Showing posts with label Sünûhât Üzerine. Show all posts
Showing posts with label Sünûhât Üzerine. Show all posts

Wednesday, May 21, 2014

Avrupa Niye İlerledi?

Son bölüm olan Zeyl’de Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanların geri kalışını İslâmiyet’in bir kusuru gibi göstermeye çalışanlara farklı bir cevap vermektedir. Bu İslâmiyet’ten soğutma meselesinin aslında, İslâm dünyasında yaygın olduğunu o zaman yazılan kitaplardan da anlıyoruz. Mesela Sünûhât’ın yazıldığı tarihlerde, Âzerbeycan’da yazılan “Ali ile Nino” isimli romanda da Gürcü kızı Nino, Âzeri Kurban Ali’ye “Madem İslâmiyet son ve mükemmel din ise, niçin Müslümanlar geri kalmışlar?” diye sorar.

Üstad, bu cevabında, Avrupa devletlerinin ilerlemesinin iki mühim sebebini açıklamaktadır. Birinci sebepte, Avrupa’nın iklimi, mutedil soğukluğu, demir madenine sahip oluşu, nüfusunun çokluğu, deniz ve nehirler itibariyle nakil imkanları, dolayısı ile münasebetlerin yoğunluğu ele alınarak, bütün bunlardan neticeler çıkarılmaktadır.

Toprak az, nüfus çoksa, insanlar sanata, tekniğe ve ticarete yöneleceklerdir. Birkaç sene önce, bir açık hava müzesi olan iki yüz sene önceki bir Belçika köyünde gördüğüm şeyler beni şaşırtmıştı. Müzedeki yün tarakları bile, şu gün bizim köylerimizde bulunmamaktadır. Ocaklarında ateş üzerine koydukları tencerelerle ilgili uyguladıkları basit teknikler, yayığa benzer şeyler için hazırlanan alet ve düzenekler, bugün için bile bize göre çok üst seviyede. Yel değirmenleri için yapılanlar da öyle. Belli ki, teknolojiye ait adımlar çok önceden ciddi şekilde atılmıştı.

Demir madeninin Avrupa’da bol miktarda bulunması da bugünkü sanayi açısından çok mühimdir. Aslında bugünkü Avrupa birliğinin temeli,demir ve çelik birliğidir.

İklimin insan üzerindeki tesiri mühimdir. Soğuk iklimlerde yaşayanlar, soğuk tabiatlıdır. Bir şeyi geç kabullenirler ve çok geç bırakırlar. Onun için medeniyeti; teknik ve teknolojiyi hemen bırakmazlar. Devletlerini ilim üzere kurduklarından, şehirleşme ve diğer mevzularda ortaya koydukları güzel prensipleri hiç bozmadan devam ettirmektedirler.

Deniz nakliyatının sürat ve çokluğu, aralarındaki münasebetleri hızlandırmış. Birbirlerinin fikir ve çalışmalarından faydalanmışlardır. Bu ortak çalışma, fen ve teknikte ilerlemeyi beraberince getirmiştir.

Rekabet duygusu kaliteli iş yapmaya sevk etmiş...

Üstünlüklerinin ikinci mühim sebebi, bir dayanma noktasına sahip olmalarıdır. Arşimed’in sözü, onlardaki bu özelliği çok güzel anlatmaktadır. “Bana bir dayanma noktası gösteriniz, dünyayı yerinden oynatayım!.” Müthiş bir söz!..

Avrupa medeniyeti, psikolojik yönden onlara bir ümit ve moral kaynağı olmuş. Bizi de, içimize bir kanser gibi atılan ümitsizlik mahvetmiş, dayanma noktalarımızı bitirmiştir.

Hâlbuki, durum bize gösterildiği gibi değildir. Onlarınki, cilalanmış cam ise, bizimki eşsiz elmastır. Yalnız, elimizde tutamadığımız için yere düşüp biraz toz ve toprağa karışmış. Sadece silip boynumuza veya başımızdaki taca takacağız, o kadar. Bir anda herşeyin değiştiğini göreceğiz inşaallah.

Evet kendimize, özümüze, kökümüze dönelim yeter...

Birkaç Vecize

Merak, ilmin hocasıdır.

Bir şey öğretmek istiyorsak, önce merak duygusunu tahrik etmeliyiz. Öğrencimiz o zaman meseleyi daha iyi öğrenir.

***

Sıkıntı, sefâhetin muallimidir.

İnsanlar iç sıkıntısını gidermek için, eğlenceye, kumara ve benzeri sefâhetlere dalarlar. İç sıkıntısı, kalbin tatminsizliğinden, hatta inanç zayıflığından ileri gelir.

***

Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mâl etmek, İslâmiyetin düşmanı olan geriliği ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

***

Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehâletten ziyade, kalp nuru ile beraber olmayan bereketsiz fazla zekâ tesir etmiştir. Bence en müthiş maraz asâbiliktir. Zira her şeyi haddinden geçirmekle aksü’l-amel yaptırır (tersine teptirir).


Rüya'da Bir Hitabe'den

Dünyeviler meclisinde, “Dinsizlik meydan alıyor. Din adına meydana çıkmak lâzım.” diyenlere verdiği cevap da ufuk açıcıdır. Millî ve dinî duygularımızı, kendi emellerine ulaşmak için kullanmak isteyen ve bizleri, yükselecekleri hedefler için, sadece üzerine basılacak bir merdiven basamağı gibi görenlere karşı da ikazlarda bulunmaktadır. Dini ve Kur’an’ı kendi emelleri için kullananların, İslâmiyet’e yapacakları kötülükleri; kuvvetli hasmı karşısında yiyeceği darbelerden kurtulmak için Kur’an’ı kendisine siper yapanların kötü durumlarına benzetmek suretiyle anlatmaktadır. Siyasetin eli, her zaman mukaddeslerimizden uzak tutulmalıdır. Onları kendi zaaf ve zayıflıkları sebebiyle, yere düşürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Onlar, hep yukarıda ve nefislerimizin kusur ve kirli arzularından çok yükseklerde durmalı ve tutulmalıdır.

***
Bediüzzaman Hazretleri; arzu ve hevesini fikir suretinde görenlerin durumuna uygun bir misal verir: Birinci Dünya Savaşı’nda “Biz bu savaşa niye girdik? Müslümanlar mağlûp olacak.” diyen birisinin, sonunda “Ben size dememiş miydim?” diyebilmesi için mağlûbiyetimizi arzuladığını ele alarak, meseleyi izah etmektedir.

Aslında, bu kişi, işin başında neticeye dair endişeye kapılmış ve bu yüzden böyle demiş olabilir. Ama, sonra mağlûp olmamamız için gidip şehit olmak dahil, elinden gelen herşeyi yapması ve “Aman Allah’ım ne olur, benim düşüncemi doğru çıkarma!” diye dua etmesi gerekirdi. Ama kim bilir, bizi savaşa sokan İttihatçılara mı, onlardan bazılarına mı bir husumeti vardı bilinmez. İşte böyle hislerle bir şey arzuluyor, bunu tahakkuk ettirenleri alkışlıyor, bize vurduğu darbelerden de zevk alıyor! Bu nasıl insanlıktır!..

***
Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celbetti. Cezası da keffâretü’z-zünûp değil, kessâretü’z-zünûb oldu (günahları kat kat artırdı). Haccın bilhassa tanışma ile, fikir birliğini, yardımlaşma ile teşrik-i mesâiyi tazammun eden içindeki İslâmın yüce siyasetinin ve geniş içtimaî faydaların ihmâlidir ki, düşmana milyonlarla Müslümanı, İslâm aleyhinde kullanma zemini hazırlamıştır.

İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçare valideleri olduğunu “Ba’de harabi’l-Basra” (Basra harap olduktan, yani iş işten geçtikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte Afrika, birâderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveyla ediyor.

İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun gafletle bilmeyerek öldürülmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh u fizâr ediyor.

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz (tamamen hayır) olan hac seferine yolculuğa hazırlanmak yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. Bütün bunlardan ibret alınız...

***
“Rüyada Bir Hitabe”de, Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanların başına gelen bu mağlûbiyet musibetinin sebebi sorulmuştu. Musibet, günahlara kefarettir. Onun için, orada meselenin kefaret yönü anlatılmıştı. Hâlbuki, bazı günahlar gazap-ı İlâhi’yi celbeder. Gazap ise günahlara kefaret değil; bilâkis günahların çoğalmasına sebeptir. Namaz, oruç ve zekatın terki musibeti celbetmiştir, ama hac ibadetinin terki gazabı celbetmiştir. Haccın iki yönü, vardır: Bir yönü, şahsın manevî terakkisi ile ilgilidir. İnsan hac atmosferinde bir velilik kazanabilir. İkinci yönü içtimaî tarafıdır ki, İslâm cemaati ve İslâm dünyası ile ilgilidir. Bu yönüyle, hac büyük bir İslâmî kongredir. Müslümanlar, hacda kardeşçe bütün meselelerini görüşmeli, “Dünya nereye gidiyor?”, “Müslümanlara düşen nedir?” gibi meseleleri görüşerek bir vaziyet almalıdırlar. İşte; hacdaki İslâm’ın bu engin ve derin siyaseti yerine getirilmediği için, gazap ve kahır kendini göstermiş, İslâm düşmanları, Müslümanları yine Müslümanlar aleyhine kullanmışlardır. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar ve Ruslar “Biz halifenizle beraber aynı safta savaşıyoruz.” diyerek Dünyadan habersiz sömürge Müslümanlarını, gafil ve dünyadan habersiz olan bu güruhu, Osmanlı Devleti aleyhine savaştırmışlardır. Bazıları Çanakkale’de, bazıları İstanbul’da ezanları duyunca meseleyi anlayabilmiştir. Ama, artık iş işten çoktan geçmiştir. Hâlbuki, her sene hac mevsiminde bunlar konuşulsaydı, kim kiminle savaştığı, Müslüman halklara bildirilseydi, herhalde bu kadar kolay kandırılmaları mümkün olmazdı...”


Şûra

Osmanlı Devleti’nin diğer dünya devletlerinden çok farklı bir tarafı vardır. Osmanlı padişahları Yavuz Sultan Selim’den itibaren halife olmuşlardır. Yani iki yönleri vardır: Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarda sultan olmakla beraber, onların dışındaki âlem-i İslâm topraklarının ve insanlarının da halifesidirler. Bu sebeple 30 milyonun sultanı olan bir padişah aynı zamanda 300 milyonun da halifesidir.

Padişahların saltanat yönünü sadaret, yani sadrazamlık temsil eder; halifelik yönünü de şeyhülislâmlık temsil eder. 30 milyonu temsil eden sadrazamlık, üç mühim şûrâya ayrıldığı halde yeterli olmamaktadır. 300 milyonu temsil eden şeyhülislâmlık için, hiç şûrâya dayanmayan, tek başına bir Şeyhülislamlığın yeterli olması mümkün müdür? Hem meseleler çoğalmış, yepyeni problemler ortaya çıkmıştır. Bütün bu yeni durumlar karşısında Müslümanların ve Müslümanlığın bir şey söylemesi gerekmektedir. Sosyalizm, işçi konuları, bankacılık, emeklilik ve sigorta gibi bütün dünyanın kabullendiği bazı hususlarda, Osmanlı Devletin’in de bunları kabul etmesi için büyük devletlerden baskılar da bulunmaktaydı. Bu durumda tek başına bir Şeyhülislam ne kadar dayanabilir ve nasıl bir çözüm üretebilir? Mutlaka İslam dünyasından seçme ulemanın da içlerinde bulunacağı problemleri çözecek şûrâların kurulması gerekmektedir.

Üstad’ın bu teklifi aslında çok önemlidir. Ama maalesef gerçekleştirilememiştir.

Hatta 1789 Büyük Fransız İhtilâli’nden sonra bütün dünyaya yayılan hürriyet, adalet ve müsâvat gibi kavramlar her yerde tesirini hissettirmiştir. Arkasından sosyal haklar ve sosyalizm düşüncesi dünyayı sarmaya başlamıştır. Rusya’da ve Çin’de komünizme varıp dayanan bu ideolojilere karşı, tâ baştan İslam dünyası bir görüş ortaya koyamamıştır. Halbuki mazlum ve mağdur kalabalıkları hedefleyen bir ideolojiye dönüşen bu anlayışa karşı, bir şey denmesi gerekiyordu. Zira daha sonra Orta Doğu, Afrika, Filipinler ve oralarda bulunan Müslüman toplumlar, inançları ve sosyal hakları konusunda ikilem yaşadılar.

Sadece bunlar değil, anne karnındaki beyin gibi hassas organları özürlü ceninlerin durumları ne olacak? Ve benzeri sorular, yani eski dönemlerde içtihad veya fetva konusu olmamış durumlar hakkında artık şahıslardan çok encümen-i dânişlerin karar vermesi gerekmektedir.

İşte, tâ 1920 senesinde, bütün bunlar için tedbir alınmasını söyleyen Bediüzzaman Hazretleri çözüm olarak tekliflerini göstermiştir.



Kur'an Hükümleri ve Müctehidlerin İctihadı

Üstad bu bölümde, İslam dünyasındaki Müslümanların Kur’anî hükümlere karşı gösterdikleri tembellik ve ihmalin en mühim sebebinin, Kur’an’ın zarurî hükümleri ile müçtehidlerin içtihadını bir birbirine karıştırmaları olduğunu söylüyor. Çünkü, bir söz ve hüküm karşısında insanların farklı tepki vermelerinin sebebi söyleyene göre değişir. Yani o sözü, kim söylemiş, hangi makamda söylemiş, bu çok mühimdir. Er söylemişse tesiri başkadır, komutan söylemişse başkadır. Dinî mevzularda ise, müçtehidin içtihadına bağlı olarak bir hüküm ortaya koyması başkadır, bizzat Cenab-ı Hakk’ın Kur’an’da emrini açıkca beyan etmesi başkadır. Me’hazin kutsiyeti çok mühimdir. Evet hüküm, Arş-ı Âzam’dan gelen mukaddes bir hüküm ise, vicdanlar derhal harekete geçer...

Ama, maalesef insanların çoğu, mezhep imamlarının görüşleriyle Kur’an’ın emirlerini ayırt edemeyecek durumda olduğu için, o mezhebin âlimlerinin yazdıkları kitaplardaki emir ve hükümleri iç içe girmiş olarak buluyorlar. Hâlbuki, bütün mezheplerde, zaten yüzde doksan Kur’an’ın hükümleri hâkimdir. Yüzde on içtihadî cüzî meseleler vardır. Ama kitaplardaki bilgilerin hepsini de kendi mezhep imam ve müçtehidlerinin olduğunu zanneden insanlar, tavırlarını da ona göre belirlerler. Hâlbuki yüzde doksan hükümler Kur’an’ın, yani Allah’ın emirleridir.

Ölüden Diriyi Çıkarır, Diriden de Ölüyü

“(Allah), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü. ” (Rum, 19)

Pek çok küllî düsturları ve bir kısım ekserî düsturları tazammun eder (içine alır). Ferde, cemaate, nev’e mesleğe şâmildir. Yalnız ekserî düsturların mâsadakâtından (mânayı tasdik eden ve mefhumun şümûlüne giren fertlerinden) bir-iki misâl zikredeceğiz:

Lâkayt Emevîlik, nihayet Sünnet’e, Cemaate; salabetli Alevîlik, nihâyet Râfızîlik’e dayandı. Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayet tecellüdde (celâdetli, şecaatli bir halde); cebbarlığa ve zâlime karşı cihadı ve izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet, -eyvah!- miskinlikte karar kıldı.

Hem başlangıcı, taassub derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsâhaleye (kolaylık göstermeye); ruhsata taraftarsa (bu sefer) nihayeti salâbete (sağlam bir anlayışa) müncer olan (neticelenen) bir kısım Hanbelî ve Hanefî gibi...

Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha ve dostluk; (ama) lâkayt Jön Türkler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya Hürriyet’in başındaki mevkilerini becâyiş ettiler (yer değiştirdiler).

İki âlim, bazen nâkısın oğlu kâmil, kâmilin oğlu nâkıs oluyor. Güya iştihâsının geri kalan şevki, miras olarak evlada geçiyor. Öteki (âlim baba, ilim şevkini) tamamen kullanıp ihtiyacını tatmin ettiğinden, evladında ilme karşı açlık hissini uyandırmıyor. Şu misallerdeki düsturun sırrı şudur:

İnsanlarda yenilenme meyli var. Halef (sonradan gelen), selefi (önceden geçeni) kâmil görse, ziyade eylemese; meylinin tatminini başka bir tarzda arar, bazen aksülâmel yapar.

***
Bu bölümden anlıyoruz ki, Kur’an âyetlerinde küllî düstûrlar da var, ekserî düstûrlar da var. İşte, bu âyette ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hak, küllî düstûr olarak, hayat alâmeti ve canlılığı bulunmayan, su, hava ve topraktaki maddelerden canlı vücutları çıkarıp yaratıyor. Âhirette de bütün ölmüş cesetleri diriltecektir...

Ekserî düstûr olarak da, (yani yüzde yüz değil, çoğu kere ) başlangıçta gevşek bir tutum içinde bulunanlardan, daha sonra çok sağlam anlayışta bir topluluğu çıkarabiliyor. Temelde; “Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir.” diyen Hıristiyanlar, dünyayı işgal edip büyük bir kütle ve kitleyi sömürgeleri altına aldılar. Bazen halk deyişi ile “âlimden zâlim, zâlimden de âlim” doğabiliyor. Yakın geçmişimizde bile siyasî koalisyonlarda benzer şeyler görülmüştür. Bazen hayır gibi görünen şeyden şer; şer gibi görünen şeyden de hayır çıkabilir. Kur’an âyetleri bu hususlara işaret eder. Kehf suresinde geçen Hz. Musa ve Hızır kıssasında da benzer durumlar mevcuttur...


Yâ Ehl-i Mektep

“De ki: ‘Ey ehl-i kitap (Yahudî ve Hıristiyanlar)! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin! şöyle ki: ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi Rabler edinmeyelim!’ Buna rağmen (onlar) yine de yüz çevirirlerse artık: ‘şâhit olun ki biz gerçekten Müslümanlarız. ‘Deyin!’ ” (Âl-i İmrân, 64)

Bu âyette, ifade tarzı itibariyle en başta geçen “De ki: - Ey ehl-i kitap!” hitabı, Müslümanlara, diğer din mensuplarına gidip böyle demelerine dair bir emirdir. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), hem müşrik Ebu Cehil’in ayağına pek çok defa gittiği hem de ehl-i kitapla pek çok görüşmeler yaptığı gibi, bizim de onlarla görüşmemiz emrediliyor. Yani, biz buradan din mensupları arasındaki diyaloğa dair bir emir anlıyoruz. Çünkü, “Kul” yani “De ki” emri, bizedir. Başkasının değil, bizim bu emri yerine getirmek için gidip onlara, “Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin! Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp, birbirimizi rabler edinmeyelim.” dememiz lâzımdır.

Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri, âyetle ilgili olarak şöyle demektedir: “Güya o hitap doğrudan doğruya şu asra yöneliktir ve ‘Yâ ehle’l- kitap’ lâfzı “Yâ ehl-i mektep’ mânâsını dahi tazammun eder (içine alır).”

Yani, “Ey okuyup yazan ehl-i mektep! Bu kâinat kitabı üzerine yapılan araştırmalar, bütün ilimler ve fenler, tevhidi; yani Kur’an-ı Kerim’in anlattığı Allah’ın varlığını ve birliğini gösteriyor. Gelin, işte bu tevhid hakikatinde birleşelim. Rab Allah’tır. Bizi, bizden daha iyi bilir. Yapan ve yaratan daha iyi bilir. Asla Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. İlim ve gerçek, bunu gösteriyor. Kâinattaki ahenk ve düzeni gösteren fenler, şirki reddediyor. Allah’a ortak koşmayalım. Onun bizim terbiyemiz için koyduğu prensiplere riayet edelim. Ondan izinsiz olarak, tasarruf hakkımız olmayan sahalarda haddimizi aşmayalım.”


Katmerli Aşk


Her şeyin bir kemâl noktası ve o noktaya bir meyli var. Katmerli meyil ihtiyaç, katmerli ihtiyaç aşk, katmerli aşk, incizaptır.

Allah'ın Kudreti zâtidir! (İçine Acizlik Giremez)

Ezelî kudret, Allah için zatında bulunan zarûrî bir lâzimedir (yani olmazsa olmazlardandır). Âcizlik, bu ezelî kudretin zıddı olduğu için, mecburen, zâtî zarûre ile zıddının gerektirdiği şey o zâta ârız olmaz. Yani Allah’ın âciz olması düşünülemez bile. Mâdem âcizlik o ezeli kudrete ârız olamaz, o kudretin içine bu zaruretten dolayı da giremez. Mademki giremez, o kudrette mertebeler de olamaz. (Yani şuna gücü yeter de buna yetemez gibi bir durum asla vârid değildir.) Zira mertebelerin varlığı, zıtların birbirine müdâhâlesinden dolayıdır. Meselâ, harâretteki mertebeler, soğukluğun müdâhalesiyledir. Güzellikteki dereceler, çirkinliğin müdahalesiyledir. وَهَلُمَّ جَرّاً - Bunu sen var kıyas et... Artık gittikçe gider, uzadıkça uzar.

Mümkinatta (yaratılmış varlıklarda) hakikî tabiî zâti lüzum olmadığından, kâinatta zıtlar birbirine girebilmiş. Mertebeler meydana gelip, ihtilâflarla değişmeler hâsıl olmuştur.

Mâdem ki, İlahî kudrette mertebeler olamaz; makrudatın (İlahî kudretin taalluk ettiği, büyük-küçük bütün eşya ve varlıkların) da zorunlu olarak kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavî; zerreler yıldızlara emsal olur.


Hayat-ı Sâriye

Nasıl ki, insan ölü kitlelerden meydana gelmiş bir canlı değil; bilâkis her biri tek başına bir canlı olan yüz trilyon canlı hücreden meydana gelmiş bir hayat sahibidir. Trilyonlarla canlıdan meydana gelmiş olan insanın bir ruhu olduğu gibi, bütün canlıların hayatının toplamı olan bu tek “umumî hayatın” da elbette bir ruhu vardır. Buna, tasavvuf dilinde “hayat-ı sâriye” denilir. Bu hayat-ı sâriyeyi yaratan da Allah’tır. Ama istiğrak halinde, şatahat nevinden ağızlarından yanlış sözler zuhur eden bazı mutasavvıflar, hâşâ bu hayat-ı sâriye’yi Cenab-ı Hakk’ın Hayat-ı Ezeliyesi ile karıştırmışlardır. Hatta bazıları da “Biz, Allah’tan bir parçayız.” diyecek kadar bir yanlışa saplanmışlardır. Bunların yanlışının kaynağı, işte burada anlatılan meselede izah edilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şöyle demektedir: “Aziz kardeşim bil ki: Şu âlemi ziyalandıran güneşin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ama ateşten bir kıvılcımın o sineğin gözüne girip aydınlatması imkân hâricidir. Çünkü gözü patlatır. Aynı şekilde, bir zerre, Ezelî Güneş’in (Cenab-ı Hakk’ın) tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikiye (Cenab-ı Hakk’a) zarf olmaz.”

Sonradan yaratılmış, mümkinattan olup ârızı bir vücuda sahip olan insan, nasıl olur da kendisinin, ezelî, ebedî, parçası olduğunu iddia eder? Allah, doğurmamıştır, doğmamıştır, yani bölünmez, parçalanmaz eşi ve benzeri yoktur. Herşey ona muhtaç olup kendisi hiçbir şeye muhtaç değildir.


Guam Çukuru'ndan İnciler

Ancak iman eden ve sâlih (makbul ve güzel) işler yapanlar müstesna... ” (Asr, 3)


Âyette geçen sâlihat kelimesi, “Şu, şu ibadet, zikir ve tutum ve davranışlardan ibarettir.” diye kayıtlanmadan mutlak bırakılıp iyi işler, yararlı ameller mânâsına öylece bırakılmıştır. Çünkü namaz, oruç, hac, zekat gibi güzel amellerin, yanında, duruma göre çok değişik, hal, tutum, davranış ve hareketler de nisbî ve izafî mânâda sâlihatın içine girer. Binlerce sâlihatı ifade etmek için sayfalar yetmez. Ama herkes de, Bediüzzaman Hazretleri gibi ayetlerin tazammun ettikleri derin ve ince mânâları hemen kavrayıp alamaz. Onun için mânâ gavvasları, irşadın kutup ve gavsları Guam çukuru gibi derinliklere dalarlar; inci ve mercandan daha kıymetli ilahî maksad ve muradları asırlarının sofralarına sererler... Ne mutlu onlardan istifade etmesini bilenlere!.. Hâlâ, önümüze serilen bu semavî mâidelerden istifade edemiyorsak, kendimize yazık etmiş oluruz. Üstad’ın sâdık talebesi Zübeyr Gündüzalp Ağabeyimizin dediği gibi “Evliyaullahın bir sözünde, yetmiş mânâ bulunabilir. Onları düşüne düşüne ve tekrar tekrar okumamız lâzımdır.


Üstad Bediüzzaman'ın Rusya'da Esaretten Kaçış Öyküsü


Ruslar, fırınlara canlı domuzları atarlar ve pişirirlerdi. Sonra da o fırınlarda ekmek yapıyorlardı. Domuz yağı ekmeklere karışıyordu. Necis kokuyordu. Onun için yemiyordum. Ayrıca; un ve buğday alıp el değirmeni ile öğütüp saçta kendim ekmek yapar, patates veya yumurta alıp pişirirdim. Benim bu halimi gören Ruslar, “Bu delidir.” diyorlardı. Rusya’da iken bazı ıssız yerlerde dolaşırdım. Düşünüyor, ‘Ya Rabbi bana bir kapı aç!’ diye dua ediyordum. Kaldığım yere doğru giderken, Arap kıyafetli, entarili, önündeki üç-dört merkebi götüren birisini gördüm. Yanımdan geçerken bana; ‘Esselâmü aleyküm’ diye sordu. Selâmını aldım. ‘Seni buradan çıkarsam, Türkiye’ye gider misin?’ dedi. ‘Giderim. Fakat buradan nasıl çıkacağım, dört kapısı kapalı... Diyarbakır Kalesi gibi bir yerde bulunuyoruz. Kapılarda bizim resimlerimiz var. Nöbetçiler bizi tanırlar, kapıdan nasıl geçerim?’ dedim. O şahıs: ‘Benim elbisemi giy, merkepleri sür, sen ileriden git, ben sana yetişirim.’ dedi. ‘Bu adam, boş adama benzemiyor.’ diye düşündüm kendi kendime. Onun elbisesini giydim ve merkepleri sürdüm gittim. Kapıdan geçtim, nöbetçiler birşey demedi. Kapıdan çıkınca, ekmek aklıma geldi. Baktım torbada aynı benim ekmeğim gibi dört beş ekmek var. O şahısla yirmi dört saat beraber gittik. Benim ayaklarım şişmişti. Ondan ayrıldıktan sonra, ben düşündüm: ‘Doğru yoldan gidersem Ermeniler, Ruslar onların dillerini bilmediğimden geri çevirirler.’ Onun için, ayrıca ince bir yol vardı; o ince yoldan yürüdüm. Akşam oldu, yol bir dağa çıktı. Orada yol falan yoktu, şaşırdım. Baktım, orada dağda bir inek var. ‘Onu sürersem bir şenliğe rastlarım’. dedim. İneği sürdüm, inek bir mağaranın önünde durdu. ‘Bre hayvan, niye duruyorsun?’ derken, baktım mağaradan bir pîr-i fânî, âbid bir zât çıktı. Beni ismen, cismen biliyordu. Bana, ‘Hoşgeldin, ehlen ve sehlen.’ dedi ve ‘Sen yorulmuşsun, açsın.’ diyerek beni içeriye aldı. ‘Benim ekmeğim falan yok. Bu ineği yaz-kış sağar, sütünü içerim.’ dedi. Bana süt sağıp getirdi. Daha öyle lezzetli süt içmemiştim. O gece orada kaldım. Bana dedi ki: ‘Sen Türkiye’ye gidersin. Türk kardeşlerine selâm edersin. Başlarında çok musibetler var. Üç şeye riayet etsinler:


1- Kur’an derslerine.

2- Ezân-ı Muhammed’iyi daima yüksek sesle okusunlar.
3- Cemaatten ayrılmasınlar.’

Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözlerine ilaveten ve bunlara bağlı olarak, Molla Hamit Ekinci diyor ki: “Onun için Üstad’ımız yanına gelen köylülere, ziyaretçilere daima, ‘Köyünüzde hoca var mı? Câmi var mı?’ diye sorardı. ‘Yok’ derlerse, kızar, ‘Camisiz ve hocasız yerde nasıl duruyorsunuz?” diyerek, hiddet ederdi.


***


Üstad, Rus esaretinden bizim kanaatimize göre, Allah’ın inâyeti ile ve Hızır Aleyhisselamın rehberliğiyle kurtulmuştur. Bu firarı sırasında, esârete geldiği yolu kullanmamış, bizzat komünizm yangının ve fitnesinin çıktığı yer olan Petersburg’dan geçmişti. Bu mânâlı hareket, enteresandır. Böylece, Üstad komünizmin menbaını görüyor ve tespitlerini yapıyordu.