İrfan Aktan - Gazete Duvar
1918’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ve sadece bir buçuk yıl içinde 50 milyonu aşkın insanı öldüren İspanyol gribi, korona virüsünden farklı olarak yaşlıları değil, gençleri vurmuştu. (Salgına İspanyol gribi denmesinin nedeni, hastalığın İspanya’dan çıkması değildi. Hastalık ABD’de çıkmıştı ama o dönemin otoriter rejimleri bu konuda yazılıp-çizilmesini yasakladıkları için, salgına karşı sansürün devreye konmadığı tek ülke olan İspanya’da mesele tartışıldı ve hastalık bu ülkeyle anılır oldu.)
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdürülemez hale gelmesinde önemli bir etkenin, İspanyol gribinin gençleri vurması olduğu söylenir. Zira salgın ordulara sıçramış ve sayısız asker, birbirlerini yok edemeden, grip tarafından öldürülmüştü.
Peki sonrasında nasıl oldu da insanlık, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip ederek milyonlarca insanın daha hayatını kaybetmesine yol açan İspanyol gribi deneyimiyle mutlak bir barış ve tüm insanlığı kapsayacak geniş bir halk sağlığı sisteminde ortaklaşamadı?
2004 tarihinde yayınladığı Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl, savaş ve salgın hastalıklar sırasında artan kaygının, toplumları otoriter iktidarlara sarılmaya ittiğini tarihsel örneklere yaslanarak aktarıyor.
Salecl, Birinci Dünya Savaşı’ndaki “askeri krizin” daha sonra yerini ekonomik ve “zihinsel” krize bıraktığını, bunun da toplumsal kaygıyı beslediğini vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa’nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa’da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. (…) Tabii ki en son kaygı çağı, 1990’larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirminci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle -terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle- meşgul oluşumuzla ilgilidir…”
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.
Hitler’in “ari ırk” hedefi sadece Yahudileri, eşcinselleri, çingeneleri değil, aynı zamanda sakatları, “işe yaramaz” yaşlıları da yok etmeye odaklıydı. Eylül 1939’da devreye konan politikaya göre hastalar, sakatlar, “işe yaramazlar”, doktorlar tarafından tedavi edilmeyerek, aç bırakılarak ölüme terk edilecekti. Büyük tepkiler sonrası rafa kaldırıldığı söylense de, Nazilerin bu politikayı 1945 yılına kadar sürdürdüğü ve 200 bine yakın engelliyi bu şekilde öldürdüğü söylenir.
Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşan kitlesel kaygının yücelttiği Nazizmin, kapitalizmle uyumlu bir vahşet uyguladığı ve “gereksiz yük” olarak görülen sakatları, “işe yaramazları” da hedef aldığı görülüyor.
Korona virüsü de kapitalizmin artık sömüremediklerini, kâr elde edemediklerini, yoksullaştırarak bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına yol açtıklarını aramızdan alıyor. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in açıktan söylediğini dünya liderleri zaten kabullenmiş görünüyor.
Bakın, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin Los Angeles kentinde, korona virüsü teşhisi konan ama sigortası olmadığı için evine yollanan 17 yaşındaki bir genç, hayatını kaybetmiş.
O halde karşımızdaki esas düşman virüsten ziyade kapitalizm. Üstelik vahşi kapitalizmin, virüsü işlevsel bir silaha dönüştürmesi son derece olası: Faşizmin bir alt uygulaması olarak yaşizm.
İtalyan doktorların, yoğun bakım ünitelerinde hangi hastayı gözden çıkarabilecekleri konusundaki mecburi tercih sırasında yaptıkları da bu kapsamda. Düşünsenize, korona virüsünden yoğun bakımda tutulan iki hasta ama tek bir solunum cihazı var. Sağlık personeli bir tercih yapmak zorunda ve bunun da kriteri yaş. İhtiyarın ağzındaki solunum cihazını alıp gence takıyorlar… Bu, ne yazık ki evrensel bir ahlaki sorunsal olarak karşımızda duruyor.
Genci yaşlıya tercih eden aslında doktorlar değil, böylesi bir salgının her an kapımızı çalabileceğine ilişkin güçlü delil ve emarelere rağmen olağanüstü dönemde devreye girecek şekilde acil durum sistemi inşa etmeyi fazladan maliyet olarak gören kapitalizmin kendisi. Silaha, savaşa, şatafata, tüketime ayrılan payın yüzde biri sağlığa ayrılsa, insanların plastikten farkı olmayan ucuz tüketim maddeleriyle değil sağlıklı gıdayla beslenmesi sağlansa, önleyici aşı araştırmalarına ağırlık verilse, muhtemelen İtalyan doktorlar yaşlının solunum cihazını söküp gence takmak gibi travmatik, korkunç bir tercihi yapmak zorunda kalmayacaklardı.
**
Ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere. Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.
Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.
Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.
Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.
Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.
YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ
Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!
Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?
Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.
Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.
Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”