Showing posts with label Hitler. Show all posts
Showing posts with label Hitler. Show all posts

Tuesday, April 7, 2020

Covid-19 ve Faşizm



İrfan Aktan - Gazete Duvar
1918’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ve sadece bir buçuk yıl içinde 50 milyonu aşkın insanı öldüren İspanyol gribi, korona virüsünden farklı olarak yaşlıları değil, gençleri vurmuştu. (Salgına İspanyol gribi denmesinin nedeni, hastalığın İspanya’dan çıkması değildi. Hastalık ABD’de çıkmıştı ama o dönemin otoriter rejimleri bu konuda yazılıp-çizilmesini yasakladıkları için, salgına karşı sansürün devreye konmadığı tek ülke olan İspanya’da mesele tartışıldı ve hastalık bu ülkeyle anılır oldu.)
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdürülemez hale gelmesinde önemli bir etkenin, İspanyol gribinin gençleri vurması olduğu söylenir. Zira salgın ordulara sıçramış ve sayısız asker, birbirlerini yok edemeden, grip tarafından öldürülmüştü.
Peki sonrasında nasıl oldu da insanlık, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip ederek milyonlarca insanın daha hayatını kaybetmesine yol açan İspanyol gribi deneyimiyle mutlak bir barış ve tüm insanlığı kapsayacak geniş bir halk sağlığı sisteminde ortaklaşamadı?
2004 tarihinde yayınladığı Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl, savaş ve salgın hastalıklar sırasında artan kaygının, toplumları otoriter iktidarlara sarılmaya ittiğini tarihsel örneklere yaslanarak aktarıyor.
Salecl, Birinci Dünya Savaşı’ndaki “askeri krizin” daha sonra yerini ekonomik ve “zihinsel” krize bıraktığını, bunun da toplumsal kaygıyı beslediğini vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa’nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa’da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. (…) Tabii ki en son kaygı çağı, 1990’larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirminci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle -terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle- meşgul oluşumuzla ilgilidir…”
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.
Hitler’in “ari ırk” hedefi sadece Yahudileri, eşcinselleri, çingeneleri değil, aynı zamanda sakatları, “işe yaramaz” yaşlıları da yok etmeye odaklıydı. Eylül 1939’da devreye konan politikaya göre hastalar, sakatlar, “işe yaramazlar”, doktorlar tarafından tedavi edilmeyerek, aç bırakılarak ölüme terk edilecekti. Büyük tepkiler sonrası rafa kaldırıldığı söylense de, Nazilerin bu politikayı 1945 yılına kadar sürdürdüğü ve 200 bine yakın engelliyi bu şekilde öldürdüğü söylenir.
Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşan kitlesel kaygının yücelttiği Nazizmin, kapitalizmle uyumlu bir vahşet uyguladığı ve “gereksiz yük” olarak görülen sakatları, “işe yaramazları” da hedef aldığı görülüyor.
Korona virüsü de kapitalizmin artık sömüremediklerini, kâr elde edemediklerini, yoksullaştırarak bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına yol açtıklarını aramızdan alıyor. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in açıktan söylediğini dünya liderleri zaten kabullenmiş görünüyor.
Bakın, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin Los Angeles kentinde, korona virüsü teşhisi konan ama sigortası olmadığı için evine yollanan 17 yaşındaki bir genç, hayatını kaybetmiş.
O halde karşımızdaki esas düşman virüsten ziyade kapitalizm. Üstelik vahşi kapitalizmin, virüsü işlevsel bir silaha dönüştürmesi son derece olası: Faşizmin bir alt uygulaması olarak yaşizm.
İtalyan doktorların, yoğun bakım ünitelerinde hangi hastayı gözden çıkarabilecekleri konusundaki mecburi tercih sırasında yaptıkları da bu kapsamda. Düşünsenize, korona virüsünden yoğun bakımda tutulan iki hasta ama tek bir solunum cihazı var. Sağlık personeli bir tercih yapmak zorunda ve bunun da kriteri yaş. İhtiyarın ağzındaki solunum cihazını alıp gence takıyorlar… Bu, ne yazık ki evrensel bir ahlaki sorunsal olarak karşımızda duruyor.
Genci yaşlıya tercih eden aslında doktorlar değil, böylesi bir salgının her an kapımızı çalabileceğine ilişkin güçlü delil ve emarelere rağmen olağanüstü dönemde devreye girecek şekilde acil durum sistemi inşa etmeyi fazladan maliyet olarak gören kapitalizmin kendisi. Silaha, savaşa, şatafata, tüketime ayrılan payın yüzde biri sağlığa ayrılsa, insanların plastikten farkı olmayan ucuz tüketim maddeleriyle değil sağlıklı gıdayla beslenmesi sağlansa, önleyici aşı araştırmalarına ağırlık verilse, muhtemelen İtalyan doktorlar yaşlının solunum cihazını söküp gence takmak gibi travmatik, korkunç bir tercihi yapmak zorunda kalmayacaklardı.
**
Ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere. Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.
Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.
Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.
Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.
Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.
YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ
Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!
Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?
Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.
Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.
Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”

Saturday, April 13, 2019

Turkish Whiteness



Image result for turkey 1920s-1930s
This is an excerpt from Murat Ergin’s article on aeon.co. Full version of this essay was published as ‘Turkey’s Hard White Turn’
----------------------------------------------------------------------------
Afet İnan, Atatürk’s adopted daughter, took a French geography book to Atatürk, and asked him if, as the book says, Turks are of the yellow race. His response: ‘No, it cannot be. Let’s occupy ourselves with it. You work on it.’ İnan was only 20 years old. However, by delegating İnan the task of searching for Turkish origins, Atatürk made her a state-supported proponent of Turkish whiteness.
The Turkish government sent her to the University of Geneva in Switzerland to pursue a PhD in history under the direction of Eugène Pittard (1867-1962), a well-known anthropologist friendly to the idea that Turks were white. İnan later reported that her incredulity toward the Swiss scholar’s claim that Turks were part of the yellow race had two sources: 
Based on the pictures and information [in his book], I was looking around [to people’s skin colour] and noticing that [the information in the book] was not in agreement with reality … I also had bought Prof Pittard’s book Races and History (Les Races et l’Histoire, Paris 1924) at that time. Evidence in it did not correspond to this geography book either. 
İnan’s doctorate in sociology, completed in 1939, surveyed the physical characteristics of 64,000 Turks. She used her survey data to argue that the Turkish people were white.
So began the search for Turkish whiteness. It would veer between science and science-fiction, excavating skulls, searching for historical documents, analysing blood types, and studying ancient languages. At one point, the effort to establish Turks as the cradle of world civilisation led some Turkish archaeologists to even investigate the mythical sunken continent of ‘Mu’. They hoped that ‘Mu’ would establish what they believed to be the Turkish origins of Mayan civilisation. Turkish scholars in various disciplines – history, anthropology, archaeology – wanted to show that the West (and the entire world) owed its civilisation to ancient Turks. Both the Turkish people and Western publics had to be convinced.
In order to prevail over Western prejudices, the Turkish government overhauled the educational system using the West’s own weapon of science. They invited Western scholars to Turkey, and sent students for training abroad to leading, mostly European, universities. Turkish modernisers believed that importing science and modernity from the West was really just reclaiming what was originally Turkish.
The debate around Turkish whiteness had also arisen in the 19th century. After 1839, which marked the start of an imperial edict to modernise the Ottoman Empire, nationalist intellectuals in the empire promoted smaller-scale whiteness campaigns. The Ottomans ruled over large chunks of non-Turkish and non-Muslim populations, especially in Eastern Europe. Until the turn of 20th century, half of the population of Istanbul, the capital city of the empire, was non-Muslim. In such a heterogeneous society, the idea of Turkishness as the common identity emerged only in the 18th century. It was in part a response to the new assertions of Greek, Bulgarian and Arab nationalisms that arose in parts of the Ottoman Empire. 
**
The Ottoman empire entered the First World War on the side of Germany. Defeat led to the collapse of the empire, and the emergence of the Turkish republic. By the 1930s, Turkish reformers began emphasising the need for deep cultural transformation. In Europe and the US, the image of the ‘terrible Turk’ carried real popular power. Chester Tobin, an American who coached the Turkish Olympic track team in 1924, wrote in his memoirs: ‘The European cliché of the “Terrible Turk” had been sharply imprinted in the minds of Americans by the close of the First World War. It was cast in human baseness.’ The ‘Terrible Turk’ imagery was a legacy of the Ottoman government’s handling of non-Muslim minority populations and their nationalist claims. It also derived from brutal ethnic conflict between Muslim Turks and non-Muslim populations during the tumultuous years of First World War.
Americans and Europeans tended to understand differences between peoples and societies in racialised terms. In their minds, civilisational and racial qualities were deeply linked. This is why Turkish modernisers set out to establish the Europeanness or whiteness of Turks. They saw it as a means to the end, a way to authorise their reform goals: creating an ethnically homogenous country, Westernising it through cultural transformation, and insisting that Turks are the rightful owners of Western civilisation.
As it did in many countries, eugenics helped to shape Turkish nationalism. Eugenics was a pseudo-science that sought through manipulation of human evolution to encourage the reproduction of superior races and inhibit the growth of inferior races. The movement reached its epitome, and its catastrophic results, during the Nazi regime in Germany. Some of the Turkish scholars wanted to base claims to ancient Turkish civilisation on the supposedly scientific basis of eugenics’ biology. However, the eugenic canon of the first half of the 20th century assigned white superiority to Europeans, and relegated Turks to a class of inferior races. Turkish nationalists longed to change this, through scientific research.
Eugenics reached its peak of influence in North America and Europe, but prominent Turkish eugenicists also expressed their public support. Sadi Irmak (1904-90) was the most prominent. After an education in medicine and biology in Berlin, Irmak started popularising eugenics when he became professor of physiology at the University of Istanbul in 1933. Unlike an aloof academic, Irmak prolifically used popular media, such as newspaper articles, public talks and books, to popularise eugenic knowledge. Never hiding his fascination with Nazi policies of sterilisation and extermination, Irmak saw the Holocaust as an extension of rational government against racial mixture. In the 1970s, he served for a brief period as Turkey’s prime minister.
Other prominent Turkish scholars of eugenics also tried to popularise the cause. Newspapers published articles with eugenics-inspired headlines such as ‘Should the Mad, the Feeble-Minded, and the Sick Be Sterilised?’ While Turkish eugenicists were trying to establish the whiteness and Europeanness of their civilisation, Hitler was fantasising about a superior race that availed itself of what he saw as Islamic immorality and ruthlessness. In his memoirs, Albert Speer, the Nazi Minister of Armaments, noted that Hitler expressed admiration for the ruthlessness of Muslim Turks. Hitler wished Turks had conquered Europe and converted the continent to Islam. He imagined a superior race of ‘Islamised Germans’ who could circumvent the moral limits of Christianity. So race science could lead its believers to an array of conclusions about preferred or desirable political outcomes.


Saturday, January 26, 2019

İyi Liderler Tarih Kitaplarına Giremiyor




Abdülnasır’ın Mısır’ı birçok yönden bugünün Türkiye’sine benziyor. Devrin Mısır cumhurbaşkanı, kendinden önceki iktidarı devirip yeni bir rejim kuruyor. İlk yıllarında “daha güçlü bir Mısır” sözü veriyor. Bir zamanlar iç içe olduğu Müslüman Kardeşler’i rakip olarak gördüğü için, kendisine yönelik bir suikast bahanesiyle, bütün üyelerine karşı baskı uygulatıyor. (Bu suikast girişiminin düzmece olabileceğine dair iddialar var. Ama o dönemki Müslüman Kardeşler içinde, hareketin lideri Hasan el-Benna’ya rağmen şiddeti, suikastları savunan bir ekip de var.)
Daha sonra Abdülnasır kendini “Arapların lideri” olarak konumluyor ve bölgede bu yönde çalışmalar yapıyor. O dönemlerde Arap dünyasında yaygın olan anti-emperyalist dalgayı kullanıyor. Milliyetçiliği körüklüyor. 1958’de Suriye ile anlaşıp sadece üç yıl yaşayacak olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuruyor. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği ile çalışıyor. Bu sırada İsrail’e bir saldırı düzenliyor ve buradan paçayı kurtarabilince hem popülaritesi artıyor hem de daha da radikalleşiyor.
1970’teki Altı Gün Savaşları’nda bu gerilimin onun için kötü bittiğini hatırlatalım. Hatta Abdülnasır’ın yardımcılığını da yapan Enver Sedat, tamamen aksi yönde bir dış politika gütmek durumunda kaldı ve İsrail’i devlet olarak tanıma yolunu seçti. Elbette bu durum ona 1978’de bir Nobel Barış Ödülü (devrin İsrail Başbakanı Menahem Begin’le birlikte) kazandıracaktı.
Ama Abdülnasır’ın güçlü liderlik modeli, aynı yıllarda Suriye’de Hafız Esad’la ve Cezayir’de Huari Bumedyen ile de benzer nitelikler taşıyor. Bu liderler, hızlı ve güçlü bir şekilde toplumu kontrol altına almayı, iç ve dış politikada geleneksel çizgileri bozmayı ve “millîleşmeyi” önemsiyor. Politikaları hep büyük şeyler başarmak üzerine kurulu. Council on Foreign Relations’tan (CFR) Steven A. Cook’a göre bu liderlerin kurduğu yönetim modelleri, başlangıçtaki “icraat” odaklı enerji, kısa zaman içerisinde ivmesini kaybediyor ve zamanla kendi vatandaşlarıyla uğraşan rejimlere dönüşüyor.
Cook, güçlü ve otokrat liderlerle çalışmaya daha hevesli Batılı politikacılara bir uyarı yaparken özellikle şu noktanın altını çiziyor: Singapur, Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük, zengin ve kendine has coğrafi konuma sahip ülkelerde bu türlü bir yönetimden “reform” beklemek mümkün fakat büyük ve karmaşık toplumlarda doğru reformların yapılması için konsensüse, yani demokrasiye ihtiyaç var.
**
İşin bir diğer boyutu da şu: “Güçlü lider” dediğimiz politikacılar gerçekten de etkin, gelecek kuşaklara alan açan, toplumların eğitim ve refah seviyelerini arttıran kimseler midir?
Aslında tam tersine çoğunlukla diktatörler, otokratlar ya da müstebit politikacılar – ki bunlar etkisi altına aldıkları toplulukları “güçlü lider” olduklarına ikna ediyorlar – ya iktidarda oldukları zamanlarda ülkelerini krizlere açık hâle getiriyor ya da kendilerinden sonra içinden çıkılmaz problemlerin toplumda yerleşmesine yol açıyor. Tarih, bunun örnekleriyle dolu.
İngiliz siyaset bilimci Archie Brown The Myth of the Strong Leader (Güçlü Lider Miti) isimli kitabında, bu sebeple toplumları gerçekten dönüştürme ve nesiller süren etkilere sahip olma konusunda kafası karışık, zayıf liderlerin daha fazla iş başardığı görüşünde.
Brown, “iyi” liderlerin tarih kitaplarında pek yer kaplamadığına da dikkat çekiyor. Kişisel favorilerinden biri ABD’nin 33. Başkanı Henry Truman. “Truman’ın tarzının alamet-i farikası, başkanlığının en sıradışı dış politika başarısının, Truman Planı değil, Marshall Planı olarak bilinmesidir.” (Marshall, Truman’ın yardımcılarından birinin soyadıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yeniden imarı için geliştirilmişti ve ülke tarihinin en önemli dış politika başarılarından biri olarak görüldü.)
Brown, Truman’ı tereddütlü olduğu için övüyor. Bulunduğu makamın gücünü abartmayan, başka insanların öne çıkıp sorumluluk alması konusunda açık olan, dediğim dedik tavırlardan uzak duran bir profil çiziyor onun için. Gelgelelim, iyi liderlerin seçmenin ilgisini pek çekemediğinden de yakınıyor. Nitekim Truman’ın Beyaz Saray’daki son günlerinde toplumda kabul görme oranı yüzde 20’lere kadar düşmüştü.
Güçlü liderlerin oluşturduğu bir diğer tehlike, iç meselelerden uzaklaşıp dış politika ve çoğunlukla askerî konuların cazibesine kapılmaları. İngiltere’yi Irak Savaşı’na sokan Tony Blair’in son günlerinde, kabinedeki bakanlar iç meselelere de askerî terminolojiyle yaklaştığını fark etmişler sözgelimi. Tahammül sınırları düşmüş, her şeyin bir an evvel olması gerektiğini düşünmeye başlamış. Ama bir gazetecinin dediği gibi: “Bağdat’ı yarın bombalayabilirsin ama eğitimin kalitesini arttırmak çok daha uzun süre alacaktır.”
Diğer yandan “güçlü liderler” biraz da gündemi ellerinde tutmak için sıradışı hamlelere muhtaçlar.

Şöyle düşünün. Adolf Hitler hükümetinin 1933’te hâli hazırda yüzde 30 işsizliğe sahip Alman ekonomisini savaşa hazırlayacak şekilde yürütmesi, dünyanın en ahmakça planıydı. İlk iki yılında askerî harcamaları yüzde 1’den yüzde 10’a çıkarmıştı. 1944’te, savaşın son günlerinde bu oran yüzde 75’e kadar tırmandı. Nazi Almanya’sının kısa zamanda muazzam bir güç elde etmesi, “devletin verimliliği” konusunda bazı zihinlere ilgi çekici gelse de, “mutlak gücün mutlak yozlaşmaya yol açacağı” hâlâ geçerliliğini koruyan bir ilke.
(Ama Hitler iktidarının güçlü olduğu yıllarda Avrupa’nın pek çok ülkesinde, İngiltere’de ve Amerika’da bile Nazizm hakkında olumlu düşünceleri, yönetim kademelerinde bulmak, görmek mümkündü. The Crown isimli diziyi seyredenler ya da tarih meraklıları hatırlar, İngiltere’nin tahttan vazgeçen eski kralı Sekizinci Edward, Nazi Almanya’sını 1937’de ziyaret etmiş, savaşın sonuna kadar Hitler’in yakın çevresiyle ilişkilerini sürdürmüştü. Hitler savaşı kaybettikten sonra yerin dibine sokulsa da, öncesinde özenilen bir “güçlü lider”di.)
Güç illüzyonu temelde, bu liderlerin karar alma mekanizmalarını bypass ederek, alabildiğine hızlı “icracılar” olmasından kaynaklanıyor. Kısa zamanda, çok sayıda icraat yapmak, bu arada muhalefeti (itirazları) susturmak, uzun vadeli diplomatik ilişkileri kesip atmak ya da tek karar verici olarak ülkedeki her kurumu aynı hizada tutmak büyük marifet olarak görülüyor. Liderin kişiselleştirdiği dış politika, orta ve uzun vadede kurumları yok ediyor, ikincil aktörleri silikleştiriyor.
Halbuki iyi liderler, karar alma mekanizmalarını çeşitlendiren, çok sayıda fikrin kararlar alınmadan önce duyulmasını sağlayan ve bu arada toplumsal mutabakat için çalışan kimselerdir. Çünkü “hız” doğru kararların düşmanıdır. Karmaşık meseleler, hızlı bir biçimde anlaşılıp çözüme kavuşturulamaz. Hız, belki yalnızca savaş gibi aciliyet gerektiren durumlarda karar vericilerin sahip olması elzem bir özelliktir. Politikada ise yavaşlık, uzun süreli tartışma ve geniş katılım aranması gerekenlerdir.

Monday, August 6, 2018

Japonlar Atom Bombalarından Sonra Bile Teslim Olmadılar


İnsanlık tarihi binlerce yıl boyunca pek çok acı ve felaket gördü. Bu yönüyle insanlık tarihi aynı zamanda savaşlar, zulümler ve trajediler tarihi olarak değerlendirilebilir. Ancak 2. Dünya Savaşı tarih boyunca hiç olmadık zulüm ve acıların dünyanın her yanında görüldüğü, insanların insanlıktan çıkıp şeytanları utandıracak hallere düştüğü bir dönem oldu. Ülkemizde 2. Dünya Savaşı denilince daha çok Hitler Almanya'sı ve Yahudi soykırımı akla gelse de, savaşın en kanlı trajedilerinden büyük bir kısmı da Pasifik Okyanusu ve Güneydoğu Asya'da gerçekleşti. Savaşın bu kısmı hakkında Hollywood yapımlarının da etkisiyle Pearl Harbor ve Iwo Jima gibi savaşlar hatırlanacaktır. Ve tabii olarak da Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları.

**

Bu yazı hazırlanırken Wikipedia (ilgili makalenin tamamını okumam yaklaşık 1 saat alıyor), Newyorker, New York Times, Foreign Policy, The Japan Times, Business Insider ve Guardian gibi popüler gazete ve dergilerde son yıllarda çıkmış yazılar kaynak alındı. Wikipedia'daki ilgili maddenin olaylara çoğunlukla Amerikan merkezli baktığı sğylenebilir. Diğerleri ise çoğunlukla bombanın atılmasının arkasındaki başka sebepleri araştırıyor ya da direk olarak Amerikan politikalarını eleştiriyor. Bunun sebebi iki sene Obama'nın anma törenlerine katılması ve bir nevi özür dilemesi olsa gerek. Yazıların kalanı da halen sağ olan kurbanlarla yapılmış röportajlar veya olay günü hikayelerinden oluşuyor.

**

Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombaları bir savaşta aktif olarak kullanılan ilk nükleer silahlar olarak tarihe geçtiler. Nazi Almanyası'ndan Amerika ve İngiltere'ye kaçan bilim adamlarının önderliğinde oluşturulan meşhur Manhattan projesi temel olarak Almanya'dan önce bu bombayı yapmak üzere oluşturulmuştu. Almanya'nın 1945 baharında teslim olması ve Hitler' in intiharıyla bombayı kullanmaya gerek kalmasa da savaşın Pasifik kısmı devam ediyordu. Bu kısımda savaş aslında daha çok Amerika ile Japonya arasında geçiyordu. Operation Downfall ismi verilen operasyonla Amerikalılar Japonları öncelikle işgal ettikleri Filipinler, Myanmar ve Büyük Okyanus adaları gibi yerlerden çıkarmaya, sonrasında da Japonya'yı işgal etmeye çalışıyorlardı.

Meiji Restorasyonu ile 1800lerin ikinci yarısında hızlı bir yükselişe geçen Japonya 1. Dünya Savaşı sonunda artık oldukça güçlü bir hale gelmişti. Almanlarınkine benzer bir hırsla değişik yerleri işgal etmeye başlayıp büyük bir imparatorluk kurmaya çalışıyorlardı. Sahalin, Mançurya, Kore, Çin'in önemli bir kısmı, Vietnam, Filipinler, Myanmar ve Malezya'nın bir kısmı ile okyanus adalarını ele geçirmişlerdi. Almanya ve İtalya'ya benzer şekilde faşist bir grubun yönetimine geçen Japonya'da imparator Hirohito ülkeyi küçük bir grupla yönetiyordu ve bu grubun arzu ve hırsları milyonların canına mal olacaktı. Nanjing'te olanlar, Koreli ve Çinli onbinlerce kadına yapılanlar, öldürülen milyonlar... Pearl Harbor'a yaptıkları saldırı olmasaydı da Amerika ile karşı karşıya gelmeleri çok muhtemeldi. 1945 yaz aylarına gelindiğinde Avrupa teslim olmuş ve Japon şehirleri Amerikan bombardımanları ile yerle yeksan olmuştu. İşgal edilen yerlerin büyük kısmı da elden çıkmaktaydı. Yine de Japonya direniyordu ve Amerika 6 Ağustos'ta Hiroşima'ya ve üç gün sonra da Nagasaki'ye atom bombası attı. Japonlar da kısa süre sonra yenilgiyi kabul ettiler.

Bombalar patladığında, yarısından çoğu ilk gün olmak üzere iki şehirde toplam en az 214000 kişi öldü. Aylar ve yıllar boyu binlerce insan radyasyon kaynaklı hastalıklar, yanık ve yetersiz beslenmeden dolayı yaşamını yitirdi. Japonya buna rağmen teslim olmadı, ancak Sovyetler'in savaş ilan etmesiyle 15 Ağustos'ta teslim oldu.

Amerikalılar savaş sırasında 69 şehri bombardımana tutmuş ve yerle bir etmişlerdi. 100 binlerce ölüye rağmen Japonya teslim olmuyordu. Yapılan tahminlere göre yüzbinlerce Japon ve on binlerce Amerikan askerinin ölmeden de Japonya'yı işgalle ele geçirmek mümkün görünmüyordu. Savaşın ekonomik boyutu da ayrı bir yüktü muhtemelen. Amerika toplam zayiatının dörtte üçü olan 1 milyon asker kaybını Haziran 1944 ve Haziran 1945 arasında vermişti.

Vurulacak hedefler belirlenirken Amerikalılar şu şekilde plan yapmışlardı: Kokura, Yokohama, Kyoto, Nagazaki gibi askeri mühimmat ve birliklerin yoğun olduğu ya da liman, rafineri gibi stratejik ve teknik öneme sahip yerler öncelikli hedefti. Ayrıca bomba kararı alınmadan (ya da çok önceden beri) bazı bölgeler atom bombasının etkisini görme, ya da ağır darbe adına bombardımanlar sırasında göz ardı edilmiş ve fazla vurulmamıştı.

Tokyo'da imparatorun Sarayı'nın vurulmasındansa askeri ve stratejik öneme sahip yerler daha ön plana çıktı. Tarihi Kyoto şehri ise bir iddiaya göre kültürel mirasın öne çıkması sebebiyle listeden çıkarılmış ve yerine Nagazaki hedefe konulmuştu. Bununla birlikte vurulacak şehrin düz olması da önemliydi çünkü patlama sonrası alev fırtınasının olabildiğince etrafa yayılması gerekiyordu, ki böylelikle olabilecek en büyük yıkım ve maximum ölü sayısına ulaşılsın. Bunlar Amerikalılar niye büyük şehirler değil de Hiroşima ve Nagazaki gibi küçük yerleri vurmuş sorusuna cevap veren argümanlar.

Hiroşima'nın bomba atılmadan önceki nüfusu 350 bin civarındaymış ve buranın bombardımanlardan etkilenmemesi garip karşılanıyormuş. Japonlar arasındaki genel kanı işgal sonrası Amerikalıların burayı kendilerine merkez üs yapacaklarından dolayı bombalamadıkları yönündeymiş.

Atom bombasını bir bölgede patlatma ve bu şekilde Japonları korkutup savaştan çekilmelerini sağlama fikri ise Amerikalı komutanlar arasında revaç bulmamıştı. Japonlar teslim olmayabilir, esirleri bu bölgeye sevkedip radyasyona maruz kalmalarına sebep olabilir diye düşünülüyordu. Elde sadece iki tane olan ve yapımı çok pahalı olan bombalardan birinin böyle bir güç gösterisine harcanması da lüks bulunmuştu. Herşeyden önemlisi atom bombası ilk kez kullanılacaktı ve oluşturacağı şok etkisi bu şekilde hafifletilmemeliydi Amerikan savaş lordlarına göre.

Havada infilak eden bomba atıldığı hedefin 240 metre uzağına düştü. Amerikalıların hesapladığından daha düşük bir etki gösterse de patlamanın oluşturduğu alev fırtınası yaklaşık 75000 kişiyi anında öldürdü.

Hiroşima'daki tüm hastahaneler merkezde olduğu için sadece bir doktor sağ kurtulmuştu, binlerce hemşireden de sadece birkaç yüzü.

video

Bomba patladığı anda olanları hayal etmek oldukça güç. Binlerce dereceye varan sıcaklıkla yakın yerdeki herkes yanmış olmalı, belki de şokla anında öldüler. Kırılan camlar kurşun gibi her tarafa fırlamış ve zaten yanıp kömürleşmiş cesetlere kurşun gibi yapışmıştı. İnsanların gözlerinin yuvalarından gerçek anlamında fırladığı, organlarının parçalanıp koptuğu yazılagelen gerçekler. Bomba patladığında zaten yoğun bir karanlık oluşmuş ve peşinden oluşan toz her yeri kaplamış olmalı. Yıkılmayan çok az yer vardı. Bir şekilde bombaya biraz uzak olanların da evleri yanmaya başlamıştı. Çıkan ses, çığlık atan insanlar, ağlayan ve kaybolan çocuklar, enkaz altında kalanlar... Sonraki günler etraf yanmış cesetlerle dolu olmalıydı.

2016'da Hiroşima'daki anma törenlerine katılan ilk Amerikan başkanı Obama'nın elini sıktığı 80 yaşındaki Shinegoki Mori okula giderken bombanın patladığını ve patlama şiddetiyle bulunduğu köprüden nehre düştüğünü anlatmış New York Times gazetesine. Günlerce yiyecek aradığını ve ararken karşılaştığı tek şeyin yanmaktan kömürleşip tanınmaz hale gelen cesetler olduğunu hatırlıyor. Düştüğü nehir onu bu akıbetten korumuş.

İkinci bomba için Kokura şehri hedeflense de hava koşulları sebebiyle alternatif hedef olan Nagazaki vuruldu. Hava koşulları denilen hadise ise şehrin üstünü kaplayan toz bulutlarıydı. Atom bombasının hedefi bir kilometre ıskalaması bile Amerikalılara göre bu pahalı silahın israf edilmesi anlamına geleceği için hedefin çıplak gözle görülmeden bombanın salıverilmemesi emri vardı. Bazı teorilere göre 3 gün önce ilk bombayı atan Enola Gay isimli ve bu görevde hava durumunu tetkik etmekle vazifeli uçak Japonlarca tespit edilmişti. Dolayısıyla yerel savunma birimleri bir şekilde buhar ve dumanla şehrin üstünü kapatmışlardı. Bu bir şehrin kaderini değiştiren ve halkını kurtaran çok stratejik bir karardı. Aynı zamanda diğer bir şehrin kaderini değiştirecekti çünkü bombacıların alternatif planları vardı.

Daha büyük bir bomba atılsa da şehrin coğrafi koşulları ölümlerin sayısını Hiroşima'ya oranla daha az olmasını sağladı. Ayrıca şehirde petrol olmaması da yangınların yayılmasını sınırladı. Yine de Japon sömürgelerinden gelen çok sayıda kayıt dışı işçi ve göçmen olması sebebiyle ölü sayısı 40 bin ila 80 bin arası olarak tahmin ediliyor.

Japon hükümeti bir kaç gün sonra yenilgiyi kabul edince bir iki hafta sonraya planlanan diğer bombaların atımından vazgeçildi.

Tarihteki en büyük devlet terörü denebilecek bu hadiseyi savunanlar savaş devam etseydi çok daha fazla kişi ölecekti diyerek savunuyorlar. Başta da belirtildiği gibi bombardımanlar ve Pasifik Okyanusu'ndaki aktif savaş devam etseydi en az bir milyon Amerikan askeri ve onun çok daha fazlası Japon asker ve sivil ölecekti. Ancak savaşı bitirmek için başka metotlar da olabilirdi. Örneğin Sovyetler'in Mançurya'daki işgalinden sonra Japonya teslimiyeti kabul etti. Ayrıca şu haliyle ölenlerin çok büyük kısmı kadınlar, çocuklar ve yaşlılar başta olmak üzere sivillerden oluşuyordu.

Japon resmî tezine göre ABD atom bombalarını başlamakta olan Soğuk Savaşı göz önüne alarak kullanmıştı.

Benim de kanaatime göre Almanya'nın bile teslim olduğu bu savaş biraz daha sürer ama tarihin en büyük trajedilerinden biri olan bu insanlık dışı uygulamaya gerek kalmayabilirdi.

Hiroşima'da olayın ehemmiyetini saatler sonra anlayabilen Tokyo yönetimi, bir iddiaya göre, Japon bilim adamlarının atom bombası kullanıldığı yönündeki raporlarında ikinci bir bombanın inşa edilmiş olamayacağı düşüncelerine dayanarak direnişe devam kararı aldılar. Bunun üzerine Amerikalılar da ikinci bombayı atmaya karar verdiler. Bununla birlikte Japonya'da yüz binin üzerinde nüfusu olan yerlerden sadece dokuzu bombalanmamış, kalanı ise kimisi yüzde doksan beşlere varan oranlarda yıkılmıştı. Bombalanmayan yerlerin bir kısmı kuzeyde ve çok uzaktı bir kısmı da Kyoto gibi kültürel sebeple yıkımdan kurtulmuştu.

Daha gerçekçi ikinci iddiaya göre ise atom bombaları Japon devletinin savaştan çekilmesine sebep olmamıştı. Olaya Japon hükümeti açısından bakınca bu sadece yeni bir bombaydı. Hiroşima'nın etkisinden çok daha büyük bombardımanlar geçirmişti Japonya. Mesela aylar önce, 9 Mart'ı 10'una bağlayan gece Tokyo bombalanmış ve yüz yirmi bin kişi tek gecede ölmüştü. Savaş boyunca 68 ayrı şehir yerle yeksan olmuştu. O yüzden Hiroşima ve Nagasaki savaşı bitirmek için yeterli değildi.

Japonları pes ettiren Sovyetler'in Japonya'yı işgal planı oldu. ABD'ye aylardır direnebiliyorlardı ve bu gidişte de daha aylar sürecek bir savaş vardı. Savaşın kaybı barizdi ancak savaş suçları mahkemelerinde yargılanmamak ya da savaş sonunda itibarlarını koruyabilmek için Japon hükümeti ve imparator stratejik planlar üzerinde yoğunlaşmışlardı. Avrupa'da yenilen ülke yöneticileri yargılanmaktaydı o günlerde. Diplomasi ve Amerikalıları hoş tutarak bu akıbetten korunmayı umuyordular. Belki işgal ettikleri yerlerin de bir kısmını hala koruyabilirlerdi, o yüzden savaş sonrasını da düşünüp diplomasiyi amaçlıyorlardı. Evet şehirler yıkılmaya yüzbinler ölmeye devam ediyordu ve Amerika iki şehirde yeni büyük bombalar denemişti ama bu çok da yeni birşey değildi.

Stalin'in kuzeyden saldırısı ise çok daha tehlikeliydi, kuvvetlerin büyük kısmı güneyde savaşıyordu ve Sovyetler Kuzeydeki Hokkaido'yu çok rahat ele geçirebilir ve imparatorluğu utanç verici bir sona uğratabilirlerdi. Japon yöneticilerin savaş suçları mahkemesi korkusu kadar imparatorluğu kaybetme korkusu da anlaşılabilir, zira dünyanın en uzun süren hanedanlığıydı bahse konu olan. Zaten atom bombalarından çok önce olası bir Sovyet saldırısı ile teslim olunma kararı alınmıştı. Ve sonuçta da öyle oldu.

Başkan Truman'ın ikinci bombadan haberi olmadığı için oldukça kızdığı ve kendi emri olmadan yeni bir bomba atılmasını yasakladığı gibi ilginç bir bilgi de mevcut. Günlüğüne o çocuklar ölmemeliydi tarzında birşeyler bile yazmış. İlk bombadan sonra her ne kadar zafer çığlıkları atılsa da ölü ve yaralıların görüntüleri özenle saklanmış Amerikan halkından. Bomba atılan yere neredeyse 2 hafta sonra ulaşan bir gazeteci Japon propagandası yapmakla suçlanmış. Japonların olanları belgeleme amaçlı kayıt ve yayınlarına da Amerikalılar bir süre sonra el koymuşlar. Yine de pek çok video ve fotoğraf günümüze dek ulaşmış.

Özellikle de Nagazaki'de birçok savaş esirinin de öldüğü bir başka ilginç ayrıntı. Bombalar atılırken sivil ölümleri engelleme gibi bir çaba içinde olunmadığı açık. Askeri hedeflerden çok siviller ölmüş her iki seferde de. Bazı savaş esirlerinin isimleri çok geç belirlenebilmiş zira Amerikalılar kendi askerlerini de atom bombasıyla öldürdüklerini uzun süre açıklamamayı tercih etmiş.

Gar Alperowitz'e göre savaşı bitirmek üzere bomba atıldığı bir efsane sadece. Zira diğer şehirler bombardımana maruz kalıp yerle yeksan olmuştu. Oralarda çok daha fazla insan ölmüştü. Ancak Japonlar savaşı bırakmamıştı. Japonların teslim bayrağını çekmesini sağlayan asıl faktör Kızıl Ordu ile girilecek savaştı. Şehirlerin kaybı ya da yıkılmasından çok Japon ordusunun tamamen yok edilebileceğinden korktular ve Sovyetler'in savaş ilanı ile 2. Dünya Savaşı'ndan çekildiklerini ilan ettiler. Alperowitz yazısında pekçok Amerikalı komutan ve politikacının sonradan yazdıkları anıları ve o günlerde basına verdikleri demeçlerinden alıntı yaparak aslında Japonya'yı yenmek için atom bombasına gerçekten bir ihtiyaç olmadığını vurguluyor.

Sonuçta atom bombaları Japonların teslim olma sebebi ya da Amerika'nın kazanma sebebi olmasa da ilginç bir şekilde iki tarafa da savaş sonunda büyük getiri sağladı. Japonya'yı gereksiz yere savaşa sokan ve savaş sırasında değişik yerlerde bir çok işgal ve zülümler gerçekleştiren Japon yöneticileri yenilgiye bahane olarak düşmanın mucizevi silahını gösterecek, oluşan mağduriyetten de uzun yıllar nemalanacaklardı. Bu ortamda savaş suçları gibi şeyler de gündemden düşüyordu ya da aşağıda da değinileceği gibi bazı yönleriyle görmezden geliniyordu. Amerikalılar ise bu insanlık trajedisi ile Soğuk Savaş için psikolojik bir üstünlük sağlamışlar, Pasifik Okyanusu ve çevresinin günümüze dek gelen politik kontrolünü elde tutmayı başarmışlardı(!)

Savaş suçları mahkemesi hakimlerinden birinin oğlu olan Jerry Delaney'in Foreign Policy'de çıkan makalesinde bahsettiği üzere Amerikalılar Japonların bazı savaş suçlarını gündeme hiç getirmemeye baştan karar vermişlerdi. Bunların arasında savaş esirleri üzerinde yapılan biyolojik deneylerden, sivillerin bombalanması, sistematik tecavüz ve soykırıma varana kadar pek çok zulüm vardı. Ancak bunların mahkemeye gelmesi 69 şehrin bombalanması ve özellikle de Hiroşima ve Nagazaki'yi de resmî kayıtlara geçireceği için bunların mahkemede sorgulanmamalarına karar verildi. Halbuki tarihin en barbarca saldırılarından biri olan bu bombardımanlarla bir gecede Amerika'nın tüm savaş boyunca Pasifik'te kaybettiğinin üç katı insan ölmüş oluyordu, ki büyük çoğunluğu sivildi bu ölülerin. Böylelikle savaşın sonunda kurulan mahkemeyle galiplerin adaleti hükmetti ve mahkemelerin en önemli sonucu Amerika'nın tüm suçlarını örtmek oldu.

**

Japonlar bombalardan sağ kurtulanlara hibakusha ismini vermişler. Günümüzde yaklaşık 164 bin hibakusha hala sağmış. Ortalama olarak 81 yaşındalar. İlginç bir şekilde bu insanlar yoğun bir ayrımcılığa maruz kalmışlar çünkü radyasyondan etkilendikleri ve hastalıklı oldukları düşünülüyormuş. Çocukları da bu önyargı ve dışlamadan muzdaripmiş günümüzde. Daha da kötüsü o dönemde zorunlu işçi olarak çalıştırılan on binlerce Koreli'den sağ kalanlar ve sonradan Japonya'ya yerleşenler uzun süre Japonlara tanınan sağlık hizmetlerinden faydalanamamışlar. Bu mesele ancak 2008'de adalete kavuşmuş.


1. https://foreignpolicy.com/2015/08/05/stalin_japan_hiroshima_occupation_hokkaido/

2. http://www.newyorker.com/magazine/1946/08/31/hiroshima
3. http://www.greenwych.ca/hiro2bmb.htm
4. http://www.businessinsider.com/the-nuclear-bomb-didnt-beat-japan-stalin-did-2017-8
5. http://www.newyorker.com/tech/elements/nagasaki-the-last-bomb
6. https://en.wikipedia.org/wiki/Atomic_bombings_of_Hiroshima_and_Nagasaki


Tuesday, January 2, 2018

Herkesin Herşeyden Haberi Vardı!


Yahudileri kim katletti?

Hitler.

Öyle değil mi?

Yanlış.

Almanlar.

Herkesin her şeyden haberi vardı.

Bir süredir Alman askerlerinin 2.Dünya Savaşı’nda cepheden ailelerine yazdığı mektupları derleyen bir kitabı okuyorum. Bütün askerlerin en düşük rütbeden en üst rütbeye kadar olan bitenden haberi var. Kimi ima ile kimisi açıktan yaşananları anlatıyor. Kimisi iğreniyor yapılanlardan kimisi de olması gerekenin bu olduğuna inanıyor.

Nürnberg Mahkemeleri’nde katliam görüntüleri izletilirken başlarını eğenler aslında yaşananların bire bir tanıkları.

Sadece askerler mi?

Gettolara ve kamplara gönderilen Yahudilerin malları açık arttırma satılırken sıradan vatandaşların birbirlerini nasıl ezdiklerinin fotoğrafları var. Sonradan hayatlarının en zor günlerini geçirdiler. Bütün şehirleri yakılıp yıkılmakla kalmadı, sevdiklerini de kaybettiler.

Kitapta çok enteresan bir detaya rastladım. Hitler’e sonuna kadar direnenler Yehova Şahitleri’ymiş. İnançları gereği savaşmak istemeyen bu grubun erkeklerini askerlik yapmaktan kaçtıkları için idam ediyorlar. Kilisenin gönülsüz de olsa devreye girmesi ara bir çözüm bulunmaya çalışılıyor, cephe gerisinde yer almaları şartı ile idam edilmeyecekleri söyleniyor. Ama adamlar yine de gitmeyiz deyince idamlar devam ediyor.

Levent Kenez

tr724


Diktatörler ve Yardımcı Kulları