Eski Bankacılar Lokali, adı üstünde eskiden Bankacılar Lokaliydi, sonra başka yere taşındı bankacılar. Onun yerine Meltem Kafe Bar açıldı ama kimse oraya Meltem Kafe Bar falan demedi, Eski Bankacılar Lokali olarak kaldı adı. İki tarafı vardı lokalin. Ön tarafı sahil yoluna bakıyordu, kıraathaneyi andırıyordu daha çok. Bütün gün bıkıp usanmadan okey oynayan ya da oynayanlara yancılık yapan, iskambil kâğıtlarını hiç kimsenin beklemediği bir anda küt diye masaya vurup ilgi çekmeye çalışan tipler olurdu orada, onlar gene iyi; bir de hiçbir şey yapmayan, ne okey taşı dizen, ne kâğıt oynayan, ne televizyona bakan, ne gazete okuyan, önüne çay konulmazsa istemeyen, bir şey sorulmazsa konuşmayan, saatlerce sigara bile içmeden öyle bomboş oturan tipler olurdu. Onlara baktıkça ben sıkılırdım. Bir yandan da düşünürdüm, ‘Çağlar,’ derdim kendime, ‘bu insanlar acaba nereden alıyorlar bu hiçbir şey yapmadan bekleme kuvvetini,’ derdim, ‘bir dış dünya yokmuş gibi, hiçbir şeye ihtiyaçları yokmuş gibi nasıl yaşıyorlar acaba?’ derdim. Cevap veremezdim sonra kendime, içimi sıkıntılı bir sessizlik kaplardı.
**
Aklınıza çok daha önce gelmesi gereken bir fikir yeni geldiğinde, kendinizi salak gibi hissetmeniz gerekirken dâhi gibi hissedersiniz. Çok enteresan bir psikolojidir bu ama oraya takılmayalım şimdi.
Showing posts with label Emrah Serbes. Show all posts
Showing posts with label Emrah Serbes. Show all posts
Monday, August 29, 2016
Thursday, August 25, 2016
Vinç İzleyen Türkler
O an, on beş-yirmi adım ötemizde çalışan devasa vinci gördüm, kocaman bir demir iskeleyi derenin iki kenarına doğru indirmeye başladı. Aşağıda, demir iskeleye bağlı çelik halatları tutan işçiler vardı, dayımın yanındaki adam da, muhtemelen şefleriydi, telsizle vinç operatörüne bağlanıp ‘Sağ yap, sol yap’ falan diyordu. Derenin karşı tarafında yirmi kişilik meraklı bir kalabalık birikmişti, tanıyordum kimisini, onlar Kıyıdere’nin inşaat seyredenleridir. Nerede yapım halinde bir inşaat görseler, önünde durup ellerini arkalannda kavuşturarak seyretmeye başlarlar. Hatta çoğu zaman inşaata bile gerek yoktur, herhangi bir kazı çalışmasının, kaldırım döşemesinin, peyzaj faaliyetinin, refüjlerdeki yağmurlama sistemi montajının falan yakınlarında durup saatlerce seyredebilirler. Ufacık bir tadilat bile olsa, elinize çekiç alıp balkon duvarınıza çivi çaksanız örneğin, oradan geçiyorlarsa mutlaka durup seyrederler, o çivi o duvara yerleşene kadar kıpırdamazlar bir yere. Şimdi de vincin indirdiği demir iskeleye bakıyorlardı dikkatle, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya özen gösteriyorlardı, görsel bir ziyafetti bu onlar için. Demir iskele zemine yaklaştıkça işçiler eldivenli elleriyle halatları çekiyorlardı kendilerine doğru, yüzleri kıpkırmızı olmuştu. Her taraf toz toprak içindeydi.

Bütün Büyük Yeteneklerin Ortak Özelliği
İşin en zor, en meşakkatli kısmını hallettikten sonra, böyle küçük detaylarda bocalamak, vazgeçecek gibi olmak, bütün büyük yeteneklerin ortak özelliğidir. Mesela, bizim dâhi bir arkadaş vardı yedinci sınıftayken, böyle TÜBİTAK’ın düzenlediği okullar arası bir proje yarışmasında mı ne dereceye girmişti, ertesi yıl Amerika’ya gönderdiler bu ülkeye fazla diye, işte o herif, o maloğlumal, çekirdeklerini ayıklayamadıgı için karpuz yiyemezdi. Sen on kiloluk karpuzu pazardan taşı getir, kes önüne koy, itoğluit çekirdeklerini ayıklayamasın. Ama o bir dâhi. Belki de şu an profesör olmuştur Amerika’da, karpuz çekirdeği ayıklama makinesi yapmıştır, Alabama’daki evinin sofrasına koyup başına oturmuştur, çok mutludur, bizi düşünüyordur, yedinci sınıftaki arkadaşlarını, bilemezsin, asla yargılama!
Monday, August 22, 2016
Tek Yumrukta Felsefe Tarihi
İnsanın hayatında öyle bir an gelir ki önünde uzayıp giden karanlık yolda ilerlemekten başka çaresi kalmaz, geri adım atamayacak kadar yorgundur çünkü ve yerinde duramayacak kadar da yıkkın. Hayatta çoğu zaman asıl ihtiyacımız olan şey de budur işte, sağlam kalan parçalarımızı toplayıp kör bir kararlılıkla yolumuza devam etmek. Nihayet, dedim kendime, bulvara bakan karanlık konteynırlann kuytuluğunda oturmuş ağlarken, asıl konumuza gelmiş bulunuyoruz evlâdım, insana, yani o büyük acıya. Misal, bütün şartlar eşit olduğunda, bu şehirdeki en üzgün insan kim acaba? Sen misin? Neden olmasın. Peki o zaman üzgün insan, şimdi, bu akşam, burada, kendine acıma duygusunu daha fazla körüklemenin ne âlemi var? Hayatında ters giden her şeyi birbirine bağlayıp moralini daha da bozmanın ne âlemi var? Kendine gel deyip bir yumruk salladım kafama Tek yumrukta felsefe tarihi.
**
Düşüncelerimi toparlamak için yürüyüşe çıksam dünya turu atmam gerekirdi.
**
Düşüncelerimi toparlamak için yürüyüşe çıksam dünya turu atmam gerekirdi.
Özlem

Hâlâ özlüyorum dedemi, yağmurlara bakıp özlüyorum. Kimsenin kullanmadığı telefon kulübelerine, unutulmuş yan yollara, kurmalı kol saatlerine, tüplü televizyonlara, dandik antenlere, o antenlerin yükselticilerine, VHS kasetlere, işporta gözlüklere, ilk cep telefonlarına, geçmişten kalan ne varsa, en saçma sapan şeyler bile olsa onlara bakıp özlüyorum dedemi. Dedemi özlediğimde de sadece onu değil, hatta ondan da çok o andaki ruh halimi özlüyorum. Dedemle birlikteykenki kendimi özlüyorum.
Deliduman
“Çok mutsuzuz lan,’ diyesim de geldi ama tuttum kendimi, sosyoloji bunu gerektirir, duyguların sessizliği. Sessizce yedik dondurmalarımızı, dedem öldükten sonra helvasını da öyle yemiştik.”
Friday, March 11, 2016
Erken Kaybedenler
İhtiyarlığın güzel yanı şu, ağzına geleni söyleyebiliyorsun, insanlar sadece gülüyor. Çocukluk zor bu açıdan, bir küfredeyim diyorsun, herkes kaşlarını çatıyor. Anneannem bir toplum düşmanı esasında. Ben, anneannemle toplum arasındaki tampon bölgeyim. Çarşıda, pazarda, her yerde. Bana ne kadar yumuşaksa başkalarına o derece sert. Bu durum da hoşuma gitmiyor değil. Yufka yürekli bir insan olsa beni de o yüzden seviyor herhalde derdim, başka insanlardan bir farkım olmazdı o zaman. Anneannemin, sevgisini tek insan üstünde toplayabilme gücü var. Sevgiyi yüzeysel olarak dağıtacağına bir noktada yoğunlaşabiliyor. Sevebilme kapasitesi aynı kapasite, sadece sevilen insan için daha yoğun, daha etkili. Buna da saygı duymak lazım.
Bir de şu var,
anneannem bu hayatta fikirlerime gerçekten değer veren tek kişi. Seçimlerde
bile danıştı. Oy pusulamızı alıp paravanın arkasına gitmiştik. ‘Evet’ mührünü
aldım. “Kime oy vereceksin anneanne?” diye sordum.
“Bilmem, kime
verelim?”
Düşündüm,
sorumluluk altında hissettim kendimi, “Boş atalım istersen,” dedim.
“Buraya kadar boşuna
mı yürüdük?”
Saadet
Partisi’yle TKP arasında kararsızlık yaşıyordum. Genellikle muhafazakâr bir
insanımdır ama komünizm heyecanını da her zaman yaşamak istemişimdir.
“Anneanne sen
solcu musun?” diye sordum.
Sonuçta oy onun,
ben sadece yardımcı olmaya çalışıyordum.
“Bir şeyci
değilim.” dedi
“Her türlü
manipülasyona açıksın yani.”
“Evet.”
“Bu yaştan sonra
komünizm heyecanını yaşamak ister misin?”
“İsterim.”
“O zaman oyumuzu
Türkiye Komünist Partisi’ne verelim mi? Onlar da seksen dört yaşındaymış, sen
de seksen dört yaşındasın. Broşürlerinde okudum.”
“E iyidir o
zaman, verelim.”
Bastım mührü çark
çekicin altına. Teyzem oyumuzu komünistlere verdik diye çok kızdı. Anneannem
“Kime istersek ona veririz.” dedi. Teyzem de aklınca CHP’ye verdirecek. Ben
hiçbir zaman merkezi bir partiye oy vermem, verdirmem, duygusal ve romantik bir
insanım, beş yaşından beri şairim ve muhafazakâr olduğum kadar da radikalim,
her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim yani. Beni bir sefer gören adam bir
daha umursamaz zaten, hard jöleyle bütün sac tellerimi tek tek dikiyorum havaya
çünkü. Ayrıca imkânı olsa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin
yıkılmasını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiçbir şey yapmadı
devlet, ayrıca Yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet
büyüğünün araya girip işleri yoluna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim.
Hep boş vaatler; yaralar sarılmadı.”
**
Annem babam
olacak insanlar bir trafik kazasında öldüler. Pek üzülmedim. Beni anneanneme
bırakıp davetli oldukları bir akşam yemeğine gidiyorlardı. Bıraktıkları yerde
kaldım. Bazen ne uzun yemekmiş diye düşünüyorum, sanki dönecekler de üç sene
süren yemeği anlatacaklar, yiye yiye yüz elli kilo olmuş olacaklar Allah bilir.
Kendini kandırmaca, en sevdiğim oyun. Yoksa bizim arabanın hurdasını da gördüm,
girdiği kamyonun altında akordeona dönmüş. Hurdacıdan iki bin lira aldık,
anneannem “O para harcanmaz,” dedi. Ramazanda fitre verdiği, kendisinden on yaş
genç ihtiyar bir teyze vardı, yarı sağır, ona verdi.
Aradan çok uzun
zaman geçti, çok büyüdüm, onları özledim mi? Daha çok geceleri. Öfkeyle
sıvanmış bir özlem. Bazen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden
mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde alışkanlıktandır deyip
uyuyorum. Beni bu çıkmazdan Yasemin kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz
süre istedi. Yedi sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyorum, daha çok
günbatımlarında. Sadece gittikleri şehrin ismini biliyorum oysa. Dediğim gibi,
kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin
edebilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları
küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.
Subscribe to:
Posts (Atom)