Showing posts with label ölüm. Show all posts
Showing posts with label ölüm. Show all posts

Saturday, June 18, 2022

The Power of Confronting Death

 


REGARDLESS OF WHETHER it is counted by watching the sun pass across the sky or by an atomic clock, time is something we tend to want to extract the most value from before we die. That might be because of our unique awareness that we will inevitably die, which gives us a nagging sense that we are wasting what little time we have.

Subconscious fears about death drive much of human thought and behaviour, according to psychology’s terror management theory. “The idea is that we would be overwhelmed with existential terror if we didn’t have some way to manage it,” says Sheldon Solomon, a psychologist at Skidmore College in Saratoga Springs, New York. And we manage it, the idea goes, by doing things that give us a sense of meaning and value, from believing in the afterlife to creating art.

For Solomon, this leads to a startling conclusion: that we are all just “anxious meat puppets tranquillised by culturally constructed trivialities”. But while Solomon and his colleagues have shown that subtle reminders of death make people more likely to cling to their own world view and discriminate against outsiders, there is also a bright side to this awareness of the inevitability of death.

For starters, when a commodity is perceived as scarce, it becomes more valuable – and there is no reason to think time is any different. More specifically, research demonstrates that when people consciously reflect on death, they can boost their sense of self-worth, become more socially altruistic and more open to novel experiences.



Read more: https://www.newscientist.com/article/mg25433911-200-how-do-we-make-the-most-of-our-time-the-power-of-confronting-death/#ixzz7WZKPteIU

Friday, November 19, 2021

Ölüm de bir rüya değil mi?


Yaşam korkusuyla ölüm korkusunun birbirine sarmallandığı metinler yazan, kitaplarından birinin adını da “ Korkuyu Beklerken ” koyan Oğuz Atay’ın, ölümle burun buruna geldi ğinde gösterdiği soğukkanlılık ise şaşırtıcıdır. “Ölmek üzere olan bir insan korkmamalı. Ölmek nedir? Yaşayabileceğini hayal ettiği olayların bitmesidir ya da insanın öyle sanmasıdır, ” (TO.400) diyen “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişisi gibi düşünüyordur belki o da. İstanbul’daki son döneminde görüştüğü kişilerden biri olan Erdoğan Şuhubi onun bu tutumundan etkilenmiştir: “ Ölümünü çok soğukkanlı bir biçimde kabullenmişti, davranışlarında panik havası yoktu, ölümü hakkında sıradan bir olaydan söz edermişçesine konuşuyordu. Ömrünün çok sınırlı olduğunu, birçok şeyi ona göre düzenlemek zorunda kaldığını soğukkanlı bir biçimde anlatıyordu. Hatta, acaba Oğuz’un yerinde ben olsaydım böyle davranabilir miydim, diye kendime sorduğum olmuştur. Bir bilim adamı rasyonel bakar yaşama diye düşünüyor insan, ama bu her zaman böyle olmuyor. Dünyanın en büyük matematikçilerinden bilgisayarın babası John von Neumann 54 yaşında kanserden ölmeden önce ölüm korkusundan delirmişti. Mustafa İnan da kendisine konulan lösemi tanısını bilmesine rağmen, bunu kabul etmeden öldü. ”

“Oğuz öleceğini bilmeden önce ölümden daha çok korkuyordu. Öleceğini öğrendiğinde o korkuyu aşmıştı, ” diyordur Halit Refiğ: “ Bakışında korku yoktu. ” Son döneminde onunla birlikte olan insanlar, yakınına gelen ölümün onun üzerinde farklı bir etki yarattığını söylüyorlardır. Sanki, çok ciddiye aldığı yaşamdan, onu çevreleyen mayın tarlasından, akan zamanın gebe olduğu belirsizliklerden, bunlardan biri olan ölümle karşılaşma olasılığından ve tüm bunların normal dışı bir duyarlıkla algılanan basıncından kurtulmuş olmanın yarattığı bir rahatlamadır bu; ölümünden iki buçuk yıl önce, “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın Coşkun Ermiş’ine söylettiği yaşam yorgunu özlemle şaşırtıcı bir benzeşim içindedir: “ Ben de ölümcül bir hastalığa tutulsam dedim, bu hastalığa tutulduğumu bilsem dedim, bu ölümcül hastalık yüzünden her şey birden önemini kaybetse dedim, korkularımdan bile kurtulsam dedim... ve artık her şey bana vız gelse dedim. ” (OY.92-93) “ Mantık denen bir zehir aşılamışlar. (...) Canın cehenneme diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim’i de: “ Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan. Ancak ölüm-kalım anında hürriyetin gerçek anlamını kavrayabilir. ” (T.609)

Oğuz Atay’ın metinlerinde yaşama tutunamamanın uç noktasında ölüm vardır. Çağdaş psikoloji, yaşamda sorunlarını çözemeyen bireyin ölüme eğilim duyduğunu söyler. Ölüme eğilim, bir yönüyle aşkın bir varoluş özlemini içinde barındırabileceği gibi, bir yönüyle de nihilist bir kaçış, bir yokoluş özleminin göstergesi olabilir. Atay’ın metinlerinde ölüm, her ne kadar bilinmezlik sisinin içindeki duruşuyla, onun kurmaca dünyasının önemli motifi ‘ korku ’nun bir parçasıysa da hiçbir zaman nihilist bir yokoluş özlemi içermez. “Tehlikeli Oyunlar ”da Hikmet’e söylettiği aşağıdaki tümce, işlevi ve anlamı olan bir ölümü anlatır: “ Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. ” (TO.386) “ Tutunamayanlar ”daki “ [k]ucaklamak isterdim ölümü ve sonsuzu, ” (T.133) tümcesinde ise ölüm sonsuzlukla eşdeğerlidir. Çocukluktan yeniyetmeliğe geçerken dinsel düzlemde bir inanç arayışına giren ama aradığını bulamayan, yaşam yolu üzerinde saptığı yollardaki engellerle uğraşırken bu konuyu geri plana iten Atay’ın yazarlıkla bütünleşen yılları, onun Mevlana’dan İncil’e ve İsa’ya, oradan Zen Budizm’e uzanan mistik bir yelpazede arayış içinde olduğunu gösteriyor. “[Ö]lüm de bir rüya değil mi, ” (T.471) diyordur “ Tutunamayanlar ”da Selim, ölüm sonrası ile ilgili aşkın düşüncelere çağrı çıkaran bir tonlamayla. Günlüğünde “ Tehlikeli Oyunlar” ın Hikmet’inin ölümünü kurgularken ise “ [g]erçek yaşantı bitecek, oyun devam edecek, ” (G.48) demektedir.

Yakın arkadaşlarından kimileri onda, hastalık öncesi döneminin yaşam savaşımı içindeki Oğuz Atay’ından farklı bir kimliğin su yüzüne çıktığını söylüyorlardır. “Daha dingindi ruhen, sanki sükûnet bulmuştu, bir tür bilgelikti sanki, ” demektedir Halit Refiğ. Özen ve Uğur Ünel ise, öfke, kızgınlık, isyan gibi duygulardan arınmış, hiçbir konuda yakınmayan, yaşamı da ölümü de olduğu gibi kabul eden, çevresine sevgi ve ilgiyle yaklaşan bir Oğuz Atay’dan söz ediyordur. Londra’dan dönüşünde, mutlu bir Avrupa gezisinden gelen biri gibi herkese ayrıntılı armağanlar getirmiştir. Özen Ünel’in, hastalık öncesi dönemde bir sohbet sırasında sözünü ettiği, Türkiye’de olmayan bir mobilya cilasını bile unutmamıştır. Arkadaşları onun ölüm karşısındaki ana tutumunu ‘ dervişane ’ diye adlandırıyorlardır. O dönemde yirmili yaşlarında olan Pakize Barışta ise, “ daha gerçekçi bir yaklaşımla, ‘üzgündü’ sadece, ama sakindi, ” demektedir. Kuşkusuz her ölüm yolculuğu gibi hüzün dolu, buruk bir dönemdir bu; ama bir o kadar da dingin, mütevekkil ve filozofçadır. “Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan ” (OY.104) oyun kişisi Coşkun Ermiş gibi o da “ ölümü de aynı ciddiyetle karşılıyor[dur] ” (OY.104). Belki de “ Tutunamayanlar ”ın Turgut Özben’inin dediği gibi “ ölümü bilerek yaşamak ” (T.314) gerekiyordur: “ Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamı (...) karanlıkta kalma[malıdır]. ” (T.314) “ Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim Işık’ı da. Belki de yalnızca “ [ö]lümü beklemek[tir] zor ” (T.609) olan.























Thursday, July 13, 2017

A Man Called Ove



“Ove just wants to die in peace. Is that really too much to ask? Ove doesn’t think so. Fair enough, he should have arranged it six months ago, straight after her funeral. But you couldn’t bloody carry on like that, he decided at the time. He had his job to take care of. How would it look if people stopped coming to work all over the place because they’d killed themselves? Ove’s wife died on a Friday, was buried on Sunday, and then Ove went to work on ­Monday. ”

** 

“You! You want to buy a French car. Don’t worry so much about others, you have enough problems of your own.”

**

“Of course, he was supposed to have died today. He had been planning to calmly and peacefully shoot himself in the head just after breakfast. He’d tidied the kitchen and let the cat out and made himself comfortable in his favorite armchair. ” 

Saturday, April 29, 2017

Story in Progress



Every year, 12 to 25 million people attempt suicide worldwide, and 1 million of them achieve what they were aiming to achieve. That means that every 30 seconds, one person is dying by suicide. Be it a child, an elder, or an adult, suicide victims come from all ages.

**
“It is possible in this life that one receives death while perfectly healthy. It is also possible that one can survive despite miserable health. In other words, just like being healthy doesn’t necessarily mean you can’t die, there isn’t a mechanic relationship between being unhealthy and arriving at death. My own failure to die despite what happened to me is living proof of this.”

**
“The moment I realized that death is given, just like life is, my suicide attempt transformed from being a story of failure to a story of success, because that’s when I started believing in the unseen.”

Believing in the unseen was a quality that Fred did not have before, but why and how had it been the elixir that changed his failure into success? “It is so ironic and controversial. In the beginning, what I was missing was my acceptance of self-deficiency in grasping existence. In the end, by admitting to be incomplete, I was becoming complete; being completed by God.”

Suicide is one of the most severe sins one can commit, according to monotheistic religions. Yet, this young man found God in the very sin that could throw him light years away from God. “I don’t define myself anymore as an outstanding, perfect intellectual as my friends used to call me. Instead, I am a story in progress. No matter how severe the calamities or how satisfying the joys are, I don’t come to an end unless my author ends the story.”

Saturday, January 31, 2015

Cömertliğe Bakın Ki...

Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır.

Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât'ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir.

Çocuk ve Ölüm

Çocuk, o zayıf, o nahîf ruhuyla ancak haşre iman ile huzurlu bir hayat bulabilir. Herkes çocukluğunu bu zaviyeden tetkik etse ve hayâlen çocukluk anlarına gitse bu hükmü tasdik edecektir.

Evet, çocuk ince bir kalbe sahiptir, aynı zamanda da hâdiselerin terkibini yapıp neticeye gidecek bir zekâya da sahip değildir. Hem o, büyükleri gibi, kendisini eğlenceye verip tenvîm de edemez. Onun içindir ki, ölüm endişesini bir büyükten daha derin hisseder. Her an etrafından kopup gidenler, onun içinden de bir parça koparıp götürürler. Annesi, babası vefat eden bir çocuğun dünyası ise bütün bütün yıkılır. Ruh âlemini aydınlatan bütün yıldızlar söner ve vicdanının seması karanlığa gömülür. Vicdan taşıyan hemen her insan bunları hissedebilir.

Çocukluğumda bir kardeşim ölmüştü. Onun mezarına her uğrayışımda ellerimi açar "Allah'ım ne olur dirilt de, onun güzel yüzünü bir kere daha göreyim!" der yalvarırdım. Şimdi bu halette olan, ben ve benim gibi binlercenin kalbindeki 'Öldükten sonra dirilme inancını silin; gönlünden bu imanı söküp atın; bu yanan kalbe ve figan eden gönüle ne ile derman olacak ve bu yangını nasıl söndüreceksiniz? Hayır hayır, hiçbir şeyle ona derman olmanız ve onun ateşini söndürmeniz mümkün olmayacaktır. Sadece haşir akîdesidir ki, bu buhranlar ve sıkıntılar arasında kıvranan çocuğa soluk aldırır ve rahat ettirir.

Evet, yakınlarının teker teker kopup gidişi karşısında; ancak onların cennete gittiğine imandır ki, bu yavruya teselli verir ve onu bu dayanılmaz dertten kurtarır.

Küçük dahi olsa, alıştığı, ülfet ettiği bir yakını, büyüğü veya onsuz yapamayacağını kabul ettiği bir sevdiğinin göçüp gitmesi onun nazenin kalbinde kapanmayacak bir yara açar. Bu öyle onulmaz bir yaradır ki, ona ancak şu düşünce merhem olabilir:

'Buradan gitti veya alındı; fakat orada Hudâ, ona cennet kapılarını açtı. Şimdi o, cennet bahçelerinde kuşlar gibi kanat çırpıp uçuyor. Eğer ben de ölsem onun gibi uçacağım.

Şayet ölen büyük ise, şöyle düşünecek; o öldü, ama orada da beni kucağına alıp sevecek, başımı okşayıp bağrına basacak. Ve işte bu düşüncelerdir ki, ölümün açtığı firkât ve ayrılık gediğini kapayacak ve onun kanayan yarasına merhem olacaktır.

Wednesday, October 22, 2014

Ölümü Hatırlama

Sadece uçakta yere çakılma korkusu yaşadığımız ya da denizin üstünde azgın dalgalarla baş başa kaldığımız zaman mı Allah’a sığınıp, şu dünya hayatının geçiciliğini hatırlayacağız?


İnsanlar Uyurlar Ölünce Uyanırlar


Şöyle bir hesap yaptım kendi kendime. 60 yaşındayım şu an. Günde 8 saat uyuyarak ömrümün 20 yılını uykuda, ortalama 8 saat çalışarak bir 20 yılımı da işte geçirmişim. Yeme, içme, gezme, yol, trafik, televizyon, internet, eğlence derken kalan 20 yılı da tüketmişim. Bir an durup şunu sordum kendime: “Ben gerçekten yaşadım mı?” ya da “Böyle bir hayat yaşamak için mi var oldum?” Ya da neden bu soruyu tüketilmiş bir ömrün sonunda sordum kendime? Hakikaten kısa bir masal gibiymiş insan hayatı. Bir varmış bir yokmuş.

***
İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.

Oscar Wilde

***

Yunan filozofu Sokrates’in dediği gibi esasen sorgulanmamış bir hayat yaşanılmaya değer değildir. Ona göre insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hâkim olduğu bir dünyaya sorgulamadan dâhil olmuşlardır. Bu yüzden insanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. Neyin doğru veya yanlış, neyin iyi ve kötü ya da neyin ahlaki veya ahlak dışı olduğunu içinde bulundukları sosyal atmosfer belirler. İnsanlar çevrelerinin beklentilerine uygun yaşamaya çalışırlar. Pek çok kişi mesleğini dahi toplum tarafından yüceltilen ya da önemsenen alternatifler arasından seçer. Yine Sokrates’e göre insanlar sadece maddi şeylerin peşinde koşarlar. Zenginlik arar, haz ya da şan şeref elde etmeye çabalar, varlıklarının bir de ruhsal boyutu olduğunu unuturlar. Kişisel hedeflerinin gerçekten değerli olup olmadığını sorgulamadan herkes gibi bedeni arzularına sürüklenirler. Bu yüzden esasen hayatları kendi ellerinde ya da kontrollerinde değildir. Seçimleri dış etkenler tarafından belirlenir. Bu durumun kişiyi mutsuzluğa götürmesi kaçınılmazdır. Oysaki insanı insan yapan şey; ruhuna ve manevi doğasına özen göstermesidir. Aksi takdirde manevi doğasına aykırı davrandığı için mutsuz ve eksik olacaktır.

***

Hayatı anlamayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler.
Çünkü bu hatırlama onlara, yaşadıkları hayatın
aklî vicdana uygun düşmediğini gösterir.

Tolstoy

***

Etrafımızdaki pek çok insanın Allah’ın varlığını kabul ettiği; ancak yaşantısına bakıldığında adeta Allah yokmuş gibi davrandığı görülür. Yaşantısıyla ilgili aldığı kararların neredeyse hiç birinde Allah’ın ondan nasıl bir hayat yaşamasını istediği ile ilgili bir ölçü ve değer yoktur. Ne zaman dini konular açılsa ve dolayısıyla konuşma ölüm gerçeğine gelse, insanların bir kısmı sanki hiç ölmeyecekmiş gibi umursamaz davranırken, diğer bir kısmı ise konunun değişmesini ister. Hatta, canım biraz da güzel şeylerden konuşalım der ve bırakın ölümü, ölüm hakkında konuşmayı bile kötü olarak görür. Oysaki ölüm, üzerine konuşulmasa da düşünülmese de kaçılamayacak bir gerçektir.

***
Madem ölümün bizi ne zaman ve ne şekilde yakalayacağı belli değil, o halde herkes yaşantısına dikkat etmeli!

Mutlaka öleceğimize göre, herkes öldüğü sırada bir şeyler yapıyor olmalı; tarla sürerken, kazma sallarken, ticaret yaparken, bir konsüle hizmet ederken, kabızlık ya da ishal sancıları çekerken ölebiliriz. O halde ölüm sizi bulduğu sırada ne yapıyor olmayı dilerdiniz? Kendi adıma ben, insana yakışır, faydalı, insanların genel görüşlerine aykırı olmayan ve soylu bir davranışta bulunurken ölmeyi tercih ederdim.

Fakat çok yüce şeyler yaparken beni bulmayacaksa, en azından yapmama izin verilmiş ve hiç kimsenin engel olamayacağı bir şey yapıyor olmayı dilerdim; kendime çeki düzen vermek, görünüşleri kullanma yetimi geliştirmek, zihnimin huzuru için çabalamak, ilişkilerimi olmaları gerektiği gibi düzenlemek...

Ölüm beni bu şeylerden biriyle uğraşırken yakalayacak olursa, ellerimi Tanrı’ya açıp şunları söyleyebilmek benim için yeterli olurdu: ‘Senin bana bağışlamış olduğun hükümranlığı kavrama ve ona itaat edebilme yetilerimi ihmal etmedim. Davranışlarımla senin onurunu çiğnemedim; hislerimi ve genel ilkelerimi nasıl kullandığıma bak. Seni bir kere bile suçladığım oldu mu? Yaşadığım hiçbir olaydan şikâyetçi oldum mu? Olan hiçbir şeyin olmamasını diledim mi? Bu ilişkilerimden bir tanesini bile çiğnemeyi aklımdan geçirdim mi? Sen bana hayat verdin ve bu hayat için sana teşekkür ediyorum. Verdiğin şeyleri kullandığım sürece hep hoşnut oldum; şimdi onları geri al ve nereye istiyorsan oraya bırak. Çünkü hepsi sana aitti ve onları bana sen vermiştin.’ Ölürken bu düşüncelere sahip olmak yeterli değil midir? Hangi hayat bu düşüncelerle ölen bir insanın gözünde bu ölümden daha iyi olabilir? Hangi son daha mutlu olabilir?

***
Diğer tüm canlılarla ortak olan tek bir paydamız vardır: Ölüm! Ölüm ortak kılar tüm canlıları. Üstünlükleri ortadan kaldırarak herkesi eşit hale getirir. Kişi ayrımı yapmaz. Gelmeden önce randevu almaz. Şarkılardaki gibi bir ihtimal daha değildir. Kesindir. Hatta siz hiç farkında olmasanız da bu satırları okuduğunuz birkaç saniye içinde, birkaç insan öldü bile yeryüzünde. Zira yapılan araştırmalara göre dünyada her saniye ortalama bir insan hayata gözlerini yummaktadır. Kitabın sonunu getirdiğinizde yüzlercesi daha buna katılacaktır. Peki, bu insanlardan biri olmamanız için ne sebep var sizce?

***
Gerçekten de, bir kişi kendi bedeni içinde var olmaya başladığı andan itibaren ölmeye mahkûmdur ve hiçbir an yoktur ki ölüm ona yaklaşmıyor olsun.

Augustinus

Monday, July 21, 2014

Batı Medeniyeti, Roma Dehası ve İslam Hidayeti


Şimdiye kadar müslümanlar isteyerek bu medeniyete girmemişler ve şu medeniyet onlara yaramamış, hem de onlara müthiş bir esaret prangası vurmuş. İnsanlık için ilâç olması lâzım gelirken zehir olmuş. Bu medeniyet insanlığın yüzde seksenini meşakkate ve bedbahtlığa atmış. Yüzde onunu yalnızlığa ve yalancı bir saadet vermiş. Diğer kalan yüzde onunu da ikisinin arasında rahatsız bir vaziyette bırakmış. Ticaretin gelen kazancı, zalim azınlığın olmuş. Fakat saadet, herkese olan saadettir. En azından çoğunluk için kurtuluşa vesile olmalıdır. İnsanlığa rahmet olarak inen şu Kur’ân, ancak herkese veya büyük çoğunluğa saadet veren bir medeniyet tarzını kabul eder. Şimdiki tarzda ise, kötü arzular serbest olmuş, nefsanî düşkünlükler hür olmuştur; hayvanî bir hürriyet, kötü arzular tahakküm eder; nefsânîlikler de insanı istibdatları altına alırlar. Zarurî ihtiyaç olmayan şeyleri zarurî ihtiyaç hükmüne geçirmişler ve insanların rahatlarını gidermişler. Bedevîlikte bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Helâl kazanç, masrafa kifâyet etmemiştir. Bu yüzden insanları hile ve harama sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, insanlığa servet ve haşmet vermiştir ama ferdi şahsen hem ahlâksız, hem fakir hâle düşürmüştür. Bunun şâhidi çoktur. İlk çağdaki bütün vahşet ve cinâyeti, gadr ve hıyaneti bu habis medeniyet tek bir defada kustu. Hâlâ midesi bulanmaktadır.
***
İslâmiyet’in bu medeniye karşı niçin çekimser davranmış olduğunun bir sebebini izah etmesi için buna dikkat et: Eski Roma ve Yunan’ın iki dehası vardı; bunlar bir asıldan doğmuş ikizlerdi. Ama biri hayalci, biri de maddeperestti. Su ile yağ imtizac etmediği gibi bunlar arasında da bir imtizac olmadı. Uzun zamanın geçmesinin bu imtizaca bir faydası olmadığı gibi; medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı, ama hiçbirisi bunları mezc etmeye muvaffak olmadı. Her biri ekseriyetle bağımsızlığını korudu. Hatta şu anda bile o iki rûhun sanki cesetleri değişmiş gibi... Artık maddeperest eski Roma’yı Almanlar; hayalci Yunan’ı da Fransızlar temsil etmekte... Güya başlarından bir nevi tenasüh geçmişe benziyor.

İşte ey kardeşim, zamanın gösterdiği gibi, o ikiz iki deha, imtizac sebeplerini böyle öküz gibi reddettiler. Şimdi bile barışmadılar. Madem onlar ikizdi, kardeş ve arkadaştı, ilerlemede yoldaştı; buna rağmen birbiriyle döğüştüler, hiç de barışmadılar. Bunlar böyle olursa; nasıl olur.. aslı, madeni, kaynağı, doğuşu başka çeşit olan Kur’ân nuru ve İslâm hidâyeti şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsıyla barışabilsin, onunla mezc olup birleşebilsin; imkânı var mıdır?
***

Roma dehası ile İslâm hidâyetinin kaynaklarının farklılığını anlatırken:

Hüda ve hidâyetin semâdan indiğini, vahiyle Allah’tan geldiğini hâlbuki dehânın yerden çıktığını; ayrıca hüdanın kalbde işleyip beyni de işlettiğini, hâlbuki dehanın beyinde işleyip kalbi karıştırdığını ifade ettikten sonra hüdanın ruhû nurlandırdığını ve Cenâb-ı Hakk’ın çekirdek ve tohûmlar hâlinde yerleştirdiği istidat, kabiliyet ve ince duyguları sümbül sümbül geliştirip açtırdığını, karanlık tabiatın mumla ışıklandığını, istidât-ı kemâlinin birden bire yol aldığını, insanın nefis ve cismaniyet yönünü emre amâde bir hizmetkâr yaptığını, himmetli insanları melek simâsında gösterdiğini s.ylüyor. Halbuki dehanın nefis ve cisme bakıp tabiata girerek, nefsi tarla hâline getirerek nefsânî istidatları geliştirdiğini, ruha hizmetkâr ettiğini ve insanda ekilen ve insanı insan yapan belki de meleklerden üstün hâle getiren sır, hafî ve ahfâ gibi letâif ve diğer güzel istidat çekirdeklerini kuruttuğunu, şeytanın simasını insanda gösterdiğini söylüyor. Zaten İstiklâl Harbi’nden sonra Ankara’da yazdığı “Hubab” isimli eserinde, medenî mümin ile medenî kâfirin suret, siret, zahir ve batın farklarını gâyet beliğ bir tarzda beyan
ediyor ve neticede aralarındaki farkı körlere de göstermek için diyor ki: “Eğer istersen hayalinle ‘Nurşin’ karyesindeki Seyda’nın meclisine git bak. Orada fukara kıyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsîyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar.”

“Huda ve hidâyet dünya ve ahirette saadet verip iki cihana ışık saçıyor ve böylece insanı yükseltiyor” diyen Üstad, dehayı anlatırken onu deccala benzetiyor. Onun hem şaşı olduğunu, hem de sadece dünya ve maddeyi gören tek gözü bulunduğunu söyledikten sonra maddeperest ve dünyaperver olan bu anlayışın, nasıl canavarlaştığını da izah ediyor. .ünkü sağır tabiata tapıp kör kuvvetin fermanına tâbi olduğu için, nankörce Allah’ın yeryüzünde bütün insanlar hattâ bütün canlılar için hazırladığı imkânları sahipsiz ganimet gibi gasb ederek, canavarca bir hisle tabiattan koparmaya çalıştığını ifade ediyor. Bu saldırganlığın, nükleer atıklar, ozon tabakası tehlikesi ve çevre faciaları gibi felaketlerle insanlığı karşı karşıya getirdiğini çok iyi biliyoruz. Öldürülen canlılar, yok edilen ormanlar, çok büyük bir israfla sırf bazılarının zenginliklerine zenginlik katmak, para kazanma hırslarını tatmin etmek gibi bencilliklere hizmet için yapılıyor. Aslında bu gidiş dünyanın sonunu da hazırlayıp kıyametin kopmasına davetiye
çıkarıyor.

Halbuki hüda şuurlu bir sanatı tanıdığı, hikmetli bir kudrete baktığı için önce âleme şükran nurunu serpiyor. Evet hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde serpilmiş olan nimetler Allah’ın
rahmetinin meyveleridir. Her nimetin altında ihsan eden eli görür ve şükürle öptürür. İlâhî nimetler, hesabı sorulacak ilâhî kıymetler olduğu için hidâyete mazhar olanlar onu israf edemez. Sadece çıkar duygusu ve kazanç hırsıyla yok edilemez. Yani hidâyete mazhariyette kendi iç problemlerini çözmüş olanlar çevre problemini çözmüş ve fıtrattaki dengeyi de sağlamış olurlar.
***

Medeniyette pek çok güzelliğinin varlığını da inkâr etmem. Fakat onlar, ne Hıristiyanlık’ın malı ne Avrupa’nın icadı ne de şu asrın sanatıdır. Belki umumun malıdır. Fikirlerin birbirine destek ve yardımından, semâvî prensiplerden, hem fıtrî ihtiyaçlardan bilhassa Muhammed Aleyhisselâm’ın dininden, İslâmî inkılâbdan doğan bir maldır. Kimse sahip çıkamaz.











Friday, April 4, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 101: Mülk Sûresi’nden – Ölüm

Ölüm, hayata son verme veya bir canlıdan hayatı sıyırıp alma demek değildir. Ölüm de hayat gibi yaratılmış olup, bir varlığı vardır. Allah canlı bir varlıkta ölümü yaratır ve o varlık ölür. Allah’ın yaratması her halükârda güzel olduğu için, ölüm de özü itibariyle güzeldir.



Wednesday, April 2, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 71: Zümer Sûresi’nden – Ölüm ve Uyku

Ölüm ve uyku, her ikisinde de Cenab–ı Allah’ın ruhu bedeninden alması manâsında aynîliği (özdeşliği) söz konusudur. Şu kadar ki, ölüm esnasında Cenab-ı Allah ruhu bütünüyle alır ve onu bir daha bedene iade etmeyerek, nefsi vefat ettirir. Fakat uyku esnasında ise ruhu yine alır, fakat onun bedeniyle olan münasebetini bir şekilde devam ettirir. Âyet–i kerimede buyrulduğu üzere, hakkında ölüm takdir buyurduğu kişiye, nefse ait ruhu bedenine iade etmez ve artık alıkoyar; henüz eceli gelmemiş olan kişinin ruhunu ise bedenine iade eder.

Ölüm, ruhun bedeni bütünüyle terk etmesi ve Berzah Hayatı dediğimiz, dünya hayatı ile Âhiret hayatı arasındaki hayat derecesine başlaması hadisesidir. Bu hayatın şartlarını, kişinin dünyadaki inanç ve davranışları belirler. Bu hayat süresince ruhun kabirdeki bedenle, onun çürümeden kalan parçasıyla bir şekilde münasebeti devam eder. 



Saturday, October 5, 2013

Ölümün Hakikati




Sizlere müjde! Mevt i'dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz
değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz
bir in'idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir,
bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir
sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma'ı olan âlem-i berzaha bir
visal kapısıdır.