Showing posts with label İslam. Show all posts
Showing posts with label İslam. Show all posts

Saturday, June 11, 2022

DİN’İN KEMALİ VE İSLÂM’IN KIYAMET’E KADAR GEÇERLİLİĞİ



Daha önce de temas edildiği ve Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ve temsil ettiği İslâm, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin nihaî tecellilerine mazhar olup, bütün İlâhî hakikatleri nihaî sınırları veya sınırsızlıkları içinde bünyesinde taşır. Ayrıca, İlâhî İsimler’in bütün tecellileri ve bütün İlâhî hakikatler, onda tam bir denge halindedir. Bu, şu demektir:

 

İslâm, Kıyamet’e kadar her seviyede herkes için her şartta, her durumda, her zaman ve her mekânda geçerlidir ve İslâm, insanın ferdî ve içtimaî hayatı adına hiçbir şeyi eksik bırakmamış ve onun her meselesine cevap verecek düsturları bünyesine almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kıyamet’e kadar insanlığın fert ve toplumlar planında karşılaşacağı bütün meseleler ve onların cevapları, çözüm yolları, Kur’ân-ı Kerim’de tek tek zikredilmiştir. Hayır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu meselelerden bazılarını açıkça, bazılarını işareten, bazılarını ima yoluyla, bazılarını remzen, bazılarını da başka şekillerde zikrederken, bütün meselelere çözüm olabilecek düsturları vaz’etmiş, bu düsturlara dayalı olarak her meseleye nasıl cevap verileceği konusunda pek çok usule de zemin hazırlamış veya kapı açmıştır. Bu kapıdan giren büyük âlimler, bu zeminde meselâ Fıkıh’ta İçtihad, Kıyas, İcmâ, İstihsan, İstishab, Mesali-i Mürsele gibi prensipler ortaya koymuş, bunların yanısıra, meselâ İslâm Fıkıh geleneğinin son şaheserlerinden olan Mecelle’nin ilk 99 maddesi gibi, ‘kavaid-i külliye’, yani küllî, en kapsamlı kaideler adı altında kaideler vaz’etmişlerdir. Dolayısıyla, düşüncede, inançta, ferdî ve sosyal hayatın bütün şubelerinde İslâm’ın dışarıdan herhangi bir şey ödünç almasına ihtiyacı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” âyetiyle ifade buyurulmaktadır. İslâm’ın haricindeki dinler veya sistemlerle ilgili okumalardan ancak İslâm’ı anlamada faydalanılabilir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, İslâm’a ona ters olarak hariçten her ilave bid’at olarak değerlendirilmiş ve hadis-i şerifte “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” buyurulmuştur. Hz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim’ ve “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” sırrı ile, Şeriat-ı Garrâ’nın kaidelerini ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni îcatlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, eksik ve kusurlu görmek hissini veren bid’atları îcat etmek, dalâlettir, ateştir.”

 

Yalnız burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, bazı yanlış anlamalar ve vaktiyle bazı Müslümanların yanlış takdimleri neticesinde teknoloji veya ilmî keşifler Din’e zıt ve bid’at gibi gösterilmiş ve bundan dolayı İslâm, ilmî gelişmelere karşıymış gibi tenkit ve suçlamalara maruz kalmıştır. Böyle bir iddia da, böyle bir suçlama da, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamak manâsına gelir. Yerinde temas edildiği üzere, kâinat ve insan, Cenab-ı Allah’ın İrade ve Kudret sıfatları’ndan gelen ve Kelâm sıfatı’ndan kaynaklanan Kur’ân’ın bir başka malzemeyle yazılmış iki kitaptır. Dolayısıyla, Allah için olmak kaydıyla onları, yani kâinat ve insan kitaplarını çalışmak da, Kur’ân’ı okuyup incelemek ve anlamaya çalışmak gibi bir ibadettir denebilir. İnsanın yeryüzünde halife kılınmış olması da kâinatı incelemeyi ve tanımayı gerektirir ve bu sahada kendisine verilen kapasite ve ilimden dolayı melekler insanlığın temsilcisi olan Hz. Âdem önünde secdeye çağrılmıştır. Ayrıca, hayat ve kâinat, Cenab-ı Allah’ın Şeriat-ı Tekvîniye denilen kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân, kâinat ve insan kitaplarını okumayı teşvik, hattâ emir buyurur. Bunu İslâm’ın dışında zannetmek cehaletten ibaret olduğu gibi, kâinat ve insan mevzularında yapılan çalışmaları da bid’at telâkki etmek, yine İslâm’ı hem anlamamak, hem de sahasını daraltmak manâsına gelir.

 

Friday, March 4, 2022

İslam Dünyası'nda Fetva Sorunu

 


Bugün yeryüzünde yaşayan 2 milyara yakın Müslüman nüfusunun evet iman problemi vardır, ahlak problemi zirvelerdedir, Batı’lıların “fixed mindset” dedikleri donmuş bir zihniyet problemi had safhadadır ve tabii ki kurucu metinlere yaklaşım keyfiyeti açısından bilgi üretme ve düşünce sistematiğini oluşturan metodoloji problemi inkar edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bütün bunların üzerine koyabileceğiniz adeta yemeğe ekilen tuz biber misali bir fetva problemimiz de vardır.

**

Türkiye’nin iflah olmaz ve olması da yakın bir gelecekte mümkün görünmeyen siyasi hayatta yalancının yamacısı, hırsızın yandaşcısı durumunda diyebileceğim devlet şeyhülislamlarının, parti müftülerinin her türlü yanlışı din ile meşrulaştırmak için verdikleri fetvalar. Belki şöyle demek daha doğru, yapılan yanlışlıklara dini kılıf bulup meşrulaştırma değil aksine dinin bir emri gibi sunma. Müstakil bir yazı ister bu son cümlem ama ben devam edeyim.

İsim vermeye gerek yok sanıyorum. Alimlerin sultanı olma yerine sultanların alimi olmayı bile isteye tercih etmiş öyle insanlar türedi ki insan “Nereden çıktı bunlar Allah aşkına?” demekten kendini alamıyor. Eskiden ruhu kara, vicdanı kara, muhakemesi kara ve belki cüzdanı kara birkaç insan örnek olarak gösterilirken şimdilerde bunlara adı sanı sözünü ettiğim fetvalarla duyulan birçok insan eklendi maalesef. Eskiden “Hırsızlık yolsuzluk değildir, devletin âli menfaatleri için şahsın, grubun hukuku feda edilebilir, iktidara zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir, dövize endeksli faiz mevduatları faiz değil hibedir,” gibi ne dinin ne usul ve füruu, ne fıkhın kaide ve hükümleri ne İlahi iradenin maksadı ne de insanların maslahatları ile örtüşen fetvalar akla gelirken şimdilerde bunlara da evet deyip nice ilavelerde bulunan bir çok yeni isimler katıldı. İsterseniz, “Ziraat Bakası Kur Korumalı TL Katılma Hesabı İcazet Belgesi” diye piyasaya sunulan ve içeriği itibariyle modern fetva şekli denilen evrakın altındaki imzalara bakın, ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.

“Sadece Türkiye mi?” diye aklınıza bir soru gelebilir burada. Elbette sadece Türkiye değil, İslam dünyasının her yeri için geçerli bu dediklerim. Ele alınan meseleler farklı olabilir ama değişmeyen gerçek dinin ruhu, insanların maslahatı ile örtüşmeyen fetva gerçeğidir. Hatta bunlar arasında öyleleri vardır ki bütün Müslümanlara dünyayı dar edecek boyutlara ulaşmıştır. Ayetullah Humeyni’nin Selman Rüşdi’nin katli, Yusuf Karadavi’nin intihar bombacılarına verdiği fetvaları hatırlayın. Taliban’ın yıktığı Buda heykelleri, 11 Eylül Amerika, 7 Temmuz Londra, 11 Mart Madrid saldırıları, IŞİD’in masum sivil insanları boğazlayarak öldürmesi ve alt alta sıralayabileceğimiz onlarca-yüzlerce vakıanın altında hep bu tür fetvalar vardır.

 Ahmet Kurucan, tr724 , Ocak 2022

Tuesday, December 29, 2020

Kur'ân'ın Tarih Üstü Oluşu vs Olaylar Üzerine İnen Kur'ân Ayetleri


 

İşin özü şudur; Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) 23 yıllık risalet hayatı boyunca öyle olaylar vukua gelmiştir ki Kur’ân aracılığıyla bu olaylar üzerinden doğrudan bir diyalektik kurulmuş, birçok dinî, insanî ve toplumsal sorun bu olayların bağlamları içerisinde çözüme bağlanmıştır.


Kur’ân âyetlerine genel bir bakış buraya kadar söylediğimiz şeyleri açıkça ortaya koyar. Kur’ân’da yer alan Bedir, Uhud ve Hendek savaşı ile alakalı nice anlatım, savaş esirlerine yapılacak muameleler, Hudeybiye anlaşması, Mekke fethi, Tebuk ve Mûte seferleri, köle ve cariye hukuku, savaşlarda namazın nasıl kılınacağı vb. onlarca hatta yüzlerce mesele hep bu tarihsel ve pratik toplumsal bağlama vurgu yapmaktadır. Meselâ Havle binti Sa’lebe, kocası Evs ibn Sâmit ile tartışmış ve gelip bu olayı Hz. Peygamber’e şikâyet etmiştir. Allah indirdiği âyet ile karı-koca arasındaki anlaşmazlığı çözmüştür.


İlâhî irade ile o toplumda yaşayan insanlar arasındaki diyalektik ilişki adına başka örnekler de verebiliriz. Nitekim Kur’ân doğrudan isim vererek Zeyd ibn Hârise’nin hanımı Zeynep’i boşaması ve Efendimiz ile nikâhının kıyılmasına yer veriyor sayfaları arasında. Ebû Leheb ismen, karısı Ümmü Cemîl de “onun karısı” işaretiyle neredeyse sarahaten nazara verilerek Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) olan düşmanca tutumları deşifre edilip ilan ediliyor. Sözün özü, insandan, yaşanan gerçekliklerden, en genel manada toplumsal hayattan bağımsız bir Kur’ân tasavvur etmek mümkün değildir.


Pekâlâ, problem nedir? Problem, söz konusu âyetlerin Kur’ân’da yer alması değil, bizim Müslümanlar olarak bu âyetlere bakış açımız ve yaklaşım keyfiyetimizdir. En genel manasıyla Kur’ân tasavvurumuz, âyetlere verdiğimiz mana ve hayata taşıma şeklimizdir. Elbette İlâhî hitap olan Kur’ân’ın tarih üstü özelliği vardır. Zaten tarih üstü olma genel olarak tüm vahye dayalı dinler için –az çok farklı telakkiler olsa da– geçerli teolojik bir ilkedir fakat İlâhî hitabın/vahyin/kelâmın kelâmî ve teolojik hakikati ile tarih ve toplum içinde, bireysel hadiselerle doğrudan diyelaktik içindeki tecellisi ve bunların okuma, anlama ve değerlendirme biçimi arasında sağlıklı bir ilişki kurulamadığı ve her kesimi ikna edecek bir yorum geliştirilemediği için konu, Müslüman düşünürler arasında sık sık tartışma sebebi olmuştur. Hâlbuki teknik olarak üretilen fikrî mirasa yani klasik tefsir ve özellikle de usul-i fıkıh metinlerine baktığımızda sözünü ettiğimiz diyelaktik ilişkinin nasıl kurulduğunu görürüz. Bu klasiklerde öyle sanıldığı gibi Kur’ân’a her şeyiyle evrenseldir, tarih üstüdür, tarihsel hiçbir bağlamı olmayan, hiçbir bireysel olayı merkeze alarak müdahalede bulunmayan, nüzûl sebebi olmayan, toplumsal ve beşerî hiçbir illeti (hukukî gerekçesi) bulunmayan bir metafizik buyruk gibi genel teolojik bir yaklaşım sergilenmediğini biliyoruz.


Sözün geldiği bu noktada açıkça ifade edelim ki İlâhî kelâm elbette Cenabı Hakk’ın aşkın ve müteâl hakikatine uygun olarak anlaşılmak, müzakere edilmek ve yorumlanmak zorundadır ama fıkıh ve ahkâm boyutu –bahsini ettiğimiz ilim mirasımız içindeki klasiklerde görüldüğü gibi– tamamen ve son derece rasyonel, aklî, beşerî, hukukî ve siyasî bağlamlarla tartışılmaktadır. Zaten aksi bir durum olsaydı ne fıkıh ve tefsir ne de diğer yorumsal gelenekler ve ilimler ortaya çıkardı. Bu yorumsal ve fikrî gelenekler sözünü ettiğimiz İlâhî hitabı, tarihsel ve toplumsal diyelaktik bağlamları içerisinde ele alıp tartışmışlardır.


**

Kur’ân âyetlerinin tarih üstü mesaj taşıdığı şeklindeki temellendirmelerin kelâm, hadis, fıkıh ve usul ilimleri çerçevesinde yapıldığını biliyoruz. Başka bir ifadeyle bu disiplinler sözünü ettiğimiz temellendirme sürecine kendi yöntem ve ilkeleri ile katılarak geniş bir fikri zemin inşa etmişlerdir. Ne var ki bugün dâhil meseleye hâlâ son nokta konulmuş değildir. Bunu kısaca “Müslümanlardan, herkesi ikna ve tatmin edecek yorum ve sistematik düşünme yöntem ve usulleri ortaya çıkmış değildir.” şeklinde ifade edebiliriz. Dolayısıyla bazı âyetlere yönelik uluslararası camiada saldırıların olması ya da farklı çağrıların yapılmasının ardında yatan sebeplerden biri de budur.


Bunun en son örneğini Nisan 2018’de Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, üç eski başbakan ve Fransa Yahudi ve Hristiyan kuruluşlarının liderlerinin de yer aldığı yaklaşık 300 imzalı bir oluşumun (collectif) “Yahudilerin, Hıristiyanların ve kâfirlerin öldürülmesi ve cezalandırılması” âyetlerinin kaldırılması için çağrıda bulundukları bildiride gördük. Bu çağrının dinî ve kutsal bir metne karşı yapılan saygısızca ve yakışıksız bir çağrı olduğu düşünülebilir. Zira kutsal bir metne karşı bu tür çağrılar o metnin ontolojik hakikatini tartışmaya davet etmek anlamına gelir ki bu son derece sağlıksız, tahrik edici ve yanlış bir yöntemdir. Üzerinden beş bin yıl geçmiş gnostik ve hermetik metinlere bile bu kadar usturupsuz ve tahrik edici bir üslupla yaklaşamazsınız. Bugün hem o tür metinleri hem de kutsal kitapları yorumlamanın oturmuş, sistematik ve metodolojik gelenekleri vardır. Her metni kendi yorum geleneği içerisinden hareketle yeni durumlara, toplumsal ve tarihsel gelişmelere uyarlamak, tatbik etmek ya da diyaloğa sokmak daha salim ve sahih bir netice verir. Bir bakteri kolonisi bile nesline yönelik bir tehdit algıladığında hızlı bir üreme sürecine girerek hayatta kalma mücadelesi verir. Dindarlar için vahiy, yalnızca bir inanç ve yaşama biçimi değildir; aksine o hayatlarının tüm anlamlarını belirler. O yüzden kutsal bir metin üzerinde ontolojik soruna yol açabilecek bu tür çağrılar inançlı kitleleri tahrik eder nitekim etmiştir de. Bu açıdan hem siyasîler hem uluslararası stratejistler hem de düşünürler böylesi mevzularda son derece temkinle ve mesuliyetle hareket etmelidirler. Aksi halde çözüme müspet katkıları olmadığı gibi, iyi niyetli okuma ve yorumların önünü de bloke etmiş olurlar. Hiçbir çağrı dışarıdan geldiği sürece içeride kılcallarda bir yansıma meydana getirmez. Bu nedenle Müslüman düşünürlere bugün daha çok mesuliyet düşmektedir.


Bunun yanında artık iletişim çağındayız. Her tür bilgi kirliliği, tahrik ve manipülatif beyanlar dünya genelinde süratle yayılmaktadır. Radikal örgütlerin beslenme kaynaklarının başında bu tür uluslararası tehdit savurularının geldiği herkesin malumudur. Oysa İslâm tarihinin kendi iç tecrübelerinden örnekler göstermektedir ki bu tür âyetleri, bugün radikal biçimde okuyan grupların fikrî ve geleneksel referansları o kadar güçlü değildir. Tam aksine İslâm devletlerinin en güçlü olduğu devir ve çağlarda bile söz konusu âyetler, bu radikal grupların anladığı ve algıladığı gibi uygulamaya sokulmamıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır. “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyetine bile bu gözle baksak hakikat bütün çıplaklığı ile ortada durmaktadır. Zira bu âyet, herhangi bir bağlamı ya da usul ilkesi göz önünde bulundurulmadan yorumlanmış olsaydı, İslâm tarihi yalnızca savaş ve öldürmeden ibaret bir tarih olarak sahnede var olurdu. Çünkü lafzî manasıyla âyet savaş kapsamı dışında da müşriklerin öldürülmesini emretmektedir. Oysa böyle bir şey tarihte asla vâki olmamıştır. Bu da göstermektedir ki “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyeti belli bir usul ve sistem içerisinde, diğer Kur’ân âyetleriyle birlikte ele alınıp yorumlanmıştır. Kur’ân’da “Öldürün!” formu beş yerde geçtiği halde tarih boyunca Müslümanlar, müşriklere karşı topyekûn bir savaş açmamışlardır. Üstelik “İnanmayanları öldürmek Kur’ân’da yer alan bir emir olduğuna göre onları öldürmeme her Müslümanı teker teker günahkâr yapar.” dememişlerdir. Eğer deselerdi, “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” âyetine mana veremezlerdi. Eğer deselerdi –hâşâ ve kellâ– Hz. Peygamber’i bu emre muhalefet eden baş günahkâr ilan etmeleri gerekirdi. Zira Efendimiz’in başkanlığını yaptığı Medine şehir site devletinde müşrikler de sözleşme temelinde Müslümanlarla birlikte yaşamışlardı.


**

Küçük bir grubun menfaatlerini ve şiddet eğilimlerini meşrulaştırmak ve tatmin etmek için onlarca âyetin hükmünü bloke etmekten dahi çekinmiyorlar. Mesela İŞİD terör örgütünün “seyf/kılıç âyeti” olarak bilinen Tevbe sûresinin 5. âyetinin, barışı emreden yüzlerce âyetin hükmünü ortadan kaldırdığını ilan etmeleri bu yaklaşıma verilebilecek en keskin ve net örnektir. Onlar böyle düşünüyor ve böyle inanıyorlar. Belki de ileri sürdükleri “nesih” yöntemini bir teori olarak bile algılamıyorlar, bunu ibadet neşvesi içinde Allah’ın açık bir emri ve beyanı olarak alıyorlar. Çünkü genellikle cihadcı yapıların Kur’ânî algıları herhangi bir fikrî sistematiği takip etmiyor. Arapların “hafiyyetu’n-nusûs” dedikleri aşırı şekilci ve lafızların yalnızca zahiri ve lügat anlamlarına abanan sığ, donuk, katı, hikmetten ve erdemden uzak bir kavrayıştır bu. Tarihin içine girmek, ders ve ibret almak yerine, tarihsel çinilerden fırlamış ve hortlamış heykeller gibi katı ve duygusuz bir insan profiline vücut veriyorlar. Bu yüzden savaş ve şiddetle beslenen insan kasaplarını ve vicdanlarını tamamen yitirmiş terminatörleri yetiştiriyorlar. Cephe yaşamlarında da yalnızca Kur’ân okuyup vakitlerinin çoğunu dövüş ve savaş filmi seyrederek geçiren gerilla yaşamını esas alıyorlar. Böyle bir yaşam içinde felsefe ve hikmet barınmaz. Böylelerinin elinde Kur’ân sadece el altında taşınan bir ant ve yemin kitabıdır. Bu kitle ellerini Kur’ân üzerine koyarak ölmeye, öldürmeye, yok etmeye ve yıkmaya ant içmiş bir gruptur. Cihad ve kıtâl âyetleri de onlar için adeta bir can simidi mesabesindedir.


Bu tarz bir nesih teorisi elbette onlar için bir izah tarzı, okuma ve yorumlama biçimi, zihin ve gönül rahatlığı, ondan öte pratik bir mücadeleyi örgütleyen bir manifesto görevi görüyordur kuşkusuz. Fakat bu tarz, Kur’ân’ın genel makâsıdından, tarihsel bağlamından ve diğer âyetlerle olan münasebetlerinden tecrid edilmiş lafzî ve şekli yorumlar, onlar ve Müslümanlar adına daha büyük çelişkileri ve daha büyük sorunları açığa çıkarmaktadır. Zira tutundukları nesih teorisi bile yüz yüze kaldıkları çelişki ve sorunları çözmeye yetmez. Nitekim bunun farkına varanlar, bu çelişki ve yorum sorunlarını aşmak için takyîd, tahsîs, ta’lîk, tercîh hatta makâsıd vb. kavramlarla çıkış yolu aramaya çalışmışlardır. Hâlbuki bunlar Allah’ın 610-632 yılları arasındaki tarihe ilk elden müdahalesi olarak ele alınsa, bağlamları katiyen nazardan dûr edilmese, gâî yorum veya makâsıd dediğimiz çizgiye daha fazla ağırlık verilse ve yorumlar bu eksen üzerinde yapılsa İlahi mesaj nüzûl gayesine daha çok hizmet eder diye düşünüyorum. Nitekim zahirî zihniyetin karşısında yerini alan ulemâ da bunu yapmıştır tarih boyunca. Yukarıda ifade ettiğim gibi usul kitapları bu tartışmalarla doludur. Ama ne yazık ki bu derin ve zengin metodolojik yöntem ve tecrübeler yeterince işletilemediği için geniş kitleler arasında “halk İslâm’ı” dediğimiz sığ ve şeklî dindarlık hükümferma olmaktadır. Bu da işte sözünü ettiğimiz radikal grupların ekmeğine yağ sürmektedir.


**

Fetih hareketleriyle gelen coğrafi ve sosyo-kültürel genişlemeye kadar bu ilk tecrübeler, –daha sonraları gerekli olan kompleks ve karmaşık yorum metodolojilerine ve fikrî araçlara gerek duymadan– kendi sosyal pratiklerinde karşılaştıkları her nevi fikrî/amelî ihtiyaçları karşılıyordu. Çünkü Müslüman toplum da henüz o kadar karmaşık mesâile sahip değildi. Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sonraki ardıllarının söz ve uygulamaları ile yeni karşılaşılan durumlar arasında uzun ve ciddi bir fikrî çabayı gerektirecek kadar bir ayrışma ve farklılışma olmuyordu. Başka bir ifadeyle nüzûl dönemi ve hemen sonrasında hayat şartlarında değişim yavaş sürdüğü için gerek bizatihi Kur’ân âyetleri gerekse Efendimiz’in kavlî, fiilî ve takrîrî beyanları, davranış ve kabulleri, bu değişimi karşılamada, yeni yorumlara ihtiyaç bırakmayacak ölçüde yeterli olmuştur. Ama sonraki dönemler için değil. Hızla gelişen fetih hareketleri ile yabancı kültürlere, dinî, idarî ve yeni ahlâkî sistemlere açılan İslâm toplumu, artık o ilk ve sade formunu koruyabilecek reflekslerle yetinemezdi, yetinmedi de. Gelişme ve büyüme o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki nüzûl dönemi toplumu bambaşka ve devasa bir hilafet devletine dönüşüyordu.


Yeri gelmişken şunu da ifade etmeden geçmeyelim. Sanayi inkılabı ve onu takip eden dönemlerde yaşanan büyük ve köklü değişimlere kıyasla, İslâm toplumunda fetih hareketleriyle yaşanan değişim bir hiç mesabesindedir. Çünkü bu dönemin insanları bile sanayi devrimi ile gelen kültürel ve sosyal altüst oluşları öngörememişlerdir. Bu altüst oluşlardan sosyoloji ve iktisat gibi birkaç farklı bilim doğmuş ve bu ilim dallarının her biri modern sanayi toplumunun yol açtığı devasa problemleri ve değişimi anlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır. Aynen bunun gibi tedvin döneminde ortaya çıkan İslâmî disiplinlerin birçoğu, işte o geniş fetih hareketleriyle gelen sosyo-kültürel toplum formundaki değişimi anlamak, yorumlamak ve meşruiyetini tartışmak ya da sağlamak ekseninde yapılanmıştı. İslâm düşünürleri bu köklü değişimi bir derece öngörmüşlerdi. Özellikle farazî fıkıh alanında karşılaşılması muhtemel, akla gelebilecek soru ve sorunlarla baş edebilecek teorik bir metedolojinin temellerini dahi atmış ve kurmuşlardı.


Başka bir ifadeyle tedvin dönemi âlimleri karşılaşmış oldukları sorunları yalnızca fikhî bir formda tartışmış da değildir, diyebiliriz. İslâm’ın diğer fikrî gelenekleri de kendi disiplinleri açısından aynı şeyi yapmışlardır. Onlar adeta yekvücut olarak İslâm toplumunun yeni meseleler karşısındaki refleksini öngörmeye çalışmışlar ve her bir ilim dalı kendi kulvarında toplumun yeniden inşasına yardımcı olacak argümanlar ortaya koymuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) sonrası ilk üç asra damgasını vuran tedvin döneminde yapılan ilmî faaliyetlerin toplamı bunun delilidir. Nitekim bu dönemde yapılanan İslâm fikrî gelenekleri, onu takip eden sekiz-on asır boyunca Müslüman toplumların karşılaşacağı dinî, siyasî, idarî, ahlâkî ve sosyal bütün problemlerle nasıl baş edebileceğinin fikrî, felsefî ve metedolojik çerçevesini oluşturmuştur.


Diğer taraftan bu fikrî gelenekler Müslüman toplumların reflekslerini yönlendirmede ve biçimlendirmede etkin bir rol üstlenmiş olsa da yeni meseleler karşısında her zaman tüm ihtiyacı karşıladıkları da söylenemezdi. Nitekim çok erken bir dönemde içtihadî faaliyetlerde aksamalar görüldüğü tarihsel bir gerçektir. Yani tüm uzun ve katı düşünsel geleneklerde olduğu ve yaşandığı gibi İslâm düşünsel geleneklerinde de tıkanmalar ve sorunlar yaşandı.


Hâsılı, erken dönemlerdeki İslam toplumları modern dönemlerde olduğu kadarıyla hızlı ve köklü dönüşümlere maruz kalmadılar. Dolayısıyla tedvin döneminde üretilen fikrî geleneklerin ve metedolojilerin yardımıyla yeni durumlar ve sorunlarla baş etmeye çalıştılar ve üstesinden de geldiler. Sorunlar giderek karmaşık hale gelip daha kompleks toplum formları ortaya çıkmaya başlasa da bu geleneksel metedolojik kalıplar uzun asırlar Müslüman toplumların dinî, ahlâkî ve sosyo-kültürel reflekslerini koordine etmeye yaradı. Başka bir ifadeyle zaman yine de sakin akıyordu. Bu yüzden değişim ve dönüşümün günümüzün aksine yıllar hatta asırlar aldığı o dönemlerde yaşanılan sorunlara âyetler ve hadisler zahirî manalarıyla dahi büyük oranda birebir çözüm üretiyordu. Bunun yeterli olmadığı yerlerde de ulema devreye girerek, kurdukları metolojik yorum ve içtihad yöntemleriyle yeni çözümler üretmeye çalışıyordu.


Erken dönem İslâm toplumunda yeni durumlar, toplumsal, kültürel ve yaşamsal gelişmeler karşısında iki farklı tavır ortaya çıktı; ehl-i hadis ve ehl-i re’y. Ehl-i hadis, Kur’ân ve hadis nasslarının yalnızca zahirî delâletlerini esas kabul edip, yeni gelişmeler ve durumlar karşısında daha muhafazakâr bir tutum sergilemeyi kendi dindarlık telakkileri açısından daha doğru ve daha güvenli gördü. Sadece metne bağımlı bir dindarlık sâikiyle hareket ederek hayatta boy gösteren ehl-i hadis, zamanla ekolleşti ama orada durmadı, duramadı. İlerleyen zaman dilimlerinde yeni durum ve gelişmeler karşısında tepkisel tutum alan bir geleneğe dönüştü.


Ehl-i re’y adını verdiğimiz ikinci grup ise daha çok Kûfe çevresinde ilmî ve içtihadî faaliyetler göstererek ortaya çıktı. Bu ekol daha ilk adımını atarken, nasslar ile sosyal çevre ve değişim arasında bir korelasyon kurdu. Metodolojisini de bu değişimi okuyup belli bir yoruma bağlayacak şekilde vaz’ etti. Zamanla diğer düşünce ekollerini de etkiledi. Hanefî mezhebinin ilk kurucu üstatlarıyla özdeşleşecek olan akıl ve içtihad ilkesini onların da metodolojilerine dâhil etmelerine katkı sağladı. Öyle ki aklın daha işlerlik kazandığı bu re’y, içtihad, maslahat ve makâsıd fıkhı zamanla daha da gelişerek

hem fıkhî faaliyetlerin hem de bazı itikadî mesâilin temelini oluşturdu.


Özetle, geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey şudur; ehl-i re’y dediğimiz sınıf içinde fıkhî alanda Hanefî ve Mâlikîler, itikadî sahada ise Mâturîdîler ve Mu’tezililer yerini almış ve bunlar içtihadî faaliyetlerinde aklı daha işlevsel kılmışlardır. Ehl-i hadis grubunda yer alan Şâfiîler, Hanbelîler ve Eş’arîler ise zahirî yaklaşımlara ağırlık vermişlerdir. Ehl-i re’y yeni gelişmeler karşında mevcut nassların zahirî anlam ve lafzî delâletlerinin yeterli olmayacağını görmüş, akla daha geniş kapılar açarak onu işlevsel kılmış; ehl-i hadis ise tam aksine yeni gelişmeler karşışında yeni yorum ve içtihadî tepkiler geliştirmek yerine mevcut nassların zahirî delâlet ve kapsamıyla sınırlı bir çözüme odaklanmışlardır.





Barış Esastır - Kurucu Metinlerde Cihad Tasnifi

 


Klasik dönem kurucu metinler üzerinde öteden beri ilmî ve akademik çalışmalar sürmekte, yoğun entelektüel tartışmalar yaşanmaktadır. Bununla birlikte bu çalışma ve tartışmaların hem faydasından hem de kafa karıştırıcılığından söz edilebilir. Çünkü yaşanan siyasî ve sosyal-kültürel konjonktür sık sık değiştiğinden yeni gelişmelere ve tartışmalara da yol açmaktadır. Ne var ki bu hızlı değişim ile konu üzerindeki akademik ve entelektüel çalışmalar her zaman örtüşmemektedir. Bu da kaçınılmaz olarak yeni tartışmalara ve kafa karışıklıklarına neden olmaktadır. Terör ve şiddet, toplumların kronik bir gerçeğidir. Bunu şu ya da bu sebebe bağlayalım fakat bu gerçekle yaşamaktayız ve yıkıcı sonuçlarına çözüm bulabilmek için de dinî, siyasî, kültürel ve uluslararası akademik toplantılar, seminerler, sempozyumlar ve siyasî anlaşmalar yapmaktayız. Çok fazla maddî ve manevî bedel ödüyoruz. Yani ilmî ve akademik çalışmalar sürse de bu konjonktürel gerçeklik sürdüğü müddetçe çalışmaların rengi ve seyri de değişeceğe benziyor.


**


Cihad tasnifini hatırlatmak isterim.


Birincisi, “büyük ve küçük cihad” tasnifidir. Bu tasnifin kaynağı, –rivayet kriterleri açısından tartışmalı olsa da– Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen bir hadis rivayetidir1. Buna göre göğüs göğüse savaş meydanlarında düşmanla fiilî olarak yapılan askerî savaş “küçük cihad” olarak tanımlanmıştır. “Büyük cihad” ise insanın en büyük düşmanı olarak tanımlanan nefsi ile verdiği mücadelenin adıdır. Söz konusu rivayet zayıf olsa da bunu destekleyecek başka hadisler bulmak mümkündür. Mesela “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir.” hadisi buna bir örnektir.


Hadisçiler ve tasavvuf erbabı başta olmak üzere âlimlerin farklı kritik ve değerlendirmelerine konu olmuş rivayetlere dayandırılan bu tasnif, hakikat ve gerçekle örtüşmesine bağlı olarak tarih boyunca en çok kabul gören tasniflerin başıda gelir.


İkincisi, “ilmî, sosyal, askerî ve nefisle mücadele” gibi dört ayrı alanda yapılan tasniftir. Yoğun entelektüel ve fikrî çaba sarf etmeyi esas alan tanım “ilmî”; yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik, fakir ve yoksullara sahip çıkma, iyi ilişkiler geliştirme, kötülüğün yayılmasını önlemek gibi toplum yararını merkeze alan her tür gayret, tedbir ve çabayı esas alan tanım “sosyal”; diplomatik münasebetlerle karşılıklı barış içinde yaşamanın hiçbir imkânı kalmadığı ve karşı bir devletin düşmanca saldırısı ya da fiilî bir savaşı gerektirecek güç kullanımının sergilendiği durumlarda son çare olarak başvurulan her tür fiilî tedbir “askeri”; manevî ve ahlâkî anlamda kişisel gelişimi, psikolojik dönüşümü, kemali, terbiye ve tezkiyeyi merkeze alan sistematik ve oldukça da özel bir çaba “nefisle mücadele” kapsamında tanımlanır ve bunların hepsine “cihad” adı verilir.


Üçüncüsü, büyük Hanefi âlimi Kâsânî başta olmak üzere birçok farklı mezhebe mensup âlime ait olan kalp, dil, el ve kılıçla cihad şeklinde yapılan tasniftir. İnsanın şeytan ve nefisle mücadelesi kalp; insanları iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma dil; mevcut kötülükleri önleme el ve düşmanlarla savaşma kılıç ile yapılan cihad olarak ele alınır. Hemen ilave edelim ki kötülükleri önleme devletin yetki alanı içindedir ve devlet bunu güvenlik güçleri ve hukuk aracılığı ile yerine getirir. Aksi halde ihkâk-ı hak devreye girer. İhkâk-ı hak, şahısların kendi haklarını kendilerinin sağlamaya çalışması demektir. Bu ise toplumda düzenin değil kaosun sebebi olur.







Sunday, September 20, 2020

Siyer Felsefesi

 


Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.


Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim. 

Tuesday, July 21, 2020

Muhammad by Juan Cole


He repeatedly sued for peace with a bellicose Mecca, but when that failed he organized Medina for self-defense in the face of a determined pagan foe. The Qur’an insists that aggressive warfare is wrong and that if the enemy seeks an armistice, Muslims are bound to accept the entreaty. This disallowing of aggressive war and search for a resolution even in the midst of violent conflict justifies the title “prophet of peace,” even if Muhammad was occasionally forced into a defensive campaign. The Qur’an contains a doctrine of just war but not of holy war and does not use the word jihad with that latter connotation. It views war as an unfortunate necessity when innocents, and the freedom of conscience, are threatened. It strictly forbids vigilantism and equates premeditated killing of noncombatants with genocide, paraphrasing in this regard Jewish commentaries on the Bible in the Jerusalem Talmud.
**
The Qur’an, read judiciously alongside later histories, suggests that during Muhammad’s lifetime, Islam spread peacefully in the major cities of Western Arabia. The soft power of the Qur’an’s spiritual message has typically been underestimated in most treatments of this period. The image of Muhammad and very early Islam that emerges from a careful reading of the Qur’an on peace-related themes contradicts not only widely held Western views but even much of the later Muslim historiographical tradition. This finding should come as no surprise. Life in medieval feudal societies did not encourage pacific theologies, and Muslims in later empires lost touch with the realities of the early seventh century. What if we read Jesus’s life and thought only through the lens of Pope Urban II, who launched the sanguinary Crusades in the Holy Land with the cry, “God wills it!”

Monday, May 4, 2020

Hadislerle İslam Cilt 3: İhsan

“Kişinin değeri, işindeki ihsanıyla ölçülür.” (Hz. Ali)

**
İhsan, kişinin kulluk görevini yerine getirirken Allah"ın kendisini gördüğünü, davranışlarını gözetlediğini hissetmesidir. Bu şekilde ihsan ile hareket edenler, “Allah, her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden bile haberdardır.” duygularını taşıyacaklardır. İnsanlardan kimileri, sorumlu oldukları şeyleri sırf üzerlerinden sorumluluk gitsin diye yaparlar. Gerçek ihsana ulaşanlar ise yaptıkları her şeyi, Yüce Allah"ın kendilerini görüp murakabe ettiğinin farkında olarak samimi bir ruh ve ihlâsla yerine getirirler. “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” , “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah"ın bildiğini görmüyor musun?” gibi birçok âyette aynı şekilde Yüce Yaratıcı"nın murakabesi vurgulanmakta ve her şeyden haberdar olan, her zaman ve her yerde yapılanlara şahit olan Allah"a bilinçli bir şekilde ibadet edilmesi gereğine işaret edilmektedir. Nitekim Resûlullah da (sav) “ihsan”ı,“Allah"ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O"nu görmüyor olsan da O seni görmektedir.”  şeklinde tanımlayarak aynı gerekliliğe vurgu yapmaktadır.

**

Muhsinler her türlü iyi hasleti kendilerinde toplamak için çaba sarf eden, yaptıkları işleri de en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösteren kişilerdir. Çünkü en güzel olanı en güzel şekilde yapan Allah, aynı şekilde insanlardan da işlerini güzel yapanlara muhabbet besler, onlara sevgi ve merhametiyle muamele eder. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, “Allah"ım! Benim yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”  şeklinde dua etmiştir. Çünkü en güzel surette yaratılan insanın sorumluluklarını da en iyi şekilde yerine getirmesi sürekli ihsan ile karşılaşması için gereklidir.

**

Borç alıp verme, aile içi haklar ve boşanma gibi durumlarda da ilişkilerin adaletin ötesinde yani ihsan düzeyinde olması istenmiştir. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Bir adamın Peygamber Efendimizden genç bir deve alacağı vardı. Bu zât Peygamber Efendimize gelerek alacağını istedi. Hz. Peygamber de, "Bu adama devesini verin." buyurdu. Sahâbîler onun alacağına denk bir deve aradılarsa da bulamadılar. Ancak ondan daha değerli bir deve bulabildiler. Peygamber Efendimiz, "(Bulabildiğinizi) ona verin." buyurdu. Bunun üzerine bedevî, "Benim borcumu tastamam verdin, Allah da senin mükâfatını tastamam versin." dedi. Ardından Resûlullah da (sav), "Sizin en hayırlınız, borcunu ihsan ile (en güzel şekilde) ödeyeninizdir." buyurdu.” Bu şekilde de kişinin herhangi bir şarta bağlı olmaksızın borcundan fazlasını vermek suretiyle ihsanda bulunabileceği anlaşılmaktadır.

Thursday, April 23, 2020

Nefsin Terbiyesi Adına Orucun Kazandırdıkları



Eskilerin ifadesiyle, تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكاَتِ “Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek insanları öldürür, helâk eder.” Biraz da görenek tiryakiliği ile çeşit çeşit yiyip içmeye alışan bir insanın gerektiğinde bunlardan vazgeçmesi zordur. Oysa bir mü’min, nefsini en ağır şartlarda yaşamaya alıştırmalıdır. İşte insanın, oruç vesilesiyle, nefsin alıştığı âdet ve alışkanlıkları terk etmesi ve bir mânâda bağımsız yaşamaya alışması mümkündür. Açlığa ve susuzluğa alışan biri, zorunlu olarak böyle bir şeye maruz kaldığında sabredip dayanmasını da bilir.

**

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade ne bir direnme ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.

İnsanın geçip gittiği yollarda yığın yığın günah vardır ve bunlar birer kobra gibi onu gözetlemektedir. Birinden kurtulması mümkün olsa bile diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli zordur. Polat gibi sağlam bir irade gerektir ki bu yollar aşılabilsin.
İşte bu tehlikeye karşı oruç, bir kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini korur ve ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ البَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ، وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye güç yetirebilen evlensin. Güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Zira oruç, (günahlardan koruyan) bir kalkandır.”

Oruç bir alıştırmadır; kişide cismanî arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan, oruçlu olduğu zamanlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olabildiği gibi, kazandığı dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bunu yapabilir. Zira oruç, sadece midenin aç bırakılması demek değildir. Aksine o, mideyle birlikte bütün duygulara; göze, kulağa, akla, kalbe, hayale ve sair cihazat-ı insaniyeye de oruç tutturmak, onları günahlardan, mâlâyani şeylerden çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde oruç tutan bir insan helâl yörüngeli bir hayat yaşıyor demektir.

**
Nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yoludur oruç. Zira midenin sürekli dolu olması, vücudun bütün organlarını en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu durum, nefsin arzu ve isteklerinin önünü açar. Bir bakarsınız insan, diline hâkim olup da mahzurlu şeyleri konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bu yüzden prensip kararı almalı; mesela dil, tilavet-i Kur’ân, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edilerek yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkonulmalıdır.

**
Kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek yolu ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamaktır. Oruç, bu fonksiyonu eda etmesi bakımından herkes için şayan-ı tavsiye en önemli reçetedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:

مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ لِلَّهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse bilsin ki onun yeme-içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.''

**

“Her insanın zinadan bir payı vardır ve bundan kurtulması pek zordur. Gözün zinası (harama) bakmak, dilin zinası (haram) konuşmaktır. Nefis buna can atar. Organları ise onun bu isteğini ya kabul eder ya da reddeder.”

Maalesef günümüzde bu tür günahlar çok yaygındır. Hâlbuki günah her yönüyle, her hâliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Günahlara karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düstur ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece günah girdabına kapılmayacak, günah selleriyle sürüklenip yok olmayacaklardır. Fakat İslâm’ın esaslarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu günah sellerine kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir.

**
Bir insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka-basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yiyip içse, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira orucun önemli hedeflerinden biri de şehveti kırmaktır. Hâlbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, onun güçlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan bu mânâda bir fayda görmesi imkânsızdır. Haddizatında insan, normal vakitlerde de yeme-içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az uyuma ve az konuşma değişmeyen İslâmî birer prensiptir.


Binaenaleyh iradenin hakkını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. 

**
Nefsi kontrol altına almanın uygulamalı metodu oruçtur. Bunun içindir ki o, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya ulaştıran yollardan biri sayılmıştır.

**
İnsanı ruhen terakki ettirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esastır. Hatta insanların bu mânâdaki olgunlaşmasında rehberlik rolü ile vazifelendirilen bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.

Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) Tevrat nazil olmaya başladığında o, kırk günlük orucunu tamamlamış bulunuyordu. İncil’in ilk âyetleri Hazreti İsa’ya nazil olduğunda kim bilir bu büyük peygamber kaç gündür oruçluydu. İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberlik verilmeden önceki günlerini hep oruçlu geçirmişti. O, Hira’da itikâfa girmiş gibiydi. Zaten vahiy de bir Ramazan gününde gelmeye başlamıştı. İtikâfın Ramazan ayında olması da nazara alınacak olursa, Efendimiz’in Hira’ya çekilişinin Ramazan ayına denk gelmesi cidden manidardır.

Evet, insanlarda çoğu zaman ruh bedenin, beden de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, bedenlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar.

**
Orucun ruh ve beden sağlığına faydaları hakkında bugüne kadar birçok söz söylenmiş, birçok makale ve kitap yazılmıştır. Az yemenin insan sağlığına faydası öteden beri bilinen ilmî bir gerçektir. Dolayısıyla bedene gerekli kalori ve enerjiyi sağlayacak besinleri almak şartı ile günün belirli öğünlerinde yemek yiyerek vakitsiz atıştırmalardan kaçınmak, mideyi yararlı-yararsız şeylerle tıka-basa doldurmaktan çok uzak durmak gerekir. İşte orucun insan vücuduna sağladığı en önemli faydalardan biri budur. Çünkü oruç tutan bir insan, gün boyu ağzına bir lokma dahi götüremeyeceği gibi iftarda da az bir yemekle yetinir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oruç konusundaki sünneti de bu yöndedir.




Wednesday, April 1, 2020

Religion to help resist inequality


Stereotypically, Westerners have seen Africa as ‘the continent without history’. The misrepresentation follows G W F Hegel’s 1830s dictum that Africa ‘is no historical part of the world’. The misconception continues to condition the way that international agencies approach their work in Africa. Africa’s problems are pressing and can have immediate, proximate solutions (developed by external agencies, with international funding). But, of course, this approach merely replicates the idea of Africa as without history, of a continent that requires saving from the outside: by well-meaning abolitionists and missionaries in the 19th century, and by internationalists in the 21st century. History compels us to look at the causes of things, including current problems; and many powerful internal and external actors involved in African society today would apparently prefer to avoid that consideration.
In order to understand many of the challenges of contemporary Africa, a historical framework is vital. The essentialness of history is evident in three key areas. Much of the contemporary political news about Africa discusses, first, the rise of jihād movements in Mali and northern Nigeria; second, the lack of a strong financial base for many of the things that are associated with modern states; and third, the problem of ‘failed states’ (the Central African Republic, Guinea-Bissau, Somalia). These topics are at the basis of many policy papers and research agendas related to Africa, most of which are developed without any deeper sense of the African past. A historical perspective changes the way these questions seem, and also what answers might be effective.
In the case of jihād in West Africa, it can be understood only as part of Islam’s history as a path of resistance to slavery and social inequalities in West Africa. Outside the continent, Boko Haram is the most well-known of these jihād movements. Its leaders are well aware of their historicity, and have often referred to the Sokoto Caliphate as their inspiration. One of the largest states in 19th-century Africa, this caliphate was established in what is now northern Nigeria following a jihād movement led in 1804 by a sheikh called Uthmān dān Fodio.
Sokoto rose in the Hausa states around the northern centres of Kano and Borno (now the heartland of Boko Haram). Its influence quickly spread through what is now Nigeria. The major empire of Oyò in the south fell in 1835, following an uprising led by slaves of nobles who had converted to Islam after a jihād led in northern Nigeria. With the collapse of Oyò, Lagos was poised to become one of Africa’s supercities. Meanwhile, many of the dispossessed were finding in Islam a religion to help resist inequality and the rising power of capitalism. As inequalities had grown, so had more and more people converted, drawing on the power of Islam to fight back against austerity. It drove the uprisings in both northern and southern Nigeria, and quickly spread as far afield as what is now Mali and The Gambia. The dynamic relationship between inequality and the role of jihād to oppose it continues, as Boko Haram attests. The facts suggest that, as both grow in the 21st century, diminishing the appeal of jihād requires addressing the prevalence of inequalities, probably on a global level.



by Toby Green, aeon

Friday, March 27, 2020

Hadislerle İslam Cilt 2: Azimetler ve Ruhsatlar



Peygamber Efendimiz, bir Ramazan gününde hazırlıklarını tamamlayıp ashâbı ile birlikte bir sefere çıkmıştı. Dayanılmaz bir çöl sıcağı vardı. Sıcaktan kavrulan toprak ayakları, güneş ise başları kavuruyordu. Resûlullah (sav) yolda ilerlerken sıcağın ve orucun etkisiyle ashâbının yorulduğunu görünce dinlenmeye çekilmelerini istedi. Yeteri kadar gölgelenebilecek ağaç olmadığı gibi, çadır kurmak için de vakit yoktu. İnsanlar gölgelenmek için buldukları ağaçların altına sığınmaya çalışıyorlardı. Bu arada Peygamberimiz insanların toplandığını gördü. Seslerin geldiği yere vardığında bazı kimselerin bir ağacın gölgesinde baygın hâlde yatan Ebû İsrâil isimli sahâbînin başında toplandıklarını, yüzüne su serperek onu serinletmeye, rahatlatmaya çalıştıklarını gördü. Peygamberimiz durumu öğrenmek maksadıyla, “Bu arkadaşınıza ne oldu?” diye sordu. Onlar, “Ey Allah"ın Resûlü, o oruçlu.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, “(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmak, fazilet değildir. Allah"ın size tanıdığı ruhsatı kullanın ve onu kabul edin.” buyurdu.
Allah"ın kullarını sorumlu tuttuğu çeşitli emirler ve yasaklar, helâller ve haramlar asıl hükümleri oluşturur ve bunlarla amel etmek “azimet” olarak anılır. Fakat bu hükümlerin uygulanması esnasında karşılaşılan zaruret, meşakkat ve ihtiyaç gibi ârizî durumlar sebebiyle bazı hükümlerde çeşitli kolaylıklar gösterilmiştir. İşte bu kolaylıklara da “ruhsat” adı verilir. Buna göre “azimetler” Allah"ın kulları üzerindeki hakkı, “ruhsatlar” ise kulların Allah"ın lütfundan aldıkları bir paydır. Ruhsatlar dini yaşamada bir gevşeklik değil, bilakis zorluk ve güçlüğün bulunduğu özel şartlarda dinin yaşanabilir olmasına imkân sağlayan özel ve geçici uygulamalardır. İnananlar öncelikle asıl yapmakla yükümlü oldukları hükümlerle yani azimetle amel ederler. Ancak güçlerini aşan bir zaruret, ihtiyaç ya da zorlukla karşılaştıklarında kendilerine verilen ruhsatlardan da istifade etmeleri gerektiğini bilirler. Bu nedenledir ki Cenâb-ı Hak, zorluk doğurabilecek bazı durumlarda bir çıkış yolu olarak ruhsatları da bildirmiştir. Örneğin Müslümanlara orucu farz kılmış, hastalık veya yolculuk durumunda orucun ertelenip daha sonra uygun bir zamanda kaza edilebileceği, buna imkân olmaması hâlinde de fidye verilebileceğini bildirerek güçlüğü ortadan kaldırmış ve “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez!” buyurmuştur. Yine, “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur...” buyrulmuştur. Bu bağlamda Allah Resûlü de savaş ve sefer hâlinde öğle ve ikindi namazlarını birlikte, akşam ve yatsı namazlarını da birlikte kılmıştır (cem" etmiştir).
Ancak Sevgili Peygamberimiz kimi zaman ruhsata uymak istemeyenleri de zorlamamıştır. Nitekim Hamza b. Amr el-Eslemî (ra), “Ey Allah"ın Resûlü! Yolculukta iken oruç tutabilecek gücü kendimde bulabiliyorum. Böyle yapmamda bir sakınca var mı?” diye sormuş, bunun üzerine Allah Resûlü (sav),“Bu, Allah"ın verdiği bir ruhsattır. Kim bunu alıp uygularsa güzel olur. Ama kim de oruç tutmak isterse bunu yapmasında bir sakınca yoktur.” buyurarak tercihi kişinin kendisine bırakmıştır.
Peygamber Efendimizin bu tutumunu bilen sahâbe de kendi durumuna uygun hareket ediyordu. Hatta bazı yolculuklarda Hz. Peygamber dışında sadece bir kişinin oruç tuttuğuna bile rastlanıyordu. Ancak aynı ortamda farklı uygulamalar içinde olan ashâb birbirlerini hoşgörüyle karşılamaktaydı. Ebû Sâid el-Hudrî anlatıyor: “Biz Peygamber (sav) ile beraber Ramazan ayında savaşa çıkardık. Aramızda oruç tutan da vardı tutmayan da. Oruç tutanlar tutmayanları, tutmayanlar da tutanları kınamazdı. (Ashâb) kendisini güçlü hissedip oruç tutanın da, zayıf hissedip tutmayanın da yaptığını hoş görürdü.” 
Sahâbe arasında, ruhsatlardan yararlanmayıp daha çok azimeti tercih eden hatta çok fazla ibadet yapmak isteyenler vardı. Bu özelliğiyle bilinen Abdullah b. Amr b. Âs, Peygamberimiz ile arasında geçen bir konuşmayı şöyle anlatmıştı: “Bir gün Allah Resûlü bana, "Ey Abdullah! Gündüz oruç tuttuğun, geceleri de ibadetle meşgul olduğun kulağıma geldi, gerçekten öyle mi?" diye sordu. Ben, "Evet, ey Allah"ın Resûlü!" diye cevapladım. Efendimiz, "Böyle yapma. Oruç tut, bazen de tutma! (Gece) namaz kıl, bazen de uyu! Çünkü vücudunun sende hakkı var, gözünün sende hakkı var, hanımının sende hakkı var, misafirinin sende hakkı var. Her ay üç gün oruç tutman yeterlidir. Çünkü işlediğin her iyilik için on kat sevap vardır. Bu da yılın tamamını oruçlu geçirmek anlamına gelir." buyurdu. Ancak ben ısrar ettim ve "Ey Allah"ın Resûlü! Benim gücüm kuvvetim yerinde, (daha fazlasını yapabilirim)." dedim. Bu defa o, "Öyleyse Allah"ın peygamberi Dâvûd"un (as) orucundan tut. Daha fazlasını yapma!" dedi. Ben, "Allah"ın peygamberi Dâvûd"un (as) orucu nasıldı?" diye sordum. Efendimiz, "Bir gün oruç tutup bir gün tutmamak suretiyle yılın yarısı(nı oruçlu geçirmek şeklindeydi)." diye cevapladı.”

**
Azimetler de, ruhsatlar da Yüce Allah"ın kullarının yararına vermiş olduğu hükümlerdir. Normal şartlarda azimetle amel eden Müslümanlar, yeri ve zamanı geldiğinde ruhsatlarla da amel edebileceklerini bilmelidirler. Bu ikisinden birini tercih ederken belki de ölçü, “zararın def edilmesi, menfaatin celp edilmesi” olacaktır. Azimetler de ruhsatlar da Rabbimizin verdiği ikramlardır. Rahmet Elçisi"nin ifade buyurduğu gibi, “Allah, yasakladıklarının yapılmasından nasıl hoşlanmıyorsa, tanıdığı ruhsatların kullanılmasından da öylece hoşnut olur.”