Showing posts with label otokrasi. Show all posts
Showing posts with label otokrasi. Show all posts

Wednesday, January 5, 2022

Kötü Adamlar Niye Kazanıyor?

 


Aslı R. Topuz, tr724.com

The Atlantic’in Aralık 2021 sayısı, kapak hikayesi olarak Anne Applebaum’un “Kötü Adamlar Kazanıyor” adlı makalesiyle çıktı. Nisan 2018’de Foreign Policy de çok etkili bir kapak ve başlıkla çıkmıştı: “İnsan Hakları’nın Sonu mu?” Bu o zamanlar hala bir soru cümlesi ve gidişatı çevirmek için bir uyarıydı. Diğer birçoğu gibi işe yaramadı. Sonunda birinin cesaret gösterip hezimeti ilan etmesi gerekiyordu. Anne Applebaum hiç evirip çevirmeden, bazı kişi veya kurumlar alınabilir demeden hezimeti ilan etti: “Eğer 20.yüzyıl, yavaş ve düzensiz de olsa, komünizm, faşizm ve ölümcül milliyetçilik karşısında liberal demokrasinin zaferine doğru ilerleyişin hikayesi idiyse, 21.yüzyıl artık bunun tam tersinin hikayesi.”

Peki insan hakları ve liberal demokrasiyi dert edinmiş insan ve kuruluşlar, hatta ülkeler, sayıları ve nitelikleri hiç hafife alınmayacak düzeydeyken bu savaşı neden kaybediyor? Ben “ekonomik kaygılara teslimiyet” izahatına burada hiç değinmeyeceğim çünkü hem bu savunmaya tam katılmıyorum hem de yenilginin asıl sebebi olarak gördüğüm şeyler başka. Benim gözlemlediğim kadarıyla, faşizmin her türüyle girilen savaşta, bu savaşın diskur, medya ve örgütlenme ayaklarında kan kaybedilmesinin esas sebepleri şunlar:

      1. Politik doğruculuk: Faşistlerin asla böyle bir kaygısı yok. Aksine özellikle çiğnedikleri bir hassasiyet ve bariyer, ki böylece yayılması çok kolay olan nefret suçlarını rahatlıkla yayabiliyorlar. İlk ortaya çıkışında nefret suçlarını önlemek, kırılgan toplulukları korumak için geliştirilen bu hassasiyet, faşistlerin istismarı ve kurnazlığı sayesinde yeni bir sindirme, susturma, sansür aracına dönüştü. Despotlar konuşup propagandalarını yayarken; hiçbir şekilde konuşamaz, fikrini açıklayamaz, farklı düşünemez hale getirilen çeşit çeşit topluluklar, müzminler var: Birbirine tutkun, yekpare ve ahlaklıların önemsediği hiçbir etik bariyeri önemsemeyen faşistler karşısında bir türlü birleşemeyen sayısız müzmin gruplar. 
      2. Entelektüel bağımlılıklar: Liberal demokrasiyi savunan kişi ve kurumların en ayırt edici özelliklerinden biri entelektüel birikim. Ancak bu da, tıpkı politik doğruculuk gibi, bazen kendi aleyhlerine bir dezavantaja dönüşüyor. “Overanalysis” yani her şeyi aşırı analiz etme ve hep meta düzey düşünme bağımlılığı ve bunları yaparken fiile aktarımın plan ve kararlılık bakımından hep ihmal edilmesi sözkonusu. O yüzden elde zebil gibi seçkin yayın, sosyal bilimci, konferans, seminer, zirve, çalıştay, toplantı kirliliği var, ancak hissedilir sonuç yok. Tabi insan hakları savunuculuğunun kendisinin artık bir endüstri haline geldiğini; neredeyse bu alandaki yayın, toplantı, konferans gibi etkinliklerin kendisinin artık bir amaç ve kariyer etkinliğine dönüştüğünü de farkediyoruz ne yazıkki.
      3. Depresyon ve Şefkat Yorgunluğu: Zekayla depresyona yatkınlık arasında korelasyon olduğunu gösteren bulgular var. Zeki insanlar, çevrelerinde olup bitene daha duyarlı oluyor, acıyı daha fazla algılayıp zihinlerinde işliyor, dolayısıyla depresyona da daha yatkın oluyorlar. Depresyonun en bilinen kötü etkilerinden biriyse karar alma becerisini zayıflatması yani bir tür eylemsizlik.  Zeki ve yüksek eğitimli bireyler hakkındaki bu depresyona yatkınlık bulgusunun, topluluklara da genişletilebileceğini düşünüyorum. Şu an dünyadaki yoksulluk, savaş, mülteci sorunu, ırkçılık gibi büyük sorunları en fazla dert edinen ve tercihli olarak bu konularla ilgilenip kendilerini mecburen acıya şahit ve maruz bırakan insanlar elbette faşistler değil, aksine yine insan hakları savunucuları, liberal demokrat bilinçli fikir insanları. Elbette diğer ideolojilerden veya politik görüşlerden insanların da böyle hassasiyetleri vardır. Ancak liberalizm doğuşu, kökeni, kuramsal çekirdeği itibariyle zaten insan hak ve özgürlükleriyle ilgili olduğu için, liberallerin de insan dramına özellikle ilgi, hassasiyet geliştirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, süresiz şekilde ve adeta mesai gibi bu kadar politik krizle ilgilenip, kendini bu kadar travma ve insan dramına şahit ve maruz bırakan politik insan topluluklarının da, tıpkı bireyler gibi depresyon ve şefkat yorgunluğundan (*) muzdarip olacağını ve zamanla karar alma, uygulama, eyleme geçme becerilerinde gerileme yaşayacaklarını düşünüyorum.
      4. Mücadeleye giriştiği her tür faşizm karşısında liberal demokrasinin artık eski gücünü koruyamamasının bir nedeni de, kendi nimetlerine geliştirdiği bağımlılık ve zaaf olabilir. Liberalizm adeta bireye övgüdür. Zamanla birey ve dünyası öyle büyür ki, onu başkalarıyla birlikte hareket edemez, kolay örgütlenemez hale getirir. Böylece onu zamanla diğer sosyal kimlikleri ve aidiyetlerinden soyup, karmaşık ama yalnız, gelişmiş ama örgütlenemez hale getirir. Milyonlarca tanrıcık; kendi dünyasının tanrısı ama dışarıda yalnız ve güçsüz. Kendi benliğine, kariyerine, duygularına aşırı duyarlı ama dışardaki dünyayla, ait olduğu dünyayla o kadar ilişkili değil…

    Tüm bu faktörlerin liberal demokrasileri, onları oluşturulan kişi ve kuruluşların karar alma ve harekete geçme yetilerini biraz da olsa zayıflattığını düşünüyorum. Buna karşılık faşizm cephesi tüm bu hassasiyetlerden ve etik kaygılardan uzak olduğu için az düşünüp, az tereddüt yaşayıp, kolay örgütlenip, hızlı harekete geçebiliyor. Geçmişteki bazı eylemsizlikleri, geç kalmışlıkları anlatmak için mesela Kilise’nin “meleklerin cinsiyeti” gibi o devrin acil sorunlarından kopuk şeyleri tartışmakta kaybolduğu anlatılır. Bugün kısmen de olsa garip teferruatlarda kaybolma sırası akademilerde, uluslararası toplumda, medyada, hatta mağdurların kendilerinde belki. Faşizm karşısında birer Hamlet’e dönüşmüş haldeyiz. Trajedilerin özelliği, ana kahramanın karakterindeki bir zayıflık etrafında örgülenmeleridir. Hamlet’in zayıflığı, kararsızlığıydı.

    Not: * Şefkat Yorgunluğu (compassion fatigue): Yoğun biçimde yaşanan başkalarının acısını dindirme isteğine bağlı gelişen bir travma türü. Zamanla hiçbirşeye aldırış etmeme, en trajik olaylardan bile etkilenmeme ve devamında yardım etmek için yapılabilecek en basit şeyleri bile yapmama gibi belirtileri var. Sağlık çalışanları arasında çok gözlemlenmekle birlikte, başkalarına yardım etmeye dayanan birçok başka meslek/etkinlik grubunda da rastlanıyor: Avukatlar, polis memurları, sosyal çalışmacılar gibi.

 

Autocracy is winning

 

Extracted from this article:

All of us have in our minds a cartoon image of what an autocratic state looks like. There is a bad man at the top. He controls the police. The police threaten the people with violence. There are evil collaborators, and maybe some brave dissidents.

But in the 21st century, that cartoon bears little resemblance to reality. Nowadays, autocracies are run not by one bad guy, but by sophisticated networks composed of kleptocratic financial structures, security services (military, police, paramilitary groups, surveillance), and professional propagandists. The members of these networks are connected not only within a given country, but among many countries. The corrupt, state-controlled companies in one dictatorship do business with corrupt, state-controlled companies in another. The police in one country can arm, equip, and train the police in another. The propagandists share resources—the troll farms that promote one dictator’s propaganda can also be used to promote the propaganda of another—and themes, pounding home the same messages about the weakness of democracy and the evil of America.

This is not to say that there is some supersecret room where bad guys meet, as in a James Bond movie. Nor does the new autocratic alliance have a unifying ideology. Among modern autocrats are people who call themselves communists, nationalists, and theocrats. No one country leads this group. Washington likes to talk about Chinese influence, but what really bonds the members of this club is a common desire to preserve and enhance their personal power and wealth. Unlike military or political alliances from other times and places, the members of this group don’t operate like a bloc, but rather like an agglomeration of companies—call it Autocracy Inc. Their links are cemented not by ideals but by deals—deals designed to take the edge off Western economic boycotts, or to make them personally rich—which is why they can operate across geographical and historical lines.

Thus in theory, Belarus is an international pariah—Belarusian planes cannot land in Europe, many Belarusian goods cannot be sold in the U.S., Belarus’s shocking brutality has been criticized by many international institutions. But in practice, the country remains a respected member of Autocracy Inc. Despite Lukashenko’s flagrant flouting of international norms, despite his reaching across borders to break laws, Belarus remains the site of one of China’s largest overseas development projects. Iran has expanded its relationship with Belarus over the past year. Cuban officials have expressed their solidarity with Lukashenko at the UN, calling for an end to “foreign interference” in the country’s affairs.

In theory, Venezuela, too, is an international pariah. Since 2008, the U.S. has repeatedly added more Venezuelans to personal-sanctions lists; since 2019, U.S. citizens and companies have been forbidden to do any business there. Canada, the EU, and many of Venezuela’s South American neighbors maintain sanctions on the country. And yet Nicolás Maduro’s regime receives loans as well as oil investment from Russia and China. Turkey facilitates the illicit Venezuelan gold trade. Cuba has long provided security advisers, as well as security technology, to the country’s rulers. The international narcotics trade keeps individual members of the regime well supplied with designer shoes and handbags. Leopoldo López, a onetime star of the opposition now living in exile in Spain, has observed that although Maduro’s opponents have received some foreign assistance, it’s “nothing comparable with what Maduro has received.”