Showing posts with label Orhan Pamuk. Show all posts
Showing posts with label Orhan Pamuk. Show all posts

Sunday, May 2, 2021

Orhan Pamuk okuma rehberi

 


    Bazı romanları iyi ki geç okumuşum dediğim oluyor. Çünkü iyi yazılmış bir roman, ilk okuyuşta anlatılandan çok daha fazlasını vaat eder. Kelimeleri uç uca birleştirdiğinizde ortaya çıkan hikâyeler bütünü, farklı katmanlarla genişler, boyut ve derinlik kazanır, nihayet size yepyeni bir dünya kurar.

    Bazı yazarlar bunu tuğla tuğla ördükleri bir yapı biçiminde okuyucuya sunar. Bazıları devasa bir tuvalin önünde her detayına özendikleri bir resim yapar gibi. Bazılarıysa bir heykel ustasının murç, çekiç ve madırgasıyla mermere ya da başka kıymetli taşlara şekil vermesine özenir. Bu türlü romanları geç okuduğuma seviniyorum çünkü hayata ve edebiyata dair bilgim arttıkça, bu romanlardan aldığım tat da başkalaşıyor.

    Orhan Pamuk, yer yer kendisinin de ifade ettiği üzere, bir ressam gibi yazar. Onu bazen Bob Ross’a benzetirim. Eline aldığı fırçayla, ekranları başındaki seyircilerle konuşarak ve bu arada resimdeki her bir unsura şefkat göstererek, sabırla saatlerce resim yapar.

    Pamuk’un külliyatını okuduğunuzda, onun en yakıcı meseleleri bile metanetle, hoşgörüyle ve şefkatle nasıl anlattığına şahit olabilirsiniz. En kötü karakterlere bile yeri gelir üzülür, anlayış gösterirsiniz. “Babacan” bir üslubu vardır. Ama bu onu tartışmalı alanlara girmekten, cesaret gerektiren meseleler açmaktan, karakterlerinin karanlık taraflarını fâş etmekten alıkoymaz.

    Herkesin sevmek zorunda olduğu bir yazar değil Pamuk. “Okumak isteyeceğim romanlar yazdım,” demişti bir röportajında. Zevkleriniz onunla yakınlaşıyorsa, onu okumayı sevmeniz daha muhtemel. Ama onun dünya edebiyat tarihinde önemli bir yeri var ve hep olacak.

    İlk kez Orhan Pamuk okuyacaklara ya da son romanı Veba Geceleri’ne başlayacaklara ya da bir vakit burun kıvırıp şimdilerde “Acaba okusam mı?” diye tereddüde düşenlere bir Orhan Pamuk okuma rehberi hazırladım. Umarım işinize yarar…

    BİR

    Orhan Pamuk salt bir hikâye anlatıcısı değildir. O hikâyeyi nasıl anlatacağı üzerine de uzun uzun kafa patlatır. (Post)modern romanın en büyük numarası da budur zaten. Romandaki hikâyeyi kimin anlatacağı, biz okuyucuların hadiseleri kim(ler)in gözünden göreceğimiz, bu arada hikâye anlatmanın kısıtlarının neler olacağı onun sanatının hiç de es geçilmeyecek bir cüzüdür.

    Bunun da ötesinde romanın okuyucusunun kim olacağını dâhi düşünür. Okuyucuyla oyunlar oynar, muziptir. Cümlelerinin “kırıklığı” ya da Türkçesinin “düzgün olmayışı” çokça gündeme gelir ama bunlar onun özgünleşme hamleleridir esasında. Dener, yanılır, yine dener. Ve evet, Batılı okuru da hesaba katar yazarken.

    Bu sebeple belki de, roman sanatı hakkında bir miktar malumat sahibi olmak, Pamuk romanlarından daha büyük keyif almanın ön koşuludur bana kalırsa. Tıpkı resimler gibi. Bir miktar sanat tarihi okumakla, sanat galerilerinden yahut müzelerden daha çok istifade etmeye başladığınızı sizler de hissetmişsinizdir.

    Pamuk’un romanları referans aldıkları (hatta bazen geniş geniş aşırdıkları) başka metinlerle birlikte düşünüldüğünde daha geniş bir dünyanın parçası olarak görülebilir. Sıkı edebiyat okurları, özellikle de modern romanların müdavimleri, Pamuk’un kimlerle diyaloga geçtiğini daha iyi kavrayacaktır.

    İKİ

    Isaiah Berlin, yazarları ikiye ayırır: Tilki ve kirpi. Yola çıktığı söz de şudur: “Tilki pek çok şey bilir, ama kirpi büyük, tek bir şey bilir.”

    Tilki olan yazarlar, size devasa bir dünya sunar, incik boncuk her şeyden bahsettikleri, sanki sizi oraya götürür gibi ustalıkla kurdukları bir dünyayı ve o dünya içindeki karakterleri anlatır. Kirpiler ise tek bir konudaki vukufiyeti ile öne çıkarlar. O kadar derinlikle bahsederler ki o konudan, dipsiz bir kuyuya baktığınızı hissedersiniz. Tolstoy, tilkidir mesela; Dostoyevski ise kirpi.

    Orhan Pamuk, çok evvelden Dostoyevski tarzı bir yazar olmadığını söylemişti. Bir kitabında, Tolstoy’un karakterlerin ruh dünyasına pek değinmeden, tamamen dışarıdan gözlemlenebilen hareketleri, tavırları, jest ve mimikleriyle onların duygu durumlarını aktarabilmesini çok sevdiğini de anlatmıştı. Elbette Tolstoy’un karakterlerdeki (dışsal) detaycılığı kadar yaşadıkları çağın alelade günlük detaylarına dair uzun uzun yazması da Pamuk’a benzer.

    Tıpkı Tolstoy gibi Pamuk da, anlattığı hikâyeyi dışarıdan seyrederek tasvir eder. Onun romanıyla “bakış” ve “manzara” arasında sıkı ilişkiler vardır. Ondan, “uzun ruh tahlilleri” ya da “zihnin derinliklerinde gezinen düşünceleri” bekleyen okuyucular hayal kırıklığına uğrayacaktır. Onun hitap ettiği yer gözdür. Gözümüzle görebileceğimizi anlatır. Hikâyelerini de bu esasa göre kurgular. Materyal (objektifçe anlaşılabilir) dünyayı anlatmayı, metafizik (sübjektif biçimde hissedilen) dünyaya tercih eder.

    Elbette her okuyucu bundan hoşlanmayacaktır.

    ÜÇ

    Peki ne anlatır Orhan Pamuk? Galiba en çok üzerinde durduğu mesele Doğu’yla Batı’nın karşılaşmasıdır. Bunu İstanbullu kimliği ile örtüştürür, bir zenginlik kaynağı olarak görür.

    Osmanlı’nın Batılılaşma tarihi, Batılıların Doğu’yu nasıl gördükleri, Doğuluların Batı’ya nasıl baktıkları, bu ikisinin karşılaşmasının ortaya çıkardığı meseleler, kimlik problemleri, yeni ile eski arasındaki çatışma ve bağlanma… Hepsinden bir tutam bulmak mümkündür romanlarında. Hatta çoğu zaman bu arkaplan, görünürdeki hikâyenin de önüne geçer, karakterlerin başlarına gelenlerden çok, o karakterlerin içine doğdukları kültürel evreni anlatır.

    Doğu-Batı meselesinin Osmanlı’nın son dönemindeki meşhur Tanzimat romanının da başlıca konularından olduğunu bilenler için, Pamuk’u bir Türkiye edebiyatı silsilesinin son ucuna eklemek mümkün. Ama bunu daha önce hiçbirinin yapmadığı kadar alaycılıkla ve yer yer sinizme de varan bir nihilizmle yaptığını düşünürsek, burada farklı bir damar olduğunu söyleyebiliriz.

    Konuşmalarında ya da bazı düz yazılarında bazı şeylere kıymet verdiğini ısrarla vurgulasa da, bana kalırsa Orhan Pamuk edebiyatı, var olan bütün değerleri, inanışları, romantizmleri, gizemleri, idealleri, ideolojileri düzleyen ve gerçek hayatın rastgeleliğini, sıradanlığını ve sıkıcılığını surata çarpan bir edebiyattır.

    Bu gerçeklik, geri kalmışlığın, hayallere ulaşamamanın, ideallerdeki hayat için yeterli olamamanın doğurduğu bir melankoli ve hüzne eşlik eder karakterlerin hayatlarında.

    DÖRT

    Müthiş detaycıdır. Bazen bir paragraf yazmak için en az iki üç kitap okumuş olduğunu hissedersiniz. Ağabeyi ünlü tarihçi Şevket Pamuk’a özenir gibi, akademik bir araştırmacılık hassasiyetiyle, ele alacağı konuya dair ne var ne yok tüketir. Sonra da buradan elde ettiği detayları romanın sayfalarına serpiştirir.

    Bu durum ortalama okur için sıkıcı gelebilir. Anlatımın uzayıp sündüğü hissine kapılmak mümkündür. Aynı zamanda ağır ağır, sindire sindire okursanız daha çok lezzet alacağınız anlamına da gelir.

    Pamuk’un özellikle tarihî romanlarını şuna benzetiyorum: Çok eski, zengince detaylı ve büyük bir resmi seyrederken bir anda tablodaki her şeyin hareketlendiğini, o tabloda dondurulmuş hayatın akmaya başladığını düşünün. İşte Orhan Pamuk, gerçekten de tarih kitaplarının, eski tasvirlerin, kıyıda köşede kalmış eski kitapların bize kesitler hâlinde sunduğu o bilgiyi alıp oradan bir hayat canlandırmaya girişir.

    Hatta yukarıda değindiğim “şefkatli anlatıcı” tavrı, tarihî romanlarda daha çok karşımıza çıkar ve eski zamanlarda yaşamış karakterlerin bugünden bakınca akılsızca gelebilecek davranışları üzerinde ısrarla durur. Sanki bir minyatürdeki küçük adamların ve kadınların gerçekten de hayatla baş edemeyecek kadar küçük ve yetersiz olduğunu düşündürür.

    Pamuk, büyük kahramanlıkları ya da idealistçe prensipli davranışları değil, insanların küçük çıkarcılıklarını, şark kurnazlıklarını, basitliklerini ve budalalıklarını anlatmayı daha çok sever.

    BEŞ

    Romanlarını Nobel öncesi ve Nobel sonrası olarak ayırmak mümkündür. Nobel öncesinde daha “sanatsal” romanlar yazmaktaydı. Birinci maddede bahsettiğim “romanın yapısı” meselesine daha çok kafa patlatıyordu. Ancak Nobel’den sonra, bir röportajında da bahsettiği üzere, hikâyeye daha çok ağırlık verdi ve daha da detaycı, daha da takıntılı hâle geldi. Hâliyle romanlarının hacmi de arttı.

    İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı ayrı bir yere koymak lazım. Zira orada 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki modern romanlara benzer bir aile hikâyesi anlatmış, bunu da alabildiğine sadelikle ve “kitabına uygun” (bildungsroman) biçimde yapmıştı.

    Sonrasında sırasıyla yazdığı, Sessiz EvBeyaz KaleKara KitapYeni HayatBenim Adım Kırmızı ve Kar romanları, anlattıkları konuların yanı sıra dilde ve roman sanatında farklı teknik arayışlarla da öne çıkar.

    Nobel’den sonra yayımladığı romanları, Masumiyet MüzesiKafamda Bir TuhaflıkKırmızı Saçlı Kadın ve son olarak Veba Geceleri’nde ise tabiri caizse daha “basitçe” hikâyesini anlatmayı tercih etmiş, elbette yine bazı yapısal-teknik yenilikleri gündeme getirmiş fakat ilk dönem romanları kadar “artistik” kaygılara düşmemiştir.

    Bu sebeple eğer ilk kez Pamuk okuyacaksanız, Nobel sonrası romanlarla başlamanız belki daha iyidir.

    ALTI

    Orhan Pamuk aynı zamanda çok güzel makalelerin de yazarıdır. Bunları Öteki Renkler ve Manzaradan Parçalar gibi derleme kitaplarından okuyabilirsiniz. Ayrıca Saf ve Düşünceli Romancı isimli, yazarlık sanatıyla ilgili ABD’de verdiği derslerden oluşan kitabı da, yazmakla ilgileniyorsanız eğer, şahanedir.


    Yavuz Altun


    Wednesday, October 24, 2018

    Türk Oblomov'u



    Yavuz Altın, tr724.com
    Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
    Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
    Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
    Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
    Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
    Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
    Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
    Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
    Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
    Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
    Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
    Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
    Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
    Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
    Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
    Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
    Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.

    Friday, December 22, 2017

    Kırmızı Saçlı Kadın


     “İstanbul kitapçılarında Firdevsî’nin bin yıl önce kaleme aldığı Şehnâme‘sinin herhangi bir çevirisini bulmak kolay değildi. Bir zamanlar çoğu Osmanlı aydını İran’ın milli destanının bir kısmını, en azından kimi hikâyelerini bilirdi. Türkiye’nin iki yüz yıllık Batılılaşma çabasından sonra şimdi bu hikâyeler deniziyle kimse ilgilenmiyordu. Destanın Türkçeye 1940’larda yapılan vezinsiz-kafiyesiz bir çevirisi dört cilt halinde 1950’lerde Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmıştı. Şehnâme’yi beyaz kapakları sararmış dünya klasikleri dizisindeki o baskıdan yutar gibi hızla okudum.

    Hikâyenin yarı efsane yarı tarih olması, başlarda korkutucu bir masal gibiyken, daha sonra devlet, aile ve ahlak üzerine bir çeşit öğretici ders şeklini alması hoşuma gitti. Çevirisi 1500 sayfa tutan bu büyük milli tarihe Firdevsî’nin bütün hayatını vermesi de etkiliyordu beni. İyi eğitimli, kitapsever şairimiz, başkalarının tarihlerini, destanlarını, kahramanlık hikâyelerini okumuş, başka dillerde, Arapça, Avesta dilinde, Pehlevice kitaplarda hikâyeler aramış, kahramanlık hikâyeleriyle efsaneleri, dinî menkıbelerle tarihleri ve hatıralarını iç içe geçirip kendi büyük destanını yazmıştı.

    Geçmişteki bütün büyük şahlarla padişahların, kahramanlarla unutulmuş hikâyelerin bir çeşit ansiklopedisiydi Şehnâme. Bazan okuduğum hikâyelerin hem kahramanı hem de yazarı zannediyordum kendimi. Firdevsî’nin yaşarken oğlunun ölmesi destandaki baba ve kayıp oğul konusunda duyarlığını çok derin ve içten kılmıştı. Okuduğum hikâyeleri gece yarısı karanlıkta Mahmut Usta’ya anlattığımı hayal ediyor, Kırmızı Saçlı Kadın’ı hatırlıyordum. Yazar olabilseydim, ben de her şeyi gören, her ayrıntının hakkını veren, kimi zaman insanlığıyla beni heyecanlandırıp kederlendiren, kimi zaman da şaşkınlık ve hayrete boğan bu bitip tükenmez ansiklopedik kitap gibi bir şeyler yazmak isterdim. Benim yazacağım “Türkiye’nin Jeolojik Yapısı” işte böyle bir destansı-ansiklopedik kitap olacaktı. Ben de kitabımda, yeraltı denizlerini, büyük sıradağları ve yeraltındaki kat kat, damar damar tabakayı hikâyelerle anlatacaktım.”

    **
    Sence modernlik kötü bir şey mi?” diye sarhoş saflığıyla ona sordum.

    “Modern kişi şehrin ormanında kaybolan kişidir. Bu da babasız kalmak demektir. Babasını araması da boşunadır aslında. Kişi modern bir bireyse şehrin kalabalığında babasını bulamayacaktır. Bulursa da bu sefer birey olamayacaktır. Modernliğin Fransız mucidi Jean-Jacques Rousseau bunu çok iyi bildiği için dört tane evladını modern olsunlar diye bile bile terk etmiş, onlara babalık etmemiştir. Rousseau çocuklarını merak bile etmemiş, bir kere de aramamıştır. Sen de beni modern olayım diye mi terk ettin? Öyleyse haklısın.”

    **
    “Hayatta rastlantı diye geçiştirdiğim şeylerin aslında bir anlamı olduğunu tiyatroda öğrendim. Hem oğlumun hem babasının yazar olmak istemesi basit bir rastlantı değildir. Otuz yıl sonra burada Öngören’de oğlumun babasıyla karşılaşmam rastlantı değildir. Oğlumun da, tıpkı babası gibi babasızlık acısı çekmesi rastlantı değildir. Tiyatro sahnelerinde yıllarca ağladıktan sonra, hayatta içtenlikle ağlayan bir kadına dönüşmem rastlantı değildir.”


    Wednesday, February 22, 2017

    Kafamda Bir Tuhaflık




    O zamanlar tıpkı Kültepe’de olduğu gibi, Duttepe’de de kimsenin arsasının tapusu yoktu. Boş bir araziye ev yapan girişken kişi, evinin çevresine bir iki kavak ve söğüt ağacı diktikten, sınırları belirleyecek bir duvarın ilk taşlarını yerleştirdikten sonra, muhtara gidip para verip bu arazideki evi, ağaçları kendi diktiğine ilişkin bir kâğıt alırdı. Kâğıtlarda, tıpkı Tapu Kadastro Müdürlüğü’nden verilmiş gerçek tapularda olduğu gibi, muhtarın kendi eliyle, cetvel kullanarak çizdiği bir de ilkel kroki olurdu. Muhtar krokiye çocuksu el yazısıyla, bitişikte filancanın arsası, altında falancanın evi, çeşme, duvar (çoğu zaman duvar yerine bir iki taş olurdu), kavak ağacı gibi notlar düşer, eline fazla para verirsen arsanın hayalî sınırlarını daha da büyük gösteren kelimeler de ekler, dibine de mührünü basardı.

    Ama arazi hazinenin ya da orman idaresinin malı olduğu için, muhtardan alınan bu kâğıtların garantisi yoktu. Tapusuz araziye yapılan ev, her an devlet tarafından yıkılabilirdi. Elleriyle yaptıkları evlerinde ilk gecelerini geçirenler bu felaketin geldiğini rüya-larında görürlerdi. Muhtarın kâğıtlarının önemi bir gün devlet, on yılda bir yaptığı gibi, seçimler sırasında gecekondulara tapu verirse çıkacaktı ortaya. Çünkü tapular muhtar kâğıtlarına bakarak dağıtılacaktı. Ayrıca muhtardan bir arazinin kendi arazisi olduğuna ilişkin bir kâğıt alan kişi, arsasını başkasına satabilirdi. Anadolu’dan her gün işsiz-güçsüz, evsizlerin şehre yoğun bir şekilde geldiği dönemlerde bu muhtar kâğıtlarının fiyatı hemen yükselir, pahalılaşan arsalar bölünüp hızla parsellenir ve göçün hızına göre muhtarların siyasi gücü de artardı.


    Bütün bu yoğun faaliyete rağmen devlet güçleri keyiflerine eser ve günün siyasetine uygun bulurlarsa jandarmalarla gelip bir gecekondu sahibini mahkemeye verebilir, evini yıkabilirlerdi. Önemli olan bir an önce evi bitirmek, içine girmek, orada yaşa-maktı. Çünkü içinde yaşanılan evin yıkılması için bir mahkeme kararı gerekiyor, bu da çok vakit alıyordu. Herhangi bir tepede bir arsayı “benim” diye çeviren kişi, akıllıysa ilk fırsatta bir gecede ailesinin, eş dostun yardımıyla oraya dört duvar çekip, hemen içine girip yaşamaya başlamalıydı ki ertesi gün yıkıcılar evine doku- namasın. Çatısı kapatılmamış, hatta duvarları, pencereleri bitirilmemiş evlere girip yıldızları yorgan, göğü de çatı belleyip İstanbul’daki evlerinde ilk uykularını uyuyan annelerin ve çocukların hikâyelerini dinlemeyi severdi Mevlut. Rivayete göre “gecekondu” kelimesini tarihte ilk kullanan, bir gecede on iki evin duvarını yükseltip içine girilecek hale koyan Erzincanlı bir duvar ustasıydı ve yaşlılıktan ölünce Duttepe mezarlığına ona dua etmeye binlerce kişi gitmişti.
    **
    "I had melancholy thoughts ...
    a strangeness in my mind,
    A feeling that I was not for that hour,
    Nor for that place."

    Monday, October 3, 2016

    Along the Bosphorus


    What I enjoyed most about our family excursions to the Bosphorus was to see the traces everywhere of a sumptuous culture that had been influenced by the West without having lost its originality or vitality. To stand before the magnificent iron gates of a grand yalı bereft of its paint, to notice the sturdiness of another yalı’s moss-covered walls, to admire the shutters and fine woodwork of a third even more sumptuous yalı and to contemplate the judas trees on the hills rising high above it, to pass gardens heavily shaded by evergreens and centuries-old plane trees—even for a child, it was to know that a great civilization had stood here, and, from what they told me, people very much like us had once upon a time led a life extravagantly different from our own—leaving us who followed them feeling the poorer, weaker, and more provincial.

    **
    Counting ships passing through the Bosphorus might be a strange habit, but once I began discussing it with others, I discovered that it’s common among İstanbullus of all ages. In the course of a normal day, a large number of us make regular trips to our windows and balconies to take account, and we do so to get some sense of the disasters, deaths, and catastrophes that might or might not be heading down the strait to turn our lives upside down. In Beşiktaş, where we would move when I was an adolescent, there lived, in a house in Serencebey on a hill overlooking the Bosphorus, a distant relation who took notes about every passing ship so diligently you might have thought it was his job. And there was a lycée classmate of mine who was sure that every suspicious-looking ship—anything that was old, rusty, in poor repair, or of unknown origin—was either smuggling Soviet arms to insurgents in such-and-such a country or carrying oil to some other country to wreak havoc on the world markets.

    In the days before television, this was a pleasant way to pass the time. But my ship-counting habit, this habit I share with so many others, is essentially fed by fear, one that eats away at many others in the city too. After seeing all the wealth of the Middle East seep out of their city, after witnessing the slow decline that began with the Ottoman defeats at the hands of Russia and the West and ended with their city falling into poverty, melancholy, and ruin, İstanbullus became an inward-looking nationalist people; we are therefore suspicious of anything new and most especially of anything that smacks of foreignness (even if we also covet it). For the past 150 years, we have lived in timorous anticipation of catastrophes that will bring us fresh defeats and new ruins. It’s still important to do something to fight off the dread and the melancholy, and that is why the idle contemplation of the Bosphorus can seem like a duty.

    The types of disasters that the city remembers best and awaits with greatest trepidation are, of course, the accidents involving ships in the Bosphorus. These bring the city together and make it feel like a large village. Because these disasters suspend the rules of everyday life and because, in the end, they spare “people like us,” I secretly (if also guiltily) enjoy them.

    Sunday, May 17, 2015

    Aşk

    “Her şeyin başı evlilik," dedim. "Önce onu halledelim. Aşk evlilikten sonra gelir. Unutma: Evlenmeden önce alevlenen aşk yangını evlilikle söner ve geriye boş ve kederli bir yangın yeri kalır. Evlendikten sonra duyulan aşk da biter elbette, ama onun yerini mutluluk alır. Buna rağmen bazı aceleci budalalar evlenmeden önce âşık olup yana yana bütün aşkı tüketirler. Niye? Çünkü hayatta en büyük amacı aşk sanırlar.”



    Katil Diyecekler Bana

    Yine de ama katilliğe alışmak zor. Evde duramıyorum, sokağa çıkıyorum, sokakta duramıyorum, öteki sokağa yürüyorum, sonra o sokaktan sonrakine yürüyorum ve insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçilmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini. Bu küçük talih ve kader meselesi yüzünden, insanların çoğunun benden daha ahlaklı ya da iyi olduğuna inanmak zor. Olsa olsa henüz cinayet işlemedikleri için biraz daha aptal suratlı oluyorlar ve bütün aptallar gibi iyi niyetli gözüküyorlar. Gözünde bir zekâ ışıltısı, yüzünde ruhundan yansıyan bir gölge gördüğüm herkesin gizli bir katil olduğunu anlamam için o zavallıyı öldürdükten sonra, İstanbul sokaklarında dört gün yürümem yetti. Yalnızca aptallar masumdur.

    ***
    Allahım, sen bu inanılmaz gücü hepimize vermişsin, ama kullanmayalım diye korkutmuşsun da bizi.

    Ama bir kere bu korkuyu yenip harekete geçerse insan bambaşka biri oluveriyor hemen. Eskiden yalnız Şeytan'dan değil, içimdeki en ince kötülük belirtisinden bile ödüm kopardı. Şimdiyse, kötülüğün dayanılır bir şey olduğunu, hatta nakkaş için gerekli olduğunu da hissediyorum. Cinayet sonrası, birkaç gün boyunca ellerimin titremesini bir yana bırakırsak, o sefili öldürdüğümden beri daha iyi çiziyorum, daha parlak ve cesur renk çekiyorum ve en önemlisi hayal gücümün harikalar yarattığını görüyorum. Ama nakşettiğim harikaları takdir edecek kaç kişi var İstanbul'da?

    ***
    Bir şehir ne kadar büyük ve renkliyse, suçunuzu ve günahınızı gizleyeceğimiz o kadar çok köşesi, ne kadar kalabalıksa, suçunuzla aralarına karışabileceğimiz o kadar insanı var demektir. Şehirlerin zekâsı, barındırdığı âlimlerle, kütüphaneler, nakkaşlar, hattatlar ve medreselerle değil, karanlık sokaklarında binlerce yılda sinsice işlenmiş cinayetlerin çokluğuyla ölçülmeli. Bu mantıkla İstanbul'un bütün cihanın en zeki şehri olduğundan hiç şüphem yok.

    ***
    Hepimize olur: Bazen mantıkla düşünüyorum diye haftalar, yıllar boyunca hayal kurduktan sonra, bir gün bir şey görürüz, bir yüz, bir elbise, mutlu bir insan ve bir anda hayallerimizin gerçekleşmeyeceğim, mesela o kızı bize hiç vermeyeceklerini, mesela filanca mevkiye hiç getirilmeyeceğimizi anlayıveririz.

    Sunday, April 26, 2015

    Benim Adım Kırmızı



    • Bu kitabın (Kur'an) sarsıcı gücü asla resimlenemez oluşundan da gelir.
    • Ellerini dizlerine koyuşu, ben önemli bir şey söylerken "anlıyorum, hürmetle dinliyorum", diyen bakışlarla gözlerimin içine içine istekle bakışı ve sözlerimin veznine uygun gizli bir makamla başını sallayışı çok yerinde. Bu yaşıma geldim, gerçek saygının yürekten değil, küçük kurallardan ve boyun eğmekten kaynaklandığını bilirim.
    • Nakış ve sanatta hayâl kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.
    • Sarılmasını bilen adam iyi adamdır.
    • Kıskanç kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf'un Midyanlı tüccarlar tarafından kuyudan çıkarılışı geldi gözümün önüne. Yusuf ile Züleyha'nın bu meclisini resmetmekten pek hoşlanırım, çünkü hayatta en temel duygunun kardeşlerin kıskançlığı olduğunu hatırlatır.
    • Bir nakkaşa yapılacak en güzel iltifat, onun resimlerinin bizde de nakşetme heyecanı uyandırdığını söylemektir.
    • Gerçekleri alçakgönüllülükle kabul etmek hayatı kolaylaştırır. Zaten alçakgönüllük, hayatı kolaylaştıran bir şey olduğu için bizim alemimizde bu kadar makbul bir erdemdir.