Sadece uçakta yere çakılma korkusu yaşadığımız ya da denizin üstünde azgın dalgalarla baş başa kaldığımız zaman mı Allah’a sığınıp, şu dünya hayatının geçiciliğini hatırlayacağız?
Showing posts with label Emre Dorman. Show all posts
Showing posts with label Emre Dorman. Show all posts
Wednesday, October 22, 2014
İnsanlar Uyurlar Ölünce Uyanırlar
Şöyle bir hesap yaptım kendi kendime. 60 yaşındayım şu an. Günde 8 saat uyuyarak ömrümün 20 yılını uykuda, ortalama 8 saat çalışarak bir 20 yılımı da işte geçirmişim. Yeme, içme, gezme, yol, trafik, televizyon, internet, eğlence derken kalan 20 yılı da tüketmişim. Bir an durup şunu sordum kendime: “Ben gerçekten yaşadım mı?” ya da “Böyle bir hayat yaşamak için mi var oldum?” Ya da neden bu soruyu tüketilmiş bir ömrün sonunda sordum kendime? Hakikaten kısa bir masal gibiymiş insan hayatı. Bir varmış bir yokmuş.
***
İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.
Oscar Wilde
***
Yunan filozofu Sokrates’in dediği gibi esasen sorgulanmamış bir hayat yaşanılmaya değer değildir. Ona göre insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hâkim olduğu bir dünyaya sorgulamadan dâhil olmuşlardır. Bu yüzden insanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. Neyin doğru veya yanlış, neyin iyi ve kötü ya da neyin ahlaki veya ahlak dışı olduğunu içinde bulundukları sosyal atmosfer belirler. İnsanlar çevrelerinin beklentilerine uygun yaşamaya çalışırlar. Pek çok kişi mesleğini dahi toplum tarafından yüceltilen ya da önemsenen alternatifler arasından seçer. Yine Sokrates’e göre insanlar sadece maddi şeylerin peşinde koşarlar. Zenginlik arar, haz ya da şan şeref elde etmeye çabalar, varlıklarının bir de ruhsal boyutu olduğunu unuturlar. Kişisel hedeflerinin gerçekten değerli olup olmadığını sorgulamadan herkes gibi bedeni arzularına sürüklenirler. Bu yüzden esasen hayatları kendi ellerinde ya da kontrollerinde değildir. Seçimleri dış etkenler tarafından belirlenir. Bu durumun kişiyi mutsuzluğa götürmesi kaçınılmazdır. Oysaki insanı insan yapan şey; ruhuna ve manevi doğasına özen göstermesidir. Aksi takdirde manevi doğasına aykırı davrandığı için mutsuz ve eksik olacaktır.
***
Hayatı anlamayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler.
Çünkü bu hatırlama onlara, yaşadıkları hayatın
aklî vicdana uygun düşmediğini gösterir.
Tolstoy
***
Etrafımızdaki pek çok insanın Allah’ın varlığını kabul ettiği; ancak yaşantısına bakıldığında adeta Allah yokmuş gibi davrandığı görülür. Yaşantısıyla ilgili aldığı kararların neredeyse hiç birinde Allah’ın ondan nasıl bir hayat yaşamasını istediği ile ilgili bir ölçü ve değer yoktur. Ne zaman dini konular açılsa ve dolayısıyla konuşma ölüm gerçeğine gelse, insanların bir kısmı sanki hiç ölmeyecekmiş gibi umursamaz davranırken, diğer bir kısmı ise konunun değişmesini ister. Hatta, canım biraz da güzel şeylerden konuşalım der ve bırakın ölümü, ölüm hakkında konuşmayı bile kötü olarak görür. Oysaki ölüm, üzerine konuşulmasa da düşünülmese de kaçılamayacak bir gerçektir.
***
Madem ölümün bizi ne zaman ve ne şekilde yakalayacağı belli değil, o halde herkes yaşantısına dikkat etmeli!
Mutlaka öleceğimize göre, herkes öldüğü sırada bir şeyler yapıyor olmalı; tarla sürerken, kazma sallarken, ticaret yaparken, bir konsüle hizmet ederken, kabızlık ya da ishal sancıları çekerken ölebiliriz. O halde ölüm sizi bulduğu sırada ne yapıyor olmayı dilerdiniz? Kendi adıma ben, insana yakışır, faydalı, insanların genel görüşlerine aykırı olmayan ve soylu bir davranışta bulunurken ölmeyi tercih ederdim.
Fakat çok yüce şeyler yaparken beni bulmayacaksa, en azından yapmama izin verilmiş ve hiç kimsenin engel olamayacağı bir şey yapıyor olmayı dilerdim; kendime çeki düzen vermek, görünüşleri kullanma yetimi geliştirmek, zihnimin huzuru için çabalamak, ilişkilerimi olmaları gerektiği gibi düzenlemek...
Ölüm beni bu şeylerden biriyle uğraşırken yakalayacak olursa, ellerimi Tanrı’ya açıp şunları söyleyebilmek benim için yeterli olurdu: ‘Senin bana bağışlamış olduğun hükümranlığı kavrama ve ona itaat edebilme yetilerimi ihmal etmedim. Davranışlarımla senin onurunu çiğnemedim; hislerimi ve genel ilkelerimi nasıl kullandığıma bak. Seni bir kere bile suçladığım oldu mu? Yaşadığım hiçbir olaydan şikâyetçi oldum mu? Olan hiçbir şeyin olmamasını diledim mi? Bu ilişkilerimden bir tanesini bile çiğnemeyi aklımdan geçirdim mi? Sen bana hayat verdin ve bu hayat için sana teşekkür ediyorum. Verdiğin şeyleri kullandığım sürece hep hoşnut oldum; şimdi onları geri al ve nereye istiyorsan oraya bırak. Çünkü hepsi sana aitti ve onları bana sen vermiştin.’ Ölürken bu düşüncelere sahip olmak yeterli değil midir? Hangi hayat bu düşüncelerle ölen bir insanın gözünde bu ölümden daha iyi olabilir? Hangi son daha mutlu olabilir?
***
Diğer tüm canlılarla ortak olan tek bir paydamız vardır: Ölüm! Ölüm ortak kılar tüm canlıları. Üstünlükleri ortadan kaldırarak herkesi eşit hale getirir. Kişi ayrımı yapmaz. Gelmeden önce randevu almaz. Şarkılardaki gibi bir ihtimal daha değildir. Kesindir. Hatta siz hiç farkında olmasanız da bu satırları okuduğunuz birkaç saniye içinde, birkaç insan öldü bile yeryüzünde. Zira yapılan araştırmalara göre dünyada her saniye ortalama bir insan hayata gözlerini yummaktadır. Kitabın sonunu getirdiğinizde yüzlercesi daha buna katılacaktır. Peki, bu insanlardan biri olmamanız için ne sebep var sizce?
***
Gerçekten de, bir kişi kendi bedeni içinde var olmaya başladığı andan itibaren ölmeye mahkûmdur ve hiçbir an yoktur ki ölüm ona yaklaşmıyor olsun.
Augustinus
Thursday, October 10, 2013
Maymun Deneyi
Nükleer fizik Profesörü Gerald Schroeder yeryüzünde yaşamın tesadüfen yani kendiliğinden ortaya çıktığı iddiasına karşı birçok maymunun bilgisayar klavyesine rastgele vurarak sonunda bir Shakespear sonesini elde etmeleri analojisini (benzetmesini) kullanarak cevap verir. Schroeder, İngiliz Ulusal Sanat Konseyi tarafından gerçekleştirilen bir deneyden bahseder. Söz konusu deneye göre 6 maymunun bulunduğu kafese bir bilgisayar konuluyor. Maymunlar bir ay boyunca bilgisayar klavyesine rasgele vurduktan ve aynı zamanda onu tuvalet olarak kullandıktan sonra araştırmacılar üzeri yazılı 50 kâğıt çıktısı alıyorlar. Yapılan inceleme sonucunda söz konusu kâğıtların hiç birinde tek bir kelimeye dahi raslanmadığı görülüyor. Schroeder, İngilizcedeki en kısa kelimenin bir harf olmasına (bir anlamına gelen ‘a’ ve ben anlamına gelen ‘I’) rağmen tek bir kelime dahi oluşmadığını kaydediyor. Çünkü ‘a’ harfi şayet iki tarafında da boşluk varsa bir kelime olarak kabul edilebilirdi. Klavyede 30 karakter olduğu göz önünde bulundurulduğunda (26 harf ve diğer semboller) tek harflibir kelime elde etme ihtimali 30x30x30 = 27.000’dir. Yani tek harfli bir kelime elde etme ihtimali 27.000’de 1’dir. Schroeder daha sonra olasılıkları Shakespear’ın sonesi analojisine uygular. Bir Shakespeare sonesi elde etme şansı nedir diye sorarark şu şekilde
devam eder:245
Bütün soneler aynı uzunluktadır. Yapı itibariyle on dört mısra olurlar. Açılış mısrasının, “Seni bir yaz gününe benzetebilir miyim?” olduğunu bildiğim soneyi seçtim. Harfleri saydım; bu sonede 488 harf bulunmakta. Klavyedeki tuşlara basarak 488 harfi “Seni bir yaz gününe benzetebilir miyim?” deki gerçek sırada
dizme ihtimali nedir? Elde edeceğiniz sonuç 26’nın kendisiyle 488 defa çarpılması ya da başka bir ifadeyle 26 üzeri 488'dir. Veya başka bir ifadeyle 10 tabanında 10 üzeri 690’dır.
Kopernik Devrimi ve İnsancı İlke
Kopernik ve Rönesans’tan gelen devrim ve bunun Newton fiziğiyle bütünleşmesinden doğan miras ile insan, evrenin merkezinden uzaklaştırılmıştı. Kopernik’in Kozmolojik İlkesi, bir anlamda Dünya’nın evrende önemli bir yerinin olmadığını söylüyordu. Aynı ilkeye göre homojen ve izotropik bir evrende, her nokta eşit öneme sahipti. İnsancı İlke ise, bizim evreni çok özel bir anda gözlemlediğimizi ve bu anın geçmiş ve gelecekten farklı olduğunu belirtir. Bu ilkeye göre insan, çok özel bir anda ortaya çıkmıştır. Şayet evren daha düzensiz olsaydı dünyamız var olamazdı.
Evrenin insanı içerecek şekilde olması gerektiğini söyleyen herhangi bir düşünce geçmişte yoktur. Zira Antik çağda, evren, yayılmış ruhuyla yaşayan bir canlı gibi düşünülürdü; Ortaçağ’da bu kavram, Tanrı’nın evreni insan ırkı için ve kendi ihtişamı için yarattığı düşüncesiyle yer değiştirdi. Ancak Kopernik devriminin yarattığı etki, Dünyayı ve insanı evrenin merkezinden alıp
Dünyayı Tanrı tarafından yaratılmış, kendi kuralları olan ve artık hiçbir ilâhi müdahaleye uğramayan bir makine gibi görmek şeklinde oldu.
Tuesday, October 8, 2013
Richard Dawkins ve Bilimsel Cahillik
...Gerek evrenin gerekse yaşamın varoluşundaki hassasiyetlerden hareketle pek çok bilim adamı kendi alanlarında saptadıkları bulgulardaki mükemmeliğe dikkat çekmektedir. Üstelik sadece dikkat çekmekle kalmayıp özellikle son otuz kırk yıl içinde birçok meşhur bilim adamı, hem Tanrı’ya hem de bilime olan inancını açık bir dille ifade etmiştir. Ancak materyalizmin bilimsel olmaktan uzak felsefî etkisinden kurtulamayan bazı bilim adamları, örneğin Oxford Üniversitesi’nden ve Darwin’in takipçilerinden olan zooloji profesörü Richard Dawkins, dînî inancı bir kenara atmakta tereddüt bile etmeyerek evrenin ve yaşamın bilinçli bir şekilde oluşumu konusunda yaratıcı bir Tanrı inancına sahip herkesi “bilimsel cahil” olarak niteler ve dini de “bir virüs” olarak tanımlar.
Darwin hayranlığı ile yazılmış meşhur kitabı The Blind Watchmaker’ın (Kör Saatçi)birinci bölümünün ilk cümlesinde, Tanrı tarafından yaratılmış olmaktansa kökeni hayvanlara dayalı karmaşık bir varlık olmayı tercih ettiğini şu sözleri ile ifade etmektedir: "Biz hayvanlar, bilebildiğimiz evren içerisindeki en karmaşık şeyleriz."Dawkins’in bu noktadaki en büyük problem gerek evren gerekse yaşamın oluşumuna dair sahip olduğu kişisel inancıyla örtüşen şeyleri bilimsel, çelişen şeyleri ise bilim dışı ilan etmesidir. Açıkçası sahip olduğu tavır bilimsel olmaktan uzak, daha ziyade felsefî ya da ideolojik bir tavırdır. Sanki bilim Tanrı’nın var olmadığını ispatlamış ya da Tanrı’nın varlığına ulaşmanın kaçınılmaz olan tek yolu bilimmiş gibi Tanrı’nın varlığına inananları ‘bilimsel cahil’ olarak tanımlaması da bu noktadaki taraflı tutumunu desteklemektedir. Belki Dawkins iddialarını günümüzden 200 yıl kadar önce yapsaydı bilim hakkındaki yetersizliğimiz nedeniyle pek çok ideolojik ya da felsefî kabul gibi söz konusu iddialar da kendi içinde makul kabul edilebilirdi. Ancak modern bilimin verileri Tanrı’nın yokluğuna değil aksine kuvvetli bir şekilde varlığının zorunluluğuna dair deliller sunmakta ve bilimden hareketle Tanrı’nın var olmadığını dolayısıyla da yeryüzündeki yaşamın tesadüfen ortaya çıktığını ispatlamaya kalkanları gülünç durumlara düşürmektedir.
Darwin hayranlığı ile yazılmış meşhur kitabı The Blind Watchmaker’ın (Kör Saatçi)birinci bölümünün ilk cümlesinde, Tanrı tarafından yaratılmış olmaktansa kökeni hayvanlara dayalı karmaşık bir varlık olmayı tercih ettiğini şu sözleri ile ifade etmektedir: "Biz hayvanlar, bilebildiğimiz evren içerisindeki en karmaşık şeyleriz."Dawkins’in bu noktadaki en büyük problem gerek evren gerekse yaşamın oluşumuna dair sahip olduğu kişisel inancıyla örtüşen şeyleri bilimsel, çelişen şeyleri ise bilim dışı ilan etmesidir. Açıkçası sahip olduğu tavır bilimsel olmaktan uzak, daha ziyade felsefî ya da ideolojik bir tavırdır. Sanki bilim Tanrı’nın var olmadığını ispatlamış ya da Tanrı’nın varlığına ulaşmanın kaçınılmaz olan tek yolu bilimmiş gibi Tanrı’nın varlığına inananları ‘bilimsel cahil’ olarak tanımlaması da bu noktadaki taraflı tutumunu desteklemektedir. Belki Dawkins iddialarını günümüzden 200 yıl kadar önce yapsaydı bilim hakkındaki yetersizliğimiz nedeniyle pek çok ideolojik ya da felsefî kabul gibi söz konusu iddialar da kendi içinde makul kabul edilebilirdi. Ancak modern bilimin verileri Tanrı’nın yokluğuna değil aksine kuvvetli bir şekilde varlığının zorunluluğuna dair deliller sunmakta ve bilimden hareketle Tanrı’nın var olmadığını dolayısıyla da yeryüzündeki yaşamın tesadüfen ortaya çıktığını ispatlamaya kalkanları gülünç durumlara düşürmektedir.
Kopernik'ten Einstein'e Bilimsel Gelişme
Kilise’nin evren hakkındaki kabullerine dayalı gücünün zayıflaması ve siyasî otoritelerin Kilise’ye karşı kazandığı başarılar sonucunda fizik ile beraber pek çok doğa biliminde artık yeni yaklaşımlar getirilmeye başlanmıştı. Ünlü fizik, astronomi ve matematik bilimcileri, Nicolaus Kopernik (1473-1543), Galileo Galilei (1564-1642) ve Johannes Kepler (1571-1630) süreciyle artık Kilise’nin Aristoteles’ten miras aldığı Dünya merkezli evren fikri yerine Güneş’in merkezde olduğu ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü bir evren anlayışı gündeme gelmişti. Kopernik’e göre Dünya yerine Güneş’in merkez olduğu ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü aksiyomlarının kabul edilmesi evrendeki gök cisimlerinin hareketlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktı. Güneşi her şeyin merkezine koyarak, bu anlayışın gözlenen evrenle daha uyumlu olduğunu ortaya koyan Kopernik’in bu inancının ardında genellikle sanılanın aksine dine karşı değil tam anlamıyla dinî ve felsefî nedenler yatıyordu. Çok iyi bir matematikçi ve yeryüzündeki fizik yasalarını gökyüzündeki cisimlere uygulayan ilk kişi olan Kepler ise Kopernik sistemindeki eksiklikleri gidererek, Güneş merkezli evren sisteminin doğruluğunu onaylıyordu.
Kepler aşırı dindar bir bilim adamıydı. Matematiği Evren’e başarıyla uygulayan ilk bilim adamlarındandı ve bu uygulamanın arkasında Tanrı’nın Evren’i matematiksel bir planda yarattığı ve insanların bu planı anlayabileceği düşüncesi vardı. Bilimsel yazıları mistik ve dinî argümanlarla doluydu.
Bilimin Kepler ile zirveye doğru tırmanışı, hareket yasalarını keşfeden ve teleskopu kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemini gerçekleştiren Galile ile devam etti. Galile’ye göre matematik, doğanın gerçek yüreğini açan ve bize doğanın kitabını okuma yeteneği veren bir bilimdi ve matematiğin başarılı bir biçimde fiziksel bilime uygulanması doğal olarak dünyanın anlaşılır ya da akla uygun olduğunu ifade etmekteydi. Galile’nin gözünde Tanrı, doğanın kitabını bir bakıma matematiksel simgelerle yazmıştı. Yani matematik, Tanrı’nın evreni yazdığı dildi.
Galile de Kopernik ve Kepler gibi doğa yasalarını Tanrı’nın bir sanatı olarak görüyordu. Kopernik, Kepler ve Galile’nin gözlemlerinin gelişimi bilim tarihinin gelmiş geçmiş en önemli düşünürü Newton’un çekim yasası ile zirveye oturmuştu.
Ardından Einstein, Newton’dan miras aldığı birikim sayesinde maddeyi, uzayı ve zamanı birbirine bağlayan formülleri ortaya koydu. Einstein’ın izâfiyet teorisi, zamanın mutlak olmadığını, zamanın, hıza ve çekim gücüne bağlı olarak değiştiğini göstererek, büyük bir zihinsel devrime sebep oldu.
Modern Bilim: Tanrı Var (2)
- Tanrı eserleri aracılığıyla bilinir. [Isaac Newton]
- Matematik Tanrı'nın evreni yazdığı dildir. [Galileo Galilei]
- Kuantum teorisi ve kozmoloji, yirminci yüzyılın düşüncesinin en önemli başarılarıdır. [John Polkinghorne]
- Günümüzde ilkokul çağındaki bir çocuk için bile sıradan sayılabilecek bazı bilimsel bilgiler, düşünce tarihi boyunca insanlığın en karmaşık problemlerini oluşturmuştur. [Emre Dorman]
- Biri diğerini tamamladığı için din ve bilim arasında gerçek bir karşıtlık olması mümkün değildir. [Max Planck]
- Bilim ancak bilim adamı Tanrı’nın varlığını tamamen kabul eden bir dünya görüşü benimsediğinde ilerleyebilir. [Paul Davies]
- Her ne kadar, kozmologlar hesaplarını dev teleskoplardan ve modern uzay araçlarından elde ettikleri bilgilerden yararlanarak büyük bilgisayarlarla yapsalar da, kozmolojinin temeli hâlâ matematiktir. Bu da, tüm kozmolojik fikirlerin kalem ve kâğıt kullanılarak yazılıhale getirilen denklemlerle ifade edilebileceği anlamına gelir.
- Tanrı üst düzey bir matemetikçidir ve evreni yaratırken ileri düzeyde matematik kullanmıştır. [Paul A. M. Dirac]
Modern Bilim: Tanrı Var
Belki de en büyük metakozmolojik soru Leibniz’in dediği gibi felsefî açıdan şu şekilde sorulabilir: “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?” Evrendeki, aklın sınırlarını zorlayan karmaşık yapıya ve yaşamın ortaya çıkmasına engel olabilecek sayısız faktöre rağmen, nasıl olmuştur da yeryüzünde yaşam ortaya çıkmıştır? Bu gibi sorulara cevap bulmak için özellikle astronomi, fizik, astrofizik, kimya, biyoloji, biyokimya, moleküler biyoloji, hücre biyolojisi gibi alanlarda modern bilimin verileri ışığında bilim adamları tarafından çeşitli yaklaşımlar ortaya konulmuştur. Söz konusu yaklaşımlar ise pek çok bilim adamının açık bir şekilde ifade ettiği bir gerçeğe dikkatleri çekmektedir: “Tanrı Var”.
Modern bilimin verileri evrenin ve canlılığın tesadüfen oluşamayacak kadar hassas değerlere sahip olduğunu -gözlemler ve matematiksel veriler doğrultusunda- ispat etmekte ve yaşamın oluşabilmesi için gerekli olan bu hassas değerlerin insan ile uyumunu göstermektedir. Bilim çevrelerinde genellikle, Tanrı’nın varlığına ulaşmak amacıyla yola çıkılmamasına rağmen özellikle son yıllarda ortaya çıkan sonuçlar, inanan ve inanmayan birçok bilim adamını hayrete düşürmüştür. Öyleki hali hazırda bir Tanrı’nın varlığını kabul etmeyen bilim adamları bile evrendeki akıl almaz tasarım ile oluşumlardaki hassas ayarlara hayranlık duymaktadırlar. Söz konusu bu mükemmel hassasiyet, akıllı yaşamın ancak bir düzen koyucunun kontrolünde ve bir amaç doğrultusunda oluşabileceği gerçeğini ateist ve agnostik bilim adamlarına
dahi itiraf ettirmektedir.
Subscribe to:
Posts (Atom)