bölgesinde çay ve narenciye bitkilerinin yetiştirilebileceği belirtilmiştir.

Dünya savaşından sonra bölgede yaşanan ekonomik ve sosyal bunalımlar, işsizlik dolayısıyla meydana gelen aşırı göç, bölge insanına gelir kaynağı ve iş alanları yaratılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bölgede yaşanan işsizlik, göç ve ekonomik sorunların çözüme kavuşturulması için, 1917 yılında hazırlanan rapor da dikkate alınarak, TBMM´de 1924 yılında, Rize ili ve Borçka Kazasında Fındık, Portakal, Mandalina, Limon ve Çay yetiştirilmesine dair 407 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Çay tarımı bu Kanun ile yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu Kanuna göre başlatılan çay üretimi çalışmalarının yürütülmesinde Ziraat Umum Müfettişi Zihni Derin görevlendirilmiştir.

“Bu topraklarda” çay üretiminin yaklaşık bir asırlık bir tarihi vardır. Hepsi o kadar. “Bu ülke”nin insanlarının bu tarihlerden önce çayla ciddi bir samimiyeti yoktur. Çay tiryakiliği, hatta ulus-kimliğin çayla özdeşleşmesi özellikle Cumhuriyet döneminde hızla gelişmiştir. Bundan önceki dönemlere yönelik olarak bu ilişkinin yaygınlaştırılması tipik bir anakronizm örneği olabilir ancak.

İlginç biçimde çay tiryakiliğiyle ulus-kimlik arasında tarihsel bir paralellik vardır. Türkiye’de önce çay üretimi başlamış, ardında da çay tiryakiliği yaygınlaşmıştır. Tersi değil! Benzer bir değerlendirme aslında ulus-kimliğin üzerine kurulduğu Türklük için de yapılabilir. Türkiye, Turchia olarak önce İtalyancada ortaya çıkmıştır ve büyük ölçüde Osmanlı’yı nitelemek için kullanılmıştır. Oysa Osmanlı’da on dokuzuncu yüzyıla kadar Türklüğün yaygın bir kullanımı yoktur. Ne de olsa Osmanlı bir imparatorluktur, bir ulus-devlet değil. Türklük, Türkçülük ancak Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir bakıma Türk milliyetçiliğinin Osmanlı'da en geç ortaya çıkan milliyetçilik olduğu bile söylenebilir. Yunan, Bulgar, Ermeni, Sırp, Arap vb. milliyetçiliklerine göre en azından.

Bunu Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu kitabında, çok güzel anlatır. Aynen aktarıyorum:

“Abdülhamit zamanında Avrupa’da bulunan bir Jön Türkün anılarında anlattığı hikâye ilginçtir. Birkaç arkadaşıyla Paris’te bir kütüphaneye dadanmış. Oraya bakan memur ya da müdür, bunları ilgiyle izlermiş. Nihayet bir gün sormuş: “Siz nesiniz?” demiş. Bizimkiler bakışmışlar, hepsi birden, “Müslümanız” demişler. Fransız: “Bu, sizin dininiz. Milliyetiniz ne?”. Bizimkiler cevap vermişler: “Biz Osmanlıyız” demişler. Adam yine tatmin olmamış: “Bu, sizin tabiiyetiniz. Milliyetiniz nedir?” “Bakın” demiş, “şuradakini görüyor musunuz? Ona sordum “Ermeniyim” dedi. Bir de şurada oturan var; o da Rum olduğunu söyledi. Siz de Ermeni veya Rum olamazsınız ya!”. Jön Türk, bu hayali ya da gerçek hikâyeyi anlattıktan sonra, “İşte o zaman Türk olduğum aklıma geldi” der. Onun bu son yargısı Avrupalının, analize zorlayan soruları karşısında, düşünülerek bulunmuştur.”

Uzun lafın kısası “bu topraklarda” Türklüğün tarihi çayın tarihinden daha eski değildir. Milliyetçilik de modern ve Batılı bir fenomendir. Tıpkı diğer modern ideolojiler gibi. Milliyetçilik de, kurum olarak ulus-devlet gibi “bu topraklara” dışarıdan gelmiştir. Birçok başka şey gibi! Bu anlamda “yerli ve millî” değildir. Tıpkı çay gibi!

Thursday, August 23, 2018

Çay, Domates ve Biberin Türk Mutfağına Giriş Öyküsü


Hemen hemen herkes için bugün Türkiye’de çay en çok tüketilen, en çok ikram edilen ve üzerinde lezzeti açısından en çok tartışılan içecektir. Kültürel açıdan bugün Türkiye’de ortak kimliği en yaygın şekilde ifade eden tüketim maddeleri arasında yer alan çay, aslında yaşadığımız coğrafyada oldukça yeni bir içecektir. Çay Osmanlı imparatorluğunda ticareti yapılan ve aktarlarda bulunan bir tıbbi ottur. Fakat çayın bir içecek olarak tüketimi İstanbul’da ancak 19. yüzyıl sonlarında başlar. Çay tüketiminin Türkiye’de hızla yaygınlaşması ise Cumhuriyetin ilk otuz yılında gerçekleşir. Türk mutfağı için şaşırtıcı örneklerden bir tanesi de domatesin tarihidir. Domates, domates salçası bugün Türkiye’de çok yaygın tüketilen yiyeceklerdir. Fakat Amerika kökenli bu renkli meyve Osmanlı coğrafyasına oldukça geç girer. 17. yüzyılın sonlarından itibaren yeşil domates Osmanlı arşiv belgelerinde gözükmeye başlar. 18. yüzyıla ait Osmanlı Türkçesi yemek kitaplarında ise domatesli –yeşil ya da kırmızı- bir tane bile tarif yoktur. Domates o dönemki adıyla “tomata”, yeşil ya da kırmızı olarak 1800’lü yıllardan itibaren Osmanlı saray mutfak defterlerindeki alım-satım kayıtlarında yer almaya başlar. Domates kırmızı hâliyle yavaş yavaş 1844 yılında basılan yemek kitabı Melceü’t-Tabbahin (Aşçıların Sığınağı) birkaç tarifte yer alır. Yüzyıl sonlarında Osmanlı Saray mutfağında az da olsa domates salçası alındığına dair kayıtlar bulunmaktadır. Domatesin tüketimi 20. yüzyılın başlarında artsa da, Cumhuriyetin ilk yıllarında yayımlanan yemek kitaplarında bile domates veya salça bugünkü gibi her tarifte yer alan bir malzeme değildir. Yeni malzemelerin mutfağa eklemlenmesiyle değişen damak tadı hem Türk mutfağından hem de farklı dünya mutfaklarından başka birçok örnekle açıklanabilir. Kırmızı ve yeşil biber benzer bir geçmişe sahiptir. Türk mutfak tarihinde ilk bilinen kırmızı biberli tarif 18. yüzyıla ait bir Osmanlı Türkçesi yemek yazmasında yer alan bir turşudur. Arnavut biberi olarak kırmızı biber 19. yüzyıla ait Osmanlı tariflerinde az da olsa yer alır. Acı kırmızı biberin geçmişi tüm Osmanlı coğrafyasında aslında bilinmezlik içindedir. Kesin olan tek bilgi kırmızı ya da yeşil biberin yani Capsicum ailesinin Güney Amerika kökenli olduğu ve 16. yüzyıldan önce eski kıtalarda bilinmemesidir. Bu yüzden çiğköftenin kadim geçmişini dile getirirken kırmızı biberin bu hikâyedeki rolünü gözden geçirmek gerekir.

Özge Samancı, K24

Saturday, January 13, 2018

Tea vs Cha


Nikhil Sonnad, Quartz

With a few minor exceptions, there are really only two ways to say “tea” in the world. One is like the English term— in Spanish and tee in Afrikaans are two examples. The other is some variation of cha, like chay in Hindi.

Both versions come from China. How they spread around the world offers a clear picture of how globalization worked before “globalization” was a term anybody used. The words that sound like “cha” spread across land, along the Silk Road. The “tea”-like phrasings spread over water, by Dutch traders bringing the novel leaves back to Europe.

The term cha (茶) is “Sinitic,” meaning it is common to many varieties of Chinese. It began in China and made its way through central Asia, eventually becoming “chay” (چای) in Persian. That is no doubt due to the trade routes of the Silk Road, along which, according to a recent discovery, tea was traded over 2,000 years ago. This form spread beyond Persia, becoming chay in Urdu, shay in Arabic, and chay in Russian, among others. It even it made its way to sub-Saharan Africa, where it became chai in Swahili. The Japanese and Korean terms for tea are also based on the Chinese cha, though those languages likely adopted the word even before its westward spread into Persian.

But that doesn’t account for “tea.” The Chinese character for tea, 茶, is pronounced differently by different varieties of Chinese, though it is written the same in them all. In today’s Mandarin, it is chá. But in the Min Nan variety of Chinese, spoken in the coastal province of Fujian, the character is pronounced te. The key word here is “coastal.”

The te form used in coastal-Chinese languages spread to Europe via the Dutch, who became the primary traders of tea between Europe and Asia in the 17th century, as explained in the World Atlas of Language Structures. The main Dutch ports in east Asia were in Fujian and Taiwan, both places where people used the te pronunciation. The Dutch East India Company’s expansive tea importation into Europe gave us the French thé, the German Tee, and the English tea.

Yet the Dutch were not the first to Asia. That honor belongs to the Portuguese, who are responsible for the island of Taiwan’s colonial European name, Formosa. And the Portuguese traded not through Fujian but Macao, where chá is used. That’s why, on the map above, Portugal is a pink dot in a sea of blue.

A few languages have their own way of talking about tea. These languages are generally in places where tea grows naturally, which led locals to develop their own way to refer to it. In Burmese, for example, tea leaves are lakphak.

The map demonstrates two different eras of globalization in action: the millenia-old overland spread of goods and ideas westward from ancient China, and the 400-year-old influence of Asian culture on the seafaring Europeans of the age of exploration. Also, you just learned a new word in nearly every language on the planet.

The history of tea (Çayın tarihi)



Çayın Osmanlı’ya gelişi 19. yy sonlarını buluyor. Tarih yazarı Murat Bardakçı’ya göre bu tanışma, İstanbul’daki bazı dükkânların az miktarda çay ithal etmeye başlamasıyla olmuş. Çaya olan düşkünlüğü ile bilinen Hacı Mehmed İzzet Efendi’nin “Çay Risalesi” kitabı ise 1879’da İstanbul’da basılmış.

Osmanlı’da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid dönemine rastlıyor. 1892’de yayınlanan “Coğrafyayı Sınai ve Ticari” adlı kitapta, dönemin Ticaret Nazırı Esbak–ı İsmail Paşa’nın aracılığı ile Çin’den getirilen çay fidanları ve tohumlarının Bursa’da ekildiği anlatılıyor ancak ekolojik koşulların uygun olmaması nedeniyle sonuç alınamadığı belirtiliyor.

Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde daha sonra bulunan ve Osmanlı’da çay tarımına ilişkin ilk arşiv belgesi olarak kabul edilen belgede ise, tohumların Japonya’dan getirtildiği yazıyor. 

Tarih kitaplarında Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da çayla tanıştıkları yazıyor. Kazan Tatar Türklerinden dil islahatçısı, Abdül’l-Kayyûm Nâsırî, “Fevakihü’l–Cülesâ” adlı eserinde, 12. yy’da Kazakistan’da yaşayan Türk şair Hoca Ahmet Yesevi’nin çayı içen ilk Türk olduğunu anlatıyor. Nâsırî, Hoca Ahmet Yesevi’nin misafir olduğu Türkmen komşunun evinde içtiği sıcak çayın yorgunluğunu giderdiğini ve “Hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar” diye dua ettiğini yazıyor. 

Çay içme tarzları ise yörelere göre değişiyor. Örneğin, Erzurum ve doğusundaki illerde çay, açık renkli ve kaşıksız gelir ve “kıtlama” denen özel bir yöntemle içilir. Kıtlama, Kars ve Erzurum yöresinde üretilen büyük ve sert şekerlere verilen isim. Özel makaslarla, elle ya da ısırılarak koparılan ufak parçalar, dil altına konur ve çay içildikçe, eriyen şeker de tat verir. Eğer misafirseniz, siz “yeter” demedikçe çay sürekli tazelenir. Teşekkür edip, başka istemediğinizi söyleseniz bile mutlaka bir bardak daha ikram edilir. Bunun adı cırıldım yani zor çayıdır. Cırıldım çayını içmemek ise ev sahibine karşı büyük bir hakaret anlamına gelir.

Güneydoğu’da genelde kaçak çayı içilir. Rengi koyu, tadı daha acıdır. Bardaklar da diğer bölgelere göre biraz daha büyük olur. Gümüşhaneliler orta, Trabzonlular ise az şekerli çayı tercih eder. Tokat’ta bardak ufak olsa da mutlaka dudak payı bırakılır. Rizelilere göre ise en güzeli Çaykur’un üretimi yani kendi çaylarıdır.

Hangi biçimde içerse içsin Türklerin ortak tutkusu ise cam bardaktır. Rengini görmek, sıcaklığını hissetmek ve kaşığın cama vurduğunda çıkardığı sesi duymak ister çay içen.

Deniz Gürsoy kitabında, Türkiye’de kullanılan bardakları “İnce belli, Ajda ve lale biçimli” olmak üzere kabaca üçe ayırıyor ve Ajda bardak isminin hikayesini anlatıyor: ”Rivayete göre Paşabahçe bu bardağı imal eder ve Aida serisi olarak reyonlara koyar. Fakat halk Aida’yı görmek istediği gibi yani ‘Ajda’ olarak okur ve bardağın ismi böyle kalır”.
Kaynak NTV



Friday, July 21, 2017

'Boston Tea Party' nin Hikayesi

https://tr.wikipedia.org/wiki/Boston_Çay_Partisi#/media/File:Boston_Tea_Party_Currier_colored.jpg


Britanya kraliyeti, sömürgelerinden ödenmesi mümkün olmayan bir vergiyi ödemelerini talep etmişti. 1773 yılında, öfkeye kapılan Kuzey Amerika kolonları Londra’dan gelen kırk ton çayı limandaki gemiden körfezin sularına döktüler. Bu eylem komik bir şekilde Boston Tea Party diye adlandırıldı. Ve bu olay bağımsızlık savaşını başlattı.

Kahve, o topraklarda üretilen bir ürün olmamasına rağmen bir vatanseverlik amblemine dönüştü. Bu ürün kim bilir ne zaman, Etiyopya’nın bir dağında yetişen bir bitkinin kırmızı meyvelerini yiyen keçilerin bütün gece dans etmeleriyle keşfedilmiş ve asırlar süren bir yolculuğun ardından Karayip Denizi adalarına ulaşmıştı.

1776’da Boston kafeleri Britanya kraliyetine karşı komplo kurma merkezlerine dönüşmüşlerdi. Bağımsızlığın yeni ilan edildiği dönemde Başkan Washington bu görevini bir kafede yürütüyordu ve orada kölelerin yanı sıra Karayip Adaları’nda köleler tarafından üretilmiş kahve satılıyordu.

Bir asır sonra, Far West fatihleri çay değil, kamp ateşinde pişirdikleri kahvelerini içiyorlardı.



Friday, February 24, 2017

If we pay attention, our moral sensitivity sharpens!



Take tea, for example. I start by drinking very sweet ordinary tea while reading the morning paper. The tea is little more than an excuse for a sugar rush. One day I realise that between the sugar and the newspaper, I hardly taste the tea at all. So I reduce the amount of sugar, put the paper aside, close my eyes and focus on the tea itself. I begin to register its unique aroma and flavour. Soon I find myself experimenting with different teas, black and green, comparing their exquisite tangs and delicate bouquets. Within a few months, I drop the supermarket labels and buy my tea at Harrods. I develop a particular liking for ‘Panda Dung tea’ from the mountains of Ya’an in Sichuan province, made from leaves of tea trees fertilised by the dung of panda bears. That’s how, one cup at a time, I hone my tea sensitivity and become a tea connoisseur. If in my early tea-drinking days you had served me Panda Dung tea in a Ming Dynasty porcelain goblet, I would not have appreciated it much more than builder’s tea in a paper cup. You cannot experience something if you don’t have the necessary sensitivity, and you cannot develop your sensitivity except by undergoing a long string of experiences.

What’s true of tea is true of all other aesthetic and ethical knowledge. We aren’t born with a ready-made conscience. As we pass through life, we hurt people and people hurt us, we act compassionately and others show compassion to us. If we pay attention, our moral sensitivity sharpens, and these experiences become a source of valuable ethical knowledge about what is good, what is right and who I really am.

Humanism thus sees life as a gradual process of inner change, leading from ignorance to enlightenment by means of experiences.