Showing posts with label ilim. Show all posts
Showing posts with label ilim. Show all posts

Wednesday, March 27, 2019

GERÇEK ÂLİM


Günümüzde hâlâ ulema geleneği devam etse ve kısmen önemini korusa da, bunun beşinci asırdan sonra alanının daraldığı da bir gerçektir. Yeryüzünde gün bitiminde ışığın karanlığa yenik düşmesi ve bir süre sonra karanlığın hâkim olması gibi, gün geçtikçe ilmî çalışmalar da canlılığını yitirmeye ve azalmaya başlamıştır. İlk beş asırdaki ilmî faaliyetlerde görülen dinamizm, daha sonraki devirlerde yavaş yavaş etkisini kaybetmiştir.
Medreselerin, fen bilimlerini faydasız görerek kapı dışarı atmaları ve aynı zamanda İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatından da uzaklaşmaları ise bizim için tam bir felâket olmuştur. Hâlbuki Müslümanlığı kalbî-bedenî ve dünyevî-uhrevî yanları itibarıyla hakiki manada temsil edenler, onu kalbî ve ruhî hayat seviyesinde yaşayabilenlerdir. Maalesef bir dönemden sonra medreseler sadece sarf, nahiv, meânî, beyan, bediî ve belâgat gibi dil ilimleriyle, az miktarda fıkıh, tefsir, kelâm ve hadis ilimlerinin okutulduğu mekânlar hâline gelmiştir. Âlimlerin vazifesi sadece ders okutmaktan ve insanlara vaaz u nasihat etmekten ibaret görülmüş, İslâm’ın ruhî hayatı tekye ve zaviyelere mahkûm edilmiş ve teşriî emirler de tekvinî emirlerden koparılmıştır.
Bir hakikatin üç yüzünü temsil eden medrese, mektep ve tekyenin birbirinden koparılmasıyla, bunlar arasındaki vifak ve ittifak da bozulmuştur. Burada yaşanan ihtilaf ve iftirak ise Allah’ın yardım ve tevfikinin kesilmesine sebep olmuştur. Zira nasıl ki insanlar arasındaki vifak ve ittifak Allah’ın insanları muvaffak kılması için en doğru bir davetçi ise, aynen öyle de İslâm’ın ruhî hayatı, pozitif ilimler ve dinî ilimlerin birbirinden koparılıp ayrı düşürülmesi ve bunların ayrı ayrı güzergâhlar takip etmeye başlamaları da Yüce Allah’ın tevfikinin kesilmesine sebebiyet vermiştir.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere günümüzde hakikatin bu üç yüzünü aynı anda temsil eden insan kalmadığından, gerçek ilim insanlarının bulunduğunu söylemek de zordur. Âlim olarak görülen insanların bazısı sadece pozitif ilimleri biliyor ve dolayısıyla natüralizme açık duruyor; bazıları sadece medrese ilimleriyle meşgul oluyor; bazısı da tekye ve tarikatlarda İslâm’ın ruhî hayatını temsil etmeye çalışıyor. Bu itibarla da belki bunların hepsi bir şeyler biliyor ama herkes her şeyi bilmiyor. Bu da bize günümüzde hakiki ulema hasreti yaşatıyor. Bu koordinasyonun yeniden sağlanması gerekiyor. Bu üç kesimin yan yana gelmesi, omuz omuza vermesi ve ortak bir akıl oluşturmaları inşâallah Müslümanların ikinci Rönesansı olacaktır.

Friday, December 14, 2018

Batı'da Entellektüel Kalmadı

Bir durum tespiti olarak şu hususun altını çizmekte yarar var: Batı’da entelektüel kalmadı; dünya yeni bir döneme adım atarken geçmiştekine benzer “kurucu zihin” ortaya çıkmıyor, kurucu zihinlerin mirası üzerinden gidenler de yavaş yavaş tarih sahnesinden çekiliyor. Şu anda Batı düşünce hayatına siyasetine, maddi ve iktisadi evrenine yön verenler, sosyal bilimciler, politikacılar, uzmanlar ve stratejistlerdir. Fonksiyonel değerleri inkar edilmese de, bu zümre içinde yer alanlar entelektüel sıfatını almaya hak kazanmazlar.
Teknoloji, ekonomi, strateji ve politika, yeryüzü ölçeğinde hayatı giderek yoksullaştırmakta, acımasızlaştırmaktadır. Sosyal bilimcilerden filozof veya yüksek düzeyde fikir adamı çıkmaz; sosyal bilimlerin suyunun derinliği bir karışlıktır, bilimlerin sularında sadece ayaklarınızı ıslatırsınız. Entelektüel, okyanusun derin sularına dalar, derinliklerde hikmet incileri arar. Söz konusu dört düzeyde -teknoloji, ekonomi, strateji ve politika- tabiat tüketiliyor, istifçilik gelişiyor, bedenin organizmaya ait istekleri öne çıkıyor. Tabii bunun arkasından da pragmatizmin ve başarı tutkusunun tetiklediği, hegemonik bir kültür yeryüzününün genelini istila ediyor.
Zamanımızda sanat, edebiyat ve felsefe alanında inanılmaz bir zaaf söz konusu. Kurtarıcı paradigmayı inşa etme gücünde olan din, deizm ve nihilizmle atbaşı giden sekülerleşmenin etkisinde özelleşiyor, marjinalleşiyor ve izafi alana çekilmek zorunda bırakılıyor. Din adına hüküm süren iktidarlar dini sekülerleştiriyor. Bu sebepten sürecin anavatanı Batı olduğundan entelektüel çıkmıyor. İyi bir entelektüel ancak dinin evreninde mümkün hayat bulabilir. Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm de entelektüel çıkarabilir, fakat en iyi ve en kâmil anlamdaki entelektüel örnekler sadece İslam’a özeldir ve bu manada sadece İslam entelektüel çıkarabilir. Şu var ki, sahih entelektüel geçmişte olduğu gibi bugün de “zenginlerin (ulusal ve küresel kapitalistlerin) sofrasından ve sultanın sarayından uzak” sade, mütevazi ve çileli bir hayat tarzını seçmeyi göze almalı.
Ali Bulaç, alibulac.net

Tuesday, April 12, 2016

Kıble Evler 3

İlim ve medeniyetin gelişmesinde, müzâkerenin ve düşüncelerin birleşerek birbirlerini mayalayıp zenginleştirmesinin büyük yeri vardır. Bir meselenin müzakeresinde herkes mizacına, birikimine göre, bir tarafını görür. Bunlar müzakere ile ortaya konunca, herkeste yeni fikir kıvılcımları, uygulama şimşekleri çıkar; feyz dediğimiz ilmî, manevi bereketlenmeler hâsıl olur. İştirakçiler sadece bilgileri artmış, ufukları genişlemiş olarak değil, birbirlerine olan güven ve sevgileri de katmerlenmiş ve amel konusunda yeni bir şevkle donanmış olarak o cemaatten ayrılırlar.

Bu feyizlenme insanlık için o kadar önemlidir ki, bir kısım Batılı sosyologlar dünyanın kenarda kalıp farklı kültürlerle temas kurmamış olan milletlerin, medeniyet geliştiremediklerini, basit bir seviyede kaldıklarını söylerler. Buna Eskimoları, dış dünya ile temastan önceki hâlleri ile Japonları, Polonezleri vs. örnek gösterirler. Şu halde, eş-dostların, akrabaların, komşuların, meslektaşların kendi aralarında teşkil edecekleri nezîh, ilmî cemaatler, sohbetler ilmimizi, feyzimizi, Allah nezdindeki değerimizi artıracaktır.

Radyo, televizyon ve her köşe başında mantar gibi biten sağlıksız kahvehane ve eğlence yerlerinin insanları iyice ferdileştirip yalnızlaştırdığı günümüz şartlarında, üzerinde durduğumuz, küçük samimi dost guruplarına şiddetle ihtiyaç vardır.

Bu çeşit gruplara imkân sağlayan evler sayıca arttıkça ve hatta evlerimizin her biri, aile efradı ve yakınları için bu manada hizmetlere şuurla yöneldikçe, bir başka ifade ile, hususî evlerimiz, -ayet-i kerimenin emrine uygun şekilde- kıble kılındıkça, milletçe içine düştüğümüz atalet ve geriliklerden kurtuluşumuz kesinlik kazanacaktır.

Friday, April 1, 2016

Bıktırmamak

Evlerde yapılacak dost ve akrabalar arası irfan sohbetlerinin bıktırıcı bir kesafet ve çoklukta olmamasına dikkat edilmelidir. Bu nevi toplantılar çok fazla olursa, iştirakçileri bıkma ve usanmaya sevk edeceği gibi, faaliyeti yapanları, kendi evleriyle meşguliyette ihmale sevk eder; ikisi de zararlıdır. Nitekim İslam’a hizmet için fedakârâne çalışan nice hizmet erlerinin çocuklarında zaman zaman görülen eksiklikler dikkat çekmekte ve haklı dedikodulara sebep olmaktadır. Bu durumun, büyük ölçüde, metotta yer verilen gayr-ı İslâmîlikten kaynaklandığı kanaatindeyiz. Yani dışarıda koşarken ev ihmal ediliyor olmalı.

Bu noktada, halka umumi dersler veren İbn-i Abbâs’ın, İkrime’ye (radıyallahu anhumâ) yaptığı bir nasihati yeri gelmişken hatırlatmak isteriz: ‘İkrime rahimehullah anlatıyor: İbn-i Abbas (radıyallahu anhumâ) dedi ki: “İnsanlara haftada bir kere hadis konuş. Buna uymazsan iki kere olsun. Daha çok yapmak istersen üç olsun. Sakın halkı şu Kur’ân’dan usandırma! Halk kendi meselelerini konuşurken, senin onlara gelip sözlerini keserek, bir şeyler anlatıp onları bıktırdığını görmeyeceğim. Onlar konuşurken sus ve dinle. Onlar sana gelip ‘Konuş!’ diye talepte bulununca, istiyorlar demektir, o zaman konuşursun…”

Burada halkı irşat ve talimde dikkat edilmesi gereken bazı mühim edepler beyan edilmektedir:

1- Haftada birçok kere değil, en ziyade üç kere irşat etmek. Normali bir defadır. Sebebi de açıklanmaktadır: Usandırmamak.

2- İkinci bir husus, talip olmayan, istek izhar etmeyene de konuşup davette bulunmamak. Bazı âlimler buna mekruh demiştir.

3- Ayrıca hadis, insanların konuşmalarını keserek talimde bulunmayı da yasaklıyor. Âlimler buradan hareketle, “İlim, isteyene ve hırs gösterene öğretilmelidir.” demiştir. Öyleyse, ilmi neşredenler, önce öğrenmeye arzu uyandırıcı tedbirler almalı, arzuların uyanacağı fırsatları kollamalı, ondan sonra anlatmaya geçmelidir. Bu durumlar göz önüne alınmadan yapılacak irşat faaliyeti nefret uyandırır, akim kalır. Resûlullah’ın tebliğde önem verdiği düsturlardan birinin bu olduğunu, telkinden önce insanları almaya hazırladığını, onların alıcı durumlarını kollayıp fırsatları değerlendirdiğini bilmeliyiz.



Friday, January 22, 2016

Araştırmacı Dalgıç Gibi Olmalı


Gerçeği arayan (araştırmacı), dalgıç gibi olmalı; zamanın tesirlerinden sıyrılabilmeli; mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartmalı; her şeyin kaynağını bulmalıdır.

Zamanın hem düşünce hem de davranışlar üzerinde tesiri vardır; dolayısıyla bir söz, bir davranış, hattâ kişiler, içindeki yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar içinde değerlendirilmelidir. Eğer geçmişe, geçmişte yaşanmış bir hadiseye, geçmişte söylenmiş bir söze ve geçmişte yaşayıp gitmiş insanlara bugünün şartları ve ilmî seviyesi açısından bakarsak yanılır ve yanlış sonuçlara varırız. Her hadise, söz ve kişiyi bir yandan kendi şartlarında değerlendirirken, bir yandan da değerlendirmeyi yapan kişi, o zaman, mekân ve şartlara gidebilmelidir.

İkinci olarak, mübalâğa, tam görememe, eksik değerlendirme, bilgi noksanlığı, aktarma ve haber vermedeki yanlışlar, hattâ kelime ve tabirlerin zamanla manâ değiştirmesi, yeni manâlar yüklenmesi veya manâ kaybına uğraması, kültür farklılıkları gibi faktörler, bir şahıs, hadise, dönem veya yeri değerlendirmede yanlışa ve kusura yol açan daha başka sebeplerdir. Değerlendirmeye hisler, taraftarlık veya düşmanlık, ideolojik tercihler, şahsî menfaat veya grup menfaati gibi faktörler de girerse, bu defa yanlışlık daha da artar. Dolayısıyla, bir ehl-i tahkik, yani hakikati arayan ve ortaya çıkarmaya çalışan bir insan, dalgıç gibi olmalıdır. İlgili bütün boyutlarıyla hadisenin, zamanın, mekânın, konunun içine girmeli; içinde bulunduğu şartlardan, zaman ve mekândan ve bunların tesirlerinden sıyrılmalı; elde ettiği bütün bilgileri, verileri şahsî bütün temayüllerinden de sıyrılarak, hikmete dayanan mantığın terazisinde tartmalı ve araştırdığı her meseleyi kendi kaynağında araştırmalıdır.


Saturday, January 16, 2016

Dimağda İlmin Mertebeleri


Dimağda ilmin mertebeleri vardır ve bu mertebeler birbiriyle iç içe olup, çok defa birbirine karıştırılır.

Dimağda üretilen her şey, ilim değildir. İlim, dimağ ile birlikte kalbin ürünüdür ve kesinlik taşır. Dimağa gelen ve ilimle karıştırılan malûmat, ilim oluncaya kadar pek çok işlemlerden, mertebelerden ve imbiklerden geçer. Kalbin ışığında yol alan dimağda üretilen ilim insanı imana ve Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, Allah’a derin saygıya götürür ve götürmesi gerekir. Bir diğer ifadeyle, ilim ile iman birbiriyle özdeş görülebilir. Fakat örfî kullanımda, insanı harekete geçiren çok defa ilim değildir. Çünkü nice bilen vardır ki, bildiğini yaşamaz, tatbik etmez. Öyleyse, bunların bildiğine ilim değil, ilmin malzemesi olarak ‘malûmat’ demek gerekir.

İnsan, düşünme ve ilim üretme sürecinde önce hayal eder (tahayyül) veya çevreden bazı manzaraları alır, ya da beş duyusuyla hisseder. Sonra bunlardan bir suret oluşturur, yani bunlara zihninde bir biçim verir (tasavvur). Ardından, bu biçim veya şekil üzerinde sistemli olarak, etraflıca ve derin derin düşünür, muhakemede bulunur (taakkul, tefekkür, muhakeme). Neticede bir tasdike ulaşır; yani zihninde işleme tâbi tutulan malûmat veya mahsûsatın, duyularla elde edilen malzemenin tamamını ya da bir kısmını doğrular veya doğruya ulaştırır, doğru ile buluşturur (tasdik). Tasdikten sonra ‘iz’an’, yani kesin kanaat hâsıl olur. Kanaat, insanı benimsemeğe ve taraftarlığa sevkeder (iltizam). Nihayet ‘itikad’, yani bütünüyle bağlanma gelir. Aslında bu nihaî mertebe, bir bakıma ilmin kendisidir.

Zihinde malûmat veya çevreden alınan manzaralardan, teoriden, mahsûsattan elde edilen malzemeden ilme yürürken geçilen mertebelerin her biri bir hükme sebep olur. Her ne kadar insanlar zaman zaman hayallerine ilim süsü verseler de, sadece hayal, genellikle safsata doğurur. Tasavvurun da ilim ve gerçekle alâkası yoktur. Tasdik benimsemeye yol açarken, iz’an tutunmaya, alıp kabûl etmeye, iltizam, yani taraftarlık ise taassuba, fanatizme kaynaklık eder. Ancak itikad, yani doğruluğuna mutlak inanma ve sımsıkı bağlanmadır ki, artık kesin ve hiçbir şüpheyle sarsılmaz ilim ve inanç demektir.

Tuesday, December 22, 2015

Şuur


Hâricî intibalarla bir şeyler hissedip şuur dediğimiz şeye mukabil, bir de hariçten kat-ı alâka ile doğrudan doğruya nefsin kendinde bir şuur vardır ki, buna kendi kendini bilmek mânâsına vicdan diyoruz. Binaenaleyh şuur bir hâricî his olmasına rağmen, vicdan hâricî his yönü düşünülse de tamamen bir iç duyuştur. Bu duyuş sıcaklık, soğukluk gibi hâricî bir ihsasla şuurun hâsıl olmasına lüzum kalmadan doğrudan doğruya, kendi kendine bir şey hissedilmesidir ki, Bergson ve Pascal gibi 20. asrın büyük filozofları daha ziyade vicdanın bu tür duyuşlarına önem atfetmişlerdir. Ne var ki bunlar, entüisyon (intuition), hads veya sezi dedikleri hususları, inanmanın en önemli unsuru kabul ederek, âfâkî delillerle Kur’ân-ı Kerim gibi ilâhî kitaplara ve nebilerin beyanlarına bir bakıma kulak tıkamışlardır. Bu konudaki yanlışlık, vicdan ve ona ait bir kısım sezileri iman adına kâfi sebep saymalarındadır. Yoksa haddi zatında bu da diğer yol ve yöntemlerin yanında önemli bir rükün mahiyetindedir. Bundan anlaşılan şudur; şuur nasıl hâricî ihsaslar karşısında bir duyuş, bir hissediştir; öyle de, vicdan dahi hariçten kat-ı nazar nefsin kendi içinde bir hissedişi ve duyuşudur. Öyle ise bir bakıma vicdan, nefsin kendini bilmesi veya kendi varlığını anlaması demektir. Sözün hulâsası, şuurun şuuru vicdandır.

Şöyle ki, insan her an, gözü ile bir şey görür, kulağıyla bir şey duyar.. ve dış ihsaslarıyla algıladığı şeyler de olur; bunların hepsi zâhirîdir. Kalbin hissi ise daha ziyade bir hiss-i bâtındır. Hariçten gelen şeylerden müteessir olsa da, çok defa daha ziyade nereden geldiğini, nasıl olduğunu bilemediği ledünnî bir tesirin var olduğunu duyar. Bazen bu tür sübjektif duyuşlar sekr, istiğrak, kalak ve heyman hâllerinde ortaya çıkar. Bazen de bizim bu dış duyularımıza (havâss-ı hamsemize) gelip ilişen resimler (eşbah) olur ki yukarıda da işaret edildiği gibi teker teker bunların her birerlerini diğerleriyle münasebetlerinden kopuk ve ayrı ayrı olarak ele almaya şuur denmektedir. Bu türlü kopuk kopuk idrâkin de hâfızaya intikali söz konusudur ama bunlar kopuk kopuk birer idrâktirler. Meselenin içine akılla, tefekkürle girilmediği zaman işte bu parça parça şuurlar projeksiyondaki bir resme im’an-ı nazar etme gibi, onun dışına çıkmayan idrâkler olarak kalırlar. Esasen şuur böyle bir şeye hasr-ı nazar edip kalmaz da; nazarını ondan alır, öbürüne bakar. Fakat bu iki şey arasında münasebeti kuran, bir üçüncü hükme varan –ki esas hüküm de odur, o şuur değil– akıl veya ilimdir.

İnsanın göz kırpışları, bakışları, kavrayışları şuurla başlar. Akıl, bu şuurun taalluk sahasının ötesindedir. O, şuurun ortaya koyduğu levhaların özünü alır, tahlil ve terkiplerle bir kısım istidlallere varır ve neticesinde bunlardan hareketle bir kısım lazımlara, melzumlara gider. Mesala, sırtımıza gelip çarpan ve bizi ısıtan hararetin, behemahâl arkamızda bir hararet var olduğu hissini uyarması bir şuurdur. Gözümüze gelip çarpan bir şuaın, karşıda bir şuaın olduğu hissini bizde uyarması bir şuurdur. Ama bu şuurun ötesinde onun özünü alan göze bir şua çarptı, göz merceğinden içeri girdi, resimlendirmeler içeride yapıldı, fikre tembihte bulunuldu, beyin fakülteleri çalıştı ve biz resimleri, ışık dalgalarını, hüzmelerini gördük. İşte bütün bunları yapacak olan ise akıldır. Şuurun resimlendirdiği şeylerden öz olarak aldığı, tahlil ve terkipler yaptığı ve sonra bunlarla istidlaller yaparak, bir kısım lazım ve melzumlar arasında gelip giderek kurduğu bazı bağlar da vardır ki, bu saha tamamen aklın sahasıdır. “Işık göze nereden geliyor? Güneş’ten gelen şua bize nasıl ulaşıyor? Dalgalar hâlinde gelen şuaların keyfiyeti nasıldır? Farklı dalga boyları hâlinde gelen bu şualar göze nasıl giriyor? Göz merceğinin massetme (algılama) keyfiyeti nasıldır? İmtisas durumu nasıl oluyor? Burada bir ihtisas, bir ihsas vardır; bunların keyfiyeti neden ibarettir?” gibi hususları biz aklın sahası olarak kabul ediyoruz.

Avam ifadesiyle meseleyi ele alacak olursak şuur, bir kısım malumat, mahsüsât kırıntıları ortaya dökmesine karşılık, akıl, bu kırıntıları bir araya getirmek suretiyle terkipler yapıyor ve bunları yeniden çözmek, tahliller yapmak suretiyle yeni mânâlara ve mülâhazalara ulaşıyor. Aklın tarifi mevzuunda o kadar çok söz söylenmiştir ki, her hâlde şuurun verâsında, öylesine hâkim bir sahaya hâkimiyeti içerisinde aklın ele alınması belki lazımıyla, melzumuyla tariflerin en makûlu olur zannediyorum. Demek oluyor ki, akıl esasen, şuurun nispetlerini değerlendirmekle işe başlıyor. Şöyle ki, sperm ve yumurta bir araya geldiği zaman şuur, aşılanma oldu diyor. Akıl böyle bir aşılanmada spermin vazifelerini, yumurtanın vazifelerini araştırıyor; şuurun işi bıraktığı yerde, akıl alıyor o vazifeyi üzerine ve bir kısım terkiplerle yeni yeni neticelere ulaşmaya çalışıyor.

Diğer bir yaklaşımla şuur, insanın “ben” veya “ego” da denen nefsine uğrar; benlikte gelip geçici hüviyette bir çizgi bırakır. Onun bıraktığı bu çizgiler bir bakıma, artık şuurun alanı dışına çıkmıştır. Bellek de dedikleri “hıfz”da bunlar birer birer kaydedilir. Biz bu ameliyeyi yapan fakülteye “kuvve-i hâfıza” diyoruz. Şuurun her lemhası nefse uğradıktan sonra, kuvve-i hâfızada muhafaza edilir. Bu hıfz esasen zihnî bir kuvvetin eseridir. Bazen de şuurun lemhaları, aklın sermayesi olarak gelen değişik şe’n ve hususlar zaman aşımı veya onun üzerinden daha müessir şok hâdiselerin gelip geçmesi ya da şuurda derin bir çizgi bırakmaması gibi hâllerle, gayr-ı meş’ur (şuurun duyup hissedemediği) hâle gelir. Ancak hiçbir zaman bütün bütün kaybolmazlar. Yani bunlar bir şuuraltı müktesebat hâline gelir. Biz bunların bazılarını ne teakkul, ne tezekkür, ne tefekkür, ne de tahattur edebiliriz. Ne var ki, hayatımızda onların benzeri lemhalarla karşı karşıya geldiğimizde öyle bir hâdiseyi hatırlamasak da, şuuraltı müktesebat bütün vuzuhuyla ortaya çıkar.

Mesela siz, küçüklüğünüzde bir araba gürültüsünü müteakip bir belaya maruz kalmış ve sonra böyle bir hâdisenin vuku bulduğunu unutmuş olabilirsiniz; ancak her ne zaman böyle bir gürültü tarrakasını duyuverseniz aynı ürperti, aynı haşyet, aynı korku ile tir tir titremeye başlarsınız. Bu, oradaki şuuraltı çizgilerin insan ruhunda tesir icra etmesinin bir sonucudur. Bazen de bir kısım çağrışımlarla bu tür şuuraltılar ortaya çıkar ve biz bunlara tezekkür ve tahattur deriz. Yani “Unutmuştum hatırladım, birden tezekkür ettim.” deriz. Aslında bizim hayatımız hep bu türden şuuraltı ve şuurüstülerle doludur. Bu şuuraltı ve şuurüstü meselelerle insanın çağrışımlarını bulup, şuurunun içine girmek mümkündür. Psikiyatride ve Freud’un her zaman değişebilen nazariyeleri içinde belki değişmeyen bir mesele varsa, o da işte bu meseledir. Evet, onun iddiaları içinde de doğru olan hususlar vardır; doğru olmayan, onun her dediğini doğru sanmaktır.

**
İlim şuurun zirve noktasıdır.

Sunday, October 18, 2015

İlim ve Cihad


“Mü'minler toptan savaşa çıkmamalıdırlar. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler".

Kur'ân-ı Kerîm maddî ve mânevî üstünlüğün kaynağını ilim olarak tesbît edince, mü'minlerine ilim sâhasında câri mühim kanunları da göstermelidir. Yukarıdaki âyet böyle mühim bir prensibi tesbît eder. Zira ilimde aslolan terakki, devamlılığa bağlıdır. Yâni kişi her şeyden önce geçmişin ilmî terâkümünü iktisabla nefsinde cemedecek ve bu mevcut muktesebâta yeni bir şeyler ekleyecektir. Henüz iktisâb safhasında olan kimse "cihâd meşguliyeti" ile bölünecek olursa mâzinin ilmini nefsinde cemetme işini tamamlayamayacağı gibi terakkînin asıl sebebi olan yeni ilâvelere de hiç mi hiç yer veremez. Bu durumun bir cemiyet çapında temâdî edip gitmesi, ilmî durgunluk ve gerilemeye ve en sonunda da inkırâz ve çöküşe sebeb olur.

İslâm cemiyetinin böyle meş'ûm bir âkıbete düçar olmaması için Kur'ân-ı Kerîm yukarıdaki âyetiyle "ilim cemaatı"nın cihaddan alıkonmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) de: "Âlimin mürekkebi şehidin kanından üstündür"diyerek, cihâda katılmamakla âlimin de, cemiyetin de daha kârlı çıkacağını belirtmiştir.

Âlimler

Bir diğer âyet, Allah'tan hakkıyla korkanların âlimler olduğunu ifâde eder:
"Allah'ın kulları arasında O'ndan (hakkıyla) korkan âlimlerdir."

Bu âyetin evvelinde zikredilen yağmurun yağdırılması, arzın türlü nebâtâtla şenlendirilmesi, dağlarda renk renk yolların açılması, insan ve diğer hayvanların yaratılması gibi hususlar göz önüne alınınca, Allah'tan daha çok korkacağı belirtilen âlimle öncelikle tabiat ilimleriyle meşgul olan âlimler kastedildiği anlaşılır.



Friday, October 17, 2014

İlim-Dimağ-Mâlûmat


Dimağda üretilen her şey, ilim değildir. İlim, dimağ ile birlikte kalbin ürünüdür ve kesinlik taşır. Dimağa gelen ve ilimle karıştırılan malûmat, ilim oluncaya kadar pek çok işlemlerden, mertebelerden ve imbiklerden geçer. Kalbin ışığında yol alan dimağda üretilen ilim insanı imana ve Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, Allah’a derin saygıya götürür ve götürmesi gerekir. Bir diğer ifadeyle, ilim ile iman birbiriyle özdeş görülebilir. Fakat örfî kullanımda, insanı harekete geçiren çok defa ilim değildir. Çünkü nice bilen vardır ki, bildiğini yaşamaz, tatbik etmez. Öyleyse, bunların bildiğine ilim değil, ilmin malzemesi olarak ‘malûmat’ demek gerekir.