Showing posts with label Mücahit Bilici. Show all posts
Showing posts with label Mücahit Bilici. Show all posts

Wednesday, January 6, 2016

Bediüzzaman ve Almanya

Tıpkı çoğu son dönem Osmanlı aydını gibi Said Nursi de Avrupalı güçler arasında İslam coğrafyasında kolonyal hakimiyet kurmuş İngiltere veya Fransa gibi güçlere nisbetle Almanya’ya daha bir sempatiyle bakıyordu. Herşeyden önce Almanya Osmanlıların müttefikiydi. Ayrıca “underdog” olması, sonradan gelip başarı göstermesi gibi faktörler de Almanya’yı insanların gözünde taktir nesnesi haline getirmişti. Benzer bir ilgi ve hayranlık Asya’da Japonya için vardı. Yani Said Nursi’nin tevarüs eden bir Alman sempatisine sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu Germanofilia Nursi’ye özgü olmayan, Osmanlı dindar tasavvurunun jeopolitik ehven-i şer anlayışının bir uzantısı olarak anlaşılmalıdır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir sempatiyi Hitler sevgisi olarak sunmak için her gördüğü Almanı Nazi sayan bir yüzeyselliğe sahip olmak gerekir. Çoğu sağcı ve bir kısım İslamcı için doğru olan Hitler sevgisini Said Nursi’ye yamamak ve ilgisi olmadığı halde onu da o çamura batırmak hem yanlış hem de ayıptır.

Mücahit Bilici

Saturday, February 14, 2015

Said Nasıl Kürdi Oldu?

ÖNCE SADECE SAİD İDİ
Mirza ve Nuriye’nin oğlu idi. Soyadı diye bir şey hem yoktu hem de bir ihtiyaç olarak henüz doğmamıştı. Soyadı eskiden organik, yer’el ve şahsi idi: Mirza’nın oğlu Said. Nurs köyünde doğmuştu. Muttaki ailenin zeki evladı olarak ilim tahsiline başladı. Medreseleri dolaştı. Kamusal alanla temas olunca dehası ortaya çıktı, bedi bir insan olduğu anlaşıldı.
KÜRDİSTAN’DA BEDİÜZZAMAN OLDU
Kısa zamanda Kürdistan akademik hayatında yıldızlaşan Said’e ilk önce öğretmenleri hayretlerini ifade için Bediüzzaman dediler. Yani zamanın nadirattan olanı. Hakikaten acayip bir zekâsı vardı. Bütün bir akademik hiyerarşiyi sarsan münazaraları, ta İstanbul’a kadar sarkacak meydan okumaları gıpta, hayranlık ve kıskançlık doğuruyordu. Delilik seviyesine varan bir dehaydı bu. Kısa bir süre sonra şöhreti tüm Kürdistan’da yayıldı. [Birgün bir yolculukta onun çok zeki olduğunu öğrenen biri onu, haberdar olduğu çok daha zeki, müthiş bir genç âlimle tanıştırmak istemiş ve komşu kasabada olduğunu duyduğu bu âlimle gidip tanışmak için onu davet etmiştir. Birlikte giderlerken yolda bahsi geçen meşhur âlimin kim olduğuna dair dilden dile dolaşan özellikleri o yol arkadaşından daha detaylı dinleyince yolun yarısında geri dönmüştür. Çünkü bahsedilen kişi kendisidir.]
İSTANBUL’DA KÜRDİ OLDU
Eğitimini genç yaşta tamamlayıp doktorasını alan Molla Said o kadar erken yaşta mezuniyet cübbesini giymek istemedi. Ancak eğitim kadar eğitim politikaları ile de ilgilenmeye ve Kürdistan coğrafyasının geleceği üzerine düşünmeye başladı. Yine erken yaşlarda bütün İslam âleminin hâli üzerine herkesin kara kara düşündüğü bir zamanda o ümitli ümitli düşünmeye başladı. İstanbul’da henüz çökmemiş binada tamirat için kendi dar dairesinden, kendi coğrafi mahallinden başladı. Kürdistan’da Medresetü’z-Zehra adında klasik ve modern bilimleri buluşturan bir üniversite için çalıştı. Kürdler arasında meşrutiyeti (anayasal demokrasiyi) ve milletleşmeyi (müsbet fikr-i milliyeti) yerleştirmeye çalıştı. İstanbul’da Kürdce bir gazete niyeti dâhil pek çok teşebbüste bulundu. Kürd Teavün ve Terakki gibi gazetelerde nasihatları yer aldı. Bediüzzaman, sonradan yapaylık ve ikiyüzlülüğüne küsüp özgürlüğün ve doğrudanlığın meydanı olan Kürdistan’ın dağlarına dönmeden önce bir süre bulunduğu İstanbul’da, evet bir Kürd olarak bulundu. Giyimiyle, tarzıyla, fikirleriyle bir Kürd idi. Sorun henüz “neden İslam?” değil “nasıl bir İslam?” sorunuydu. Said-i Kürdi İslam’ın parlak bir savunucusu, Kürdistan’ın seçkin bir temsilci ve reformcusu idi. 
KEMALİST DÖNEMDE NURSİ OLDU
Osmanlı denilen bina çökünce bir aciliyet hâsıl oldu. İslam’ın nasıl olması gerektiği tartışmaları yerini İslam’ın varlık, yokluk sorununa ve tartışmalarına terketti. Türklerle birlikte Kürdler de zihnen yıkılan Osmanlı enkazının altında ama daha da kötüsü bu enkazın üstüne çöken Kemalist karanlığın altında kaldılar. Bunu gören Bediüzzaman memleketine gitti. Ancak çok geçmeden memleketinden kopartılıp sürgüne gönderildi. Götürüldüğü sürgünü –hem Barla’yı hem kaderi– kendine yeni memleket edindi. Muhtaç olunan şey, eğitim reformundan önce zihinlerin reformu ve hatta ondan da önemlisi kalplerin teneffüsu ve aydınlanmasıydı. Türkçülük pompalanırken, Bediüzzaman’ı Kürtçülük suçlamalarına muhatap kılmak ve Türklerin kulağını onun İslam’daki Kürd aksanına kapatmak istediler. O da Kürd aksan ve kılığını değiştirmeden, Türk ve Kürd tüm Müslümanların imanını kurtarmak için çırpındı. İşte karanlığa karşı, doğduğu köy, Nurs’un da elverişliliğiyle, Said-i Kürdi olan Bediüzzaman, Said-i Nursi oldu. Ve Nur Risaleleri doğdu. İslam ve kurumları vurgusu yerini iman vurgusuna bıraktı. Akademisyen molla, eğitim reformcusu Kürd aktivist yerini iki elinde de nur lambası taşıyan bir kalp ve akıl aydınlanmacısına bıraktı.

İŞTE SAİD BÖYLE ÖNCE BEDİÜZZAMAN, SONRA KÜRDİ, ONDAN DA SONRA NURSİ OLDU
Anne-babasına nispetle mes’ud bir Said idi. İlim tahsil etmek için çocuk yaşta evden ayrılıp Kürdistan’daki medrese network’u içinde yerini aldığında çağının fenomeni anlamında Bediüzzaman oldu. Gerçekten de eşine az rastlanır bir dâhiyane zekâ, hafıza ve bilgiye sahipti. Onun için çağını hayrette bırakan bu acayip adama zamanının garipliği payesi verildi. Akademiden çıkıp sosyal hayata İstanbul’da –hem de eğitimde reform amacıyla– dâhil olduğunda Kürdistan’dan kopmayıp gelmiş Bediüzzaman lakaplı bu meşhur Molla Said, Kürdi oldu. Çünkü Kürdlerin dışına çıkmıştı. Kürdistan’da Bediüzzaman olan bu zat, Türkler ve diğer Müslümanlar arasında Said-i Kürdi oldu. Zira tüm kimlikler ilişkisel/nispetsel anlamında nispidir. Türkler ve Kürdler topluca Kemalist karanlıkla karşı karşıya gelince de Said-i Kürdi, bu sefer Said-i Nursi oldu.
Bugün Kemalist karanlık kalkınca ve Müslümanlık normalleşince, Kürd’lüğün geri dönmesi kadar Said Nursi’nin kısmen ve bilhassa da Kürdler için Said-i Kürdi hâline gelmesi hem normaldir, hem de olması gerekendir.

Mücahit Bilici

Taraf, 7 Şubat 2015

Sunday, November 16, 2014

İslam'da Savaş Bitmiştir

Sıradan bir müslüman olarak vicdani içtihadım şudur: İslamda savaş bitti. Peki, ne zaman bitti İslamda savaş? Ne zamanki savaşlar cephe savaşı olmaktan çıkıp kitlesel savaş haline geldi, işte o zamansavaş müslümana haram oldu. Ne zaman ki şehirlerin üstüne bombalar yağmaya başladı, işte o zaman savaş müslüman için yapılamaz bir şey haline geldi. Çünkübomba bir evin veya bir şehrin üstüne düştüğünde orada asker olmayan her insan (çocuk, yaşlı, kadın, erkek) ve kimseye bir zarar vermemiş her hayvan, börtü böcek ve herkese sadece faydası dokunmuş her bitki, ağaç bir katliama maruz kalıyor. Müslümanların Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetseler de cephe savaşlarıyla savaşın tarihinden çekilmeleri ve insanlığın belki de en vahşi savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın ise dışında kalmaları kaderin bir işareti olsa gerektir.

Geçen gün sosyal medyada dolaşan bir video dikkat çekiciydi. Suriye’de bombalanıp çökmüş bir binanın yıkıntılarının altından iki yaşlarında bir çocuğu, yardıma gelenler çaresiz elleriyle çürük beton molozunu kazıyarak çıkartıyorlar. Çok şükür bu minik insan yavrusu yıkıntıların arasından sağ çıkıyor, sanki yeniden doğuyor. Allah o çocuğa barış ve huzur içinde geçecek bir ömür nasip eder inşallah.

Ancak insan düşünmeden edemiyor: davanız ne olursa olsun değer mi çocukları öldürmeye, canlı iken beton yığınları altında bırakmaya? Eğer bir masum bile nahak yere ölecekse bu yaptığınız savaşa cihad demek mümkün mü? Kurunun yanında yaşın da yakıldığı, askerin yanında sivilin de vurulduğu, bir gemideki suçlunun yanında masumun da batırıldığı hiçbir savaş İslami olamaz. İslami başlasa da İslami kalamaz. Onun için İslamda savaş bitmiştir.

Şöyle bir mazeret var: “Başkaları da yapıyor, biz istemeden yapıyoruz. Mecburuz!” Bu da meşru bir savunma değil. Çünkü “su-i misal emsal olmaz”. Bir müslüman için başarılı olma zorunluluğu yoktur fakat zulmetmeme zorunluluğu vardır. İslamın ruhuna uygun hakiki bir savaşta kaybetmek yoktur. Çünkü kazanman gereken hakiki zaferini Allah’a nispetle kazanabilirsin, düşmanına nispetle değil. Demek ki kazanmak için masumları da öldürendüşmanının seviyesinedüşemezsin. Zulme maruz kalsan da zalim olmana izin yok.Mazlum olmamaya çalış, şerri defet, kötülüğü meşruluk içinde önlemeye çalış. AmaGandi’nin dediği gibi dişe diş, göze göz bir savaşta herkes kör kalır. Zulme zulümle karşılık verdiğin an savaşı kaybetmişsin. Galebe çalman seni muzaffer kılmaz. Kazansan dadüşmanının seviyesine düşmüş olmakla kaybetmiş olursun. Bediüzzaman’ın tabiriyle “mukabele-i bilmisil” yani misilleme bir “kaide-i zalimane”dir. Demek ki zulme karşı misilleme yapmaya mezun değiliz. Sana zulmedenin zulmünden sakın ama ona zulme tenezzül etme.

Çoğu insan Suriye’nin kıymetli âlimlerinden biri olan Said Ramazan El Buti’nin Suriye’de halk ayaklanması başladığında neredeyse rejimin devamından yana görünen asayişçi tutumunu vaktiyle eleştirdi. Bu zatın savaş karşıtlığı Esad taraftarlığı gibi algılandı. Zaten El Buti gelişini hissettiği musibetin dalgalarından birinin altında kaldı. Kıymetli bir İslam âlimi olan El Buti 2013 yılında katledildi. Bugün, aradan çok geçmeden herkes bu zatın içtihadında haklı olduğunu net olarak görüyor. Muhtemelen dinî hiçbir gerekçe Suriye’nin bugün aldığı hali meşrulaştıramaz. Suriye’yi ve orada ortaya çıkan (İslam ve insanlık açısından) feci ve zehirli tabloyu meşru kılabilecek hiçbir gerekçe ileri sürülemez. Müsbet hareket ve alttan sivil dönüşüm yerine şiddet ve silahla bünyede yara açarsanız, o yaranın barutlu atmosferde mikrop kapmaması ve kangrene dönüşmemesi mümkün değil.

Evet, İslamda savaş çoktan bitti. Peki, bu savaşanlar ne yapıyor? Maalesef bu sorunun basit bir cevabı var: Cinayet işliyorlar.

Mücahit Bilici

Taraf-15 Kasım 2014

Wednesday, June 4, 2014

Kuyudaki adam: Tolstoy, Bediüzzaman ve Buda


1996 yapımı Anna Karenina filmini izleyen bir Bediüzzaman okuyucusu filmin girişini görse hayretler içinde kalır. Çünkü dünyada sadece Bediüzzaman’dan okuduğu bir hikâyenin (Sekizinci Söz’deki temsili hikâyeciğin) sinemadaki hâlini görecektir. Tolstoy’un Anna Karenina romanında olmamasına rağmen, onun İtiraflar’ında yer alan hikâye bu film için başlangıç fragmanı olarak kullanılmıştır. Hikâye arslandan kaçarken bir kuyuya atlayan adamın vaziyetine dairdir:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrup etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhul edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyveleriniyemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ... ‘Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.’ İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-i hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor.” (BediüzzamanSekizinci Söz)

Tolstoy’un anlatımı aşağı yukarı aynıdır. Bir tek incir ağacındaki meyveler yerine kuyuya düşen adamın yediği şey ağaçtaki petekten damlayan baldır. Ölüm gerçeği karşısında hayatın anlamını sorgulatan bu meseli Tolstoy eski bir şark hikâyesi olarak zikreder ve kendi vaziyetini tarif için anlatır.

Peki, nasıl oldu da Said Nursi ve Leo Tolstoy bu hikâyeyi birbirlerinden habersiz kullandılar. Bediüzzaman’ın Sözler’inin sonundaki Fihrist bölümünde bu hikâye “Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil” olarak tarif edilir. Hıristiyan gelenekte de bulunan bu hikâyeBarlaam ve Josaphat adlı eserde vardır. Barlaam bilge bir zahit, Josaphat ise birşehzadedir. David M. Lang’in 1966 tarihli kitabına göre kuyudaki adam meselinin de dâhil olduğu Barlaam ve Josaphat isimli bu hikmetli hikâyeler topluluğu, Ortaçağ Avrupa’sına bir Gürcü Hıristiyan kesişin tercümesiyle 11. asırda geçiyor. Aynı eser, 6. veya 7. asırda eski İran üzerinden Pehleviceye tercüme ediliyor ve daha sonra 8. asırda Arapçaya Bilawhar wa Yudasaf adıyla geçiyor. Eserin Gürcü versiyonunda adamı kovalayan arslan yerine fil,kuyu yerine uçurum vardır. Diğer unsurlar tamamen aynıdır.

Kadim Hıristiyanlıktan Bizans ve Roma’ya geçen bu hikâyelerin anlatıcısı ve muhatabı olan Barlaam ve Josaphat Avrupa’da azizleştiriliyor. Hıristiyanlar çok zaman sonra öğreniyorlar ki Barlaam ve Josaphat hikâyesinin aslı Buda’nın öğretilerine dayanıyor. İnsan ruhunun bu dünya tünelindeki yolculuğunu anlatan bu hikâyeyi Buda, kendisini dinlemeye gelen bir genç kral olan Şoko ’ya anlatır. Genç kral Şoko şok olur: “Bu hâldeki bir insan nasıl öyle gafletle meyveleri yer, o balı yalamaya çalışır?” Buda ise der ki “Bu hikâye senin hikâyendir, bütün insanların hikâyesi”. Budistler hala bu hikmetli hikâyeyi okurlar. İşte bu güzel mesel BudaBediuzzaman ve Tolstoy’un yollarını kesiştiren kadim bir hakikattir.

Bu metaforik hikâyenin anlam ve yorumunu merak edenler Bediüzzaman’ın Sözler kitabından Sekizinci Söz’e bakabilirler.

Wednesday, May 7, 2014

İslamcılığın İkinci Momenti


İslamcıların dünyevileşmedeki şaşırtıcı rahatlık ve hızlarının sebebi İslamcılığın baştan beridünyevi bir ideoloji olmasıdır.

Evet, aslında İslamcılık daha doğru ismiyle Müslümancılık seküler bir ideolojidir. Mesela, İslamcılığın Müslümanlık tekebbürü Kemalizm’in Müslümanlık utancından ne kadar daha üstün ve ne kadar daha İslami’dir, bu tartışılmalıdır. Şahsen başından beri İslamcılığı hep bir Müslüman milliyetçiliği olarak ele aldım. Bu yüzden nazarımda İslamcılık, Türk milliyetçiliğinden daha İslami değil. İkisi arasındaki geçişlilik, bu yapısal paralelliği sadece daha pürüzsüz hâle getirmiştir. Etnik milliyetçiliğe karşı top ve tüfekle ideolojik taarruza geçen kimi insanlar, dinsel milliyetçiliğin içinde çok rahat yüzüp misk u amber sanabiliyor.

Her ideoloji gibi İslamcılık da değişiyor. Peki, laik cumhuriyet İslamcılığından dindar cumhuriyet İslamcılığına geçişte neler değişti veya değişiyor?

Evvela, İslamcılığı modern bir ideoloji yapan faktörlerin başında iktidar-merkezli ve iktidar-amaçlı olması geliyor. Modern kulaklara “ee bundan daha doğal ne var, herkes iktidarı ister” dedirten, bu durum aslında dinî açıdan problemli bir durumdur. Zaten İslamcılığı modern yapan şey, iktidar arzusuna Müslüman kimlik adına dâhil olmasıdır. Müslümanlar bu cazibeye niye kapıldılar? Çünkü Müslümanlar sahip olmadıkları iktidar araçlarıyla sömürgeleştirilip, itilip kakılıyordu. Müslümanlar, misilleme araçlarına pürdikkat kesildi ve İslamcılık, Müslüman’ın menfaatinin neredeyse İslam’ın kendisiymişçesine merkeze alındığı bir rövanşa dönüştü.

Laik cumhuriyette ideolojik bir hareket olarak İslamcılığın hedefi devlet idi. Amaç Batı’yla yüzleşmek için ulusal sınırlar içindeki Batı’nın uzantısı despot rejimlerden kurtulmaktı. Bu İslamcılığın eşitlik aradığı moment’ti. İslamcı dağarcık bir İslami hareketten, İslami devlet’ten bahsediyordu. İslamcılık bütün zaaflarına rağmen bir dava idi.

Bugün itibariyle İslamcılık kendisinin de aktörü olduğu bir dönüşümle laik cumhuriyet hapishanesinden çıktı. Artık bir dindar cumhuriyet dönemindeyiz. Hareket’ten yerleşik’liğe geçişi yaşıyoruz. Dindar cumhuriyetin İslamcılığı devlet yerine medeniyet kavramını merkeze alıyor. Ulusal kalkınmacılık, dinî ve medeniyetsel bir kalkınmacılık olarak benimseniyor. Ve içerideki despot yerine dış düşmanlara karşı mücadele iddiası ön plana çıkıyor. İslamcılık eskiden tercüme fikir ithal eder ve kaybedecek bir şeyi olmayan bir mahrum kitleye hitap ederdi. Bugün ise dışarıdan tehdit ithal edip kaybedecek çok şeyi olan bir kitleye hitap ediyor.

İbni Haldun’un tabirleriyle hareket hâlindeki “bedevi” İslamcılık, kentin imkân ve rantı etrafında “yerleşik”leşiyor. Eskiden devletsiz İslamcılık bütün hatalarına rağmen,Müslümancıydı ama menfaatçi değildi. Bugün ise devletli İslamcılık hem Müslümancı hem de menfaatçi hâle gelmiş bulunuyor. Menfaati için Müslümancı kesilenler de işin cabası. Evet, İslam bu dünyaya sığmaz ama İslamcılık bu dünyayı bulsa, biter. Her milliyetçilik gibi bir Müslüman milliyetçiliği olan İslamcılığın da kof olduğu ortaya çıkınca İslamcılıktan Müslümanlığa, milliyetçilikten adalete geçeceğiz. Şu anda devletle ve devletin imkânlarıyla belki de ilk kez bu kadar yakından tanışan çoğu dindarların ve İslamcı elitlerin kendilerinden geçtikleri bir geçiş dönemindeyiz.

Mücahit Bilici
Taraf 16 Nisan 2014