Showing posts with label Roma İmparatorluğu. Show all posts
Showing posts with label Roma İmparatorluğu. Show all posts

Sunday, September 23, 2018

Tarihin Sonu



Tarihin sonuna vardığını sanan ilk kişi Büyük İskender oldu. Doğu'yu ve Batı'yı fethederek ebedi ve nihai bir medeniyet yaratacaktı.

Ardından Cicero'nun tek dünya devleti fikriyle Roma İmparatorluğu çıka geldi.

Tüm dünyaya hükmeden, gücü sonsuz görünen Roma kendine "Civitas Eterna" dedi yani sonsuz devlet. Roma ve onun düzeni sonsuza dek sürecekti...

Sonra tarih sahnesine Osmanlı İmparatorluğu çıktı. Üç kıtaya hükmederken, rakipleri karşısında titrerken tıpkı o da Roma gibi kendine sonsuz dedi; "Devlet-i Ebed Müddet". Tanrının ve tarihin insanlığa sunduğu son Osmanlı'nın getireceği "nizam-ı âlem" idi.

Hegel'e göre tarih özgür toplumların oluşumuyla sona erecekti. Fransız Devrimi ise bu sonun başlangıcıydı. Ona göre bu "harika bir güneş doğuşu" idi.

Napolyon Bonapart 1806'da Jena Zaferi'ni kazanınca Hegel, Fransız Devrimi ilkelerinin dünyaya hakim olduğunu artık toplumsal ve politik başka bir alternatifin söz konusu olamayacağını ilan etti.

Tarih ilerlemeye devam ediyordu. Marx ve Engels bu ilerlemenin komünizm ile son bulacağını ileri sürdüler. Tarihsel materyalizme göre insanlık çeşitli dönemlerden geçtikten sonra komünizm ile çelişkisiz ve nihai bir düzene varacaktı.

Son olarak Amerikalı yeni-muhafazakarların gözdesi Fukuyama liberalizmi tarihin sonu ilan etti. Sosyalizm çökmüştü, liberalizm ve kapitalizm tüm rakiplerini alt etmişti. İnsan doğasına ve arzularına en uygun olduğunu iddia ettiği bu düzenin sonsuza kadar süreceğini ileri sürdü.

Oysa İbn-i Haldun çöküşün varolan düzenin sonsuza dek süreceği sanrısı ve kibirle başladığını söyler. Her “yegane ve nihai” olma iddiası aslında iddia sahibi gücün yükselişinin sonuna vardığının, artık çöküşün başladığının işaretidir.

İbn-i Haldun’a göre devletler ve toplumlar da bir insan gibi doğar, gelişir ve ölür. O akılcı, metodolojik ve bilimsel bir tarih anlayışı ortaya koyar. Tarih, bir süre için onun tarafından bilim olarak icra edilmiştir ancak bunun dünya çapında gerçekleşmesine daha vakit vardır.


Kaynak
@zindekultur

Wednesday, August 15, 2018

Military Technology is a Recent Phenomenon



Obsession with military technology – from tanks to atom bombs to spy-flies – is a surprisingly recent phenomenon. Up until the nineteenth century, the vast majority of military revolutions were the product of organisational rather than technological changes. When alien civilisations met for the first time, technological gaps sometimes played an important role. But even in such cases, few thought of deliberately creating or enlarging such gaps. Most empires did not rise thanks to technological wizardry, and their rulers did not give much thought to technological improvement. The Arabs did not defeat the Sassanid Empire thanks to superior bows or swords, the Seljuks had no technological advantage over the Byzantines, and the Mongols did not conquer China with the help of some ingenious new weapon. In fact, in all these cases the vanquished enjoyed superior military and civilian technology.

The Roman army is a particularly good example. It was the best army of its day, yet technologically speaking, Rome had no edge over Carthage, Macedonia or the Seleucid Empire. Its advantage rested on efficient organisation, iron discipline and huge manpower reserves. The Roman army never set up a research and development department, and its weapons remained more or less the same for centuries on end. If the legions of Scipio Aemilianus – the general who levelled Carthage and defeated the Numantians in the second century BC – had suddenly popped up 500 years later in the age of Constantine the Great, Scipio would have had a fair chance of beating Constantine. Now imagine what would happen to a general from a few centuries back – say Napoleon – if he led his troops against a modern armoured brigade. Napoleon was a brilliant tactician, and his men were crack professionals, but their skills would be useless in the face of modern weaponry.

As in Rome, so also in ancient China: most generals and philosophers did not think it their duty to develop new weapons. The most important military invention in the history of China was gunpowder. Yet to the best of our knowledge, gunpowder was invented accidentally, by Daoist alchemists searching for the elixir of life. Gunpowder’s subsequent career is even more telling. One might have thought that the Daoist alchemists would have made China master of the world. In fact, the Chinese used the new compound mainly for firecrackers. Even as the Song Empire collapsed in the face of a Mongol invasion, no emperor set up a medieval Manhattan Project to save the empire by inventing a doomsday weapon. Only in the fifteenth century – about 600 years after the invention of gunpowder – did cannons become a decisive factor on Afro-Asian battlefields. Why did it take so long for the deadly potential of this substance to be put to military use? Because it appeared at a time when neither kings, scholars, nor merchants thought that new military technology could save them or make them rich.

The situation began to change in the fifteenth and sixteenth centuries, but another 200 years went by before most rulers evinced any interest in financing the research and development of new weapons. Logistics and strategy continued to have far greater impact on the outcome of wars than technology. The Napoleonic military machine that crushed the armies of the European powers at Austerlitz (1805) was armed with more or less the same weaponry that the army of Louis XVI had used. Napoleon himself, despite being an artilleryman, had little interest in new weapons, even though scientists and inventors tried to persuade him to fund the development of flying machines, submarines and rockets.

Science, industry and military technology intertwined only with the advent of the capitalist system and the Industrial Revolution. Once this relationship was established, however, it quickly transformed the world.

Saturday, September 16, 2017

Return of the city-state



If you’d been born 1,500 years ago in southern Europe, you’d have been convinced that the Roman empire would last forever. It had, after all, been around for 1,000 years. And yet, following a period of economic and military decline, it fell apart. By 476 CE it was gone. To the people living under the mighty empire, these events must have been unthinkable. Just as they must have been for those living through the collapse of the Pharaoh’s rule or Christendom or the Ancien Régime.
We are just as deluded that our model of living in ‘countries’ is inevitable and eternal. Yes, there are dictatorships and democracies, but the whole world is made up of nation-states. This means a blend of ‘nation’ (people with common attributes and characteristics) and ‘state’ (an organised political system with sovereignty over a defined space, with borders agreed by other nation-states). Try to imagine a world without countries – you can’t. Our sense of who we are, our loyalties, our rights and obligations, are bound up in them.
Which is all rather odd, since they’re not really that old. Until the mid-19th century, most of the world was a sprawl of empires, unclaimed land, city-states and principalities, which travellers crossed without checks or passports. As industrialisation made societies more complex, large centralised bureaucracies grew up to manage them. Those governments best able to unify their regions, store records, and coordinate action (especially war) grew more powerful vis-à-vis their neighbours. Revolutions – especially in the United States (1776) and France (1789) – helped to create the idea of a commonly defined ‘national interest’, while improved communications unified language, culture and identity. Imperialistic expansion spread the nation-state model worldwide, and by the middle of the 20th century it was the only game in town. There are now 193 nation-states ruling the world.
Jamie Bartlett, aeon.co

Thursday, August 3, 2017

Tanrılar Tarafından İktidara Getirilen Yöneticiler(!)





Ankhises oğlunu, diğer medeniyetlerin (isim vermek gerekirse Romalıların açgözlülükle yağmaladığı Yunanlıların) sanat ve kültürü ne kadar ihtişamlı olsa da, Romalıların dünyanın hakiki efendileri olduklarını ve öyle kalacaklarını asla unutmaması yönünde uyarır.
"Bırak, diğerleri daha canlı görünen, adeta nefes alan bronzdan tasvirler yapsınlar,Zaten öyle yapacaklar, mermerden yapılma yaşayan yüzleri uyandırsınlar;Diğerleri hatiplikte kusursuzlaşsın, diğerleri aletleriyle izini sürsünCennette dönen gezegenlerin ve yıldızların ne zaman görüneceğini tahmin etsin,Ancak Romalılar, sizin aracınızın hükümet olduğunu asla unutmayın,Sizin sanatınız bu olsun: İnsanlara barış alışkanlığını, Fethedilene karşı cömertliği ve saldırganlara karşı metaneti öğretin."

Vergilius ve Cervantes'in de kuşkusuz farkında olduğu gibi, bir ozan için ilginç bir iddia bu: Siyasi iktidarın, sanat ve kültürden önce gelmesi.


Birçok emperyalist öğreti, benzer savlar üzerine inşa edilmiştir ve Ankhises'in kelimeleri günümüz okurlarının içini acıtarak kulaklarına tanıdık gelir. Vergilius, bu mısralarla, kasten ya da değil, Roma'nın sömürgecilik ihtiraslarıyla geleceğin sayısız Romalarının ihtirasları için bir yol haritası çıkarır. Ankhises oğlu ve torunlarına, biz diğerlerinden daha güçlüyüz der ve ekler: Güç, herhangi bir sanat ya da bilimden daha iyi olduğundan, iktidarın imtiyazlarını hak ederiz ve ikincil soyları fethederek insanlarımızı onlara karşı seferlere sürükleme hakkına sahibiz. Bizler, Augustus'un ya da İsa'nın barışını getirmek için buradayız. Tanrılar tarafından göreve getirilen (cömert, adil ve kararlı) yöneticileriz ve diğer herkes bize biat etmelidir. Biat etmeyenler, sonuçlarına katlanacaktır.


Hıristiyan Roma son Haçlı seferini 1270 yılında Araplara karşı düzenledi. İki yüzyılı aşkın bir süre sonra, Katolik İspanya, Yahudileri ve Arapları topraklarından atarak kendini resmi olarak Arap ve Yahudi kültürlerinden ayırdı. Kendine "araç" olarak "hükümeti" uygun gören Batı, bu tahliye eylemleriyle muzaffer hami rolünü üstleniyor, Doğu'ya ise sanat ve zanaatta bir hayli usta olan itaatkâr düşman rolünü biçiyor, böylece Arap ve Yahudiler, resmi görüşte egzotik öteki'ye dönüşüyordu. Ancak Arap ve Yahudi düşüncesi, ihraçlara karşın, İspanya'nın "temizlenmiş" toplumunun her noktasma nüfuz etmeye devam etti. Alınan bir kararın ardından gerçekleştirilen çoğu nüfus tahliyelerinde olduğu gibi, İspanya da söz dağarcığının, yer isimlerinin, mimarisinin, felsefesinin, lirik şiirlerinin, müziğinin ve tıp bilgisinin büyük kısmını, hatta satranç oyununu borçlu olduğu bu kültürlerden kendisini ayıramadı (ve ayırmadı). Arap ve Yahudi mevcudiyeti yasaklanmış olsa da, İspanya toplumu koparılmış kimliklerinin hayaletlerini muhafaza etmenin gizli yollarını buldu.


2 Ocak 1492'de, Katolik kral Aragonlu Fernando ve kraliçe Kastilyalı İsabel, törensel Mağrip kıyafetleri içinde Gırnata'ya girdiler ve Nasrilerin son emiri Ebu Abdullah'la kapitülasyon koşulları üzerinde anlaşmaya vararak, iki buçuk yüzyılı aşkın bir süredir Mağribi İspanya'nın merkezindeki Müslüman bir şehir olan Endülüs'ün Mağribi saraylarına yerleştiler. Şehrin tesliminden önce Ebu Abdullah'a Gırnata Müslümanlarının korunacağına ve geleneklerini muhafaza etmelerine izin verileceğine dair güvence vermelerine karşın, camiler süratle kilise olarak takdis edildi ve Arapça yasaklandı: Arapça kitap okurken yakalanan kimse İspanyol olarak değerlendirilmeyecek ve ağır cezalara çarptırılacaktı.
Yahudiler ilk sürülenler oldu. Kral, Gırnata'nın teslim alınışının üzerinden henüz birkaç ay geçmişken, Yahudilerin nihai sürgününü emreden bir kararnameyi imzaladı.

Araplar için alınan tedbirler kısmen de olsa farklıydı. Yahudiler söz konusu olduğunda, Katolik krallar onları din değiştirmeye razı etmek için bir sürgün buyruğu vermenin yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Gerçekten de, az sayıda Yahudi, Sefarad'da kalabilmek için "Yeni Hıristiyan" oldu ve "domuzlar" anlamına gelen aşağılayıcı "Marronolar" adıyla anılır oldular. Ancak sıra Araplara geldiğinde, Katolik krallar din değiştirme seçeneğini açıkça ortaya koymaya karar verdiler. Bu nedenle, ilk sürgünden dört yıl sonra, 1502'de Araplar için hazırlanan sürgün buyruğunda, Kilise Ana'nın içtenlikle açılmış kollarına girmeyi kabul eden Arapların sürgünden muaf tutulacağına dair bir madde bulunuyordu. Din değiştiren Araplar, "Moriskolar" olarak anıldılar.

 

Saturday, January 28, 2017

Long Live The Revolution!


History provides ample evidence for the crucial importance of large-scale cooperation. Victory almost invariably went to those who cooperated better – not only in struggles between Homo sapiens and other animals, but also in conflicts between different human groups. Thus Rome conquered Greece not because the Romans had larger brains or better toolmaking techniques, but because they were able to cooperate more effectively. Throughout history, disciplined armies easily routed disorganised hordes, and unified elites dominated the disorderly masses. In 1914, for example, 3 million Russian noblemen, officials and business people lorded it over 180 million peasants and workers. The Russian elite knew how to cooperate in defence of its common interests, whereas the 180 million commoners were incapable of effective mobilisation. Indeed, much of the elite’s efforts focused on ensuring that the 180 million people at the bottom would never learn to cooperate.

In order to mount a revolution, numbers are never enough. Revolutions are usually made by small networks of agitators rather than by the masses. If you want to launch a revolution, don’t ask yourself, ‘How many people support my ideas?’ Instead, ask yourself, ‘How many of my supporters are capable of effective collaboration?’ The Russian Revolution finally erupted not when 180 million peasants rose against the tsar, but rather when a handful of communists placed themselves at the right place at the right time. In 1917, at a time when the Russian upper and middle classes numbered at least 3 million people, the Communist Party had just 23,000 members. The communists nevertheless gained control of the vast Russian Empire because they organised themselves well. When authority in Russia slipped from the decrepit hands of the tsar and the equally shaky hands of Kerensky’s provisional government, the communists seized it with alacrity, gripping the reins of power like a bulldog locking its jaws on a bone. 

“The communists didn’t release their grip until the late 1980s. Effective organisation kept them in power for eight long decades, and they eventually fell due to defective organisation. On 21 December 1989 Nicolae Ceauşescu, the communist dictator of Romania, organised a mass demonstration of support in the centre of Bucharest. Over the previous months the Soviet Union had withdrawn its support from the eastern European communist regimes, the Berlin Wall had fallen, and revolutions had swept Poland, East Germany, Hungary, Bulgaria and Czechoslovakia. Ceauşescu, who had ruled Romania since 1965, believed he could withstand the tsunami, even though riots against his rule had erupted in the Romanian city of Timişoara on 17 December. As one of his counter-measures, Ceauşescu arranged a massive rally in Bucharest to prove to Romanians and the rest of the world that the majority of the populace still loved him – or at least feared him. The creaking party apparatus mobilised 80,000 people to fill the city’s central square, and citizens throughout Romania were instructed to stop all their activities and tune in on their radios and televisions.

To the cheering of the seemingly enthusiastic crowd, Ceauşescu mounted the balcony overlooking the square,  as he had done scores of times in previous decades. Flanked by his wife Elena, leading party officials and a bevy of bodyguards, Ceauşescu began delivering one of his trademark dreary speeches. For eight minutes he praised the glories of Romanian socialism, looking very pleased with himself as the crowd clapped mechanically. And then something went wrong. You can see it for yourself on YouTube. Just search for ‘Ceauşescu’s last speech’, and watch history in action.20
The YouTube clip shows Ceauşescu starting another long sentence, saying, ‘I want to thank the initiators and organisers of this great event in Bucharest, considering it as a—’, and then he falls silent, his eyes open wide, and he freezes in disbelief. He never finished the sentence. You can see in that split second how an entire world collapses. Somebody in the audience booed. People still argue today who was the first person who dared to boo. And then another person booed, and another, and another, and within a few seconds the masses began whistling, shouting abuse and calling out ‘Ti-mi-şoa-ra! Ti-mi-şoa-ra!”
 
All this happened live on Romanian television, as three-quarters of the populace sat glued to the screens, their hearts throbbing wildly. The notorious secret police – the Securitate – immediately ordered the broadcast to be stopped, but the television crews disobeyed. The cameraman pointed the camera towards the sky so that viewers couldn’t  see the panic among the party leaders on the balcony, but the soundman kept recording, and the technicians continued the transmission. The whole of Romania heard the crowd booing, while Ceauşescu yelled, ‘Hello! Hello! Hello!’ as if the problem was with the microphone. His wife Elena began scolding the audience, ‘Be quiet! Be quiet!’ until Ceauşescu turned and yelled at her – still live on television – ‘You be quiet!’ Ceauşescu then appealed to the excited crowds in the square, imploring them, ‘Comrades! Comrades! Be quiet, comrades!’

But the comrades were unwilling to be quiet. Communist Romania crumbled when 80,000 people in the Bucharest central square realised they were much stronger than the old man in the fur hat on the balcony. What is truly astounding, however, is not the moment the system collapsed, but the fact that it managed to survive for decades. Why are revolutions so rare? Why do the masses sometimes clap and cheer for centuries on end, doing everything the man on the balcony commands them, even though they could in theory charge forward at any moment and tear him to pieces? 

Ceauşescu and his cronies dominated 20 million Romanians for four decades because they ensured three vital conditions. First, they placed loyal communist apparatchiks in control of all networks of cooperation, such as the army, trade unions and even sports associations. Second, they prevented the creation of any rival organisations – whether political, economic or social – which might serve as a basis for anti-communist cooperation. Third, they relied on the support of sister communist parties in the Soviet Union and eastern Europe. Despite occasional tensions, these parties helped each other in times of need, or at least guaranteed that no outsider poked his nose into the socialist paradise. Under such conditions, despite all the hardship and suffering inflicted on them by the ruling elite, the 20 million Romanians were unable to organise any effective opposition.

Ceauşescu fell from power only once all three conditions no longer held. In the late 1980s the Soviet Union withdrew its protection and the communist regimes began falling like dominoes. By December 1989 Ceauşescu could not expect any outside assistance. Just the opposite – revolutions in nearby countries gave heart to the local opposition. The Communist Party itself began splitting into rival camps. The moderates wished to rid themselves of Ceauşescu and initiate reforms before it was too late. By organising the Bucharest demonstration and broadcasting it live on television, Ceauşescu himself provided the revolutionaries with the perfect opportunity to discover their power and rally against him. What quicker way to spread a revolution than by showing it on TV?

Yet when power slipped from the hands of the clumsy organiser on the balcony, it did not pass to the masses in the square. Though numerous and enthusiastic, the crowds did not know how to organise themselves. “Hence just as in Russia in 1917, power passed to a small group of political players whose only asset was good organisation. The Romanian Revolution was hijacked by the self-proclaimed National Salvation Front, which was in fact a smokescreen for the moderate wing of the Communist Party. The Front had no real ties to the demonstrating crowds. It was manned by mid-ranking party officials, and led by Ion Iliescu, a former member of the Communist Party’s central committee and one-time head of the propaganda department. Iliescu and his comrades in the National Salvation Front reinvented themselves as democratic politicians, proclaimed to any available microphone that they were the leaders of the revolution, and then used their long experience and network of cronies to take control of the country and pocket its resources.

In communist Romania almost everything was owned by the state.   

Democratic Romania quickly privatised its assets, selling them at bargain prices to the ex-communists, who alone grasped what was happening and collaborated to feather each other’s nests. Government companies that controlled national infrastructure and natural resources were sold to former communist officials at end-of-season prices while the party’s foot soldiers bought houses and apartments for pennies.

Ion Iliescu was elected president of Romania, while his colleagues became ministers, parliament members, bank directors and multimillionaires. The new Romanian elite that controls the country to this day is composed mostly of former communists and their families. The masses who risked their necks in Timişoara and Bucharest settled for scraps, because they did not know how to cooperate and how to create an efficient organisation to look after their own interests. 

A similar fate befell the Egyptian Revolution of 2011. What television did in 1989, Facebook and Twitter did in 2011. The new media helped the masses coordinate their activities, so that thousands of people flooded the streets and squares at the right moment and toppled the Mubarak regime. However, it is one thing to bring 100,000 people to Tahrir Square, and quite another to get a grip on the political machinery, shake the right hands in the right back rooms and run a country effectively. Consequently, when Mubarak stepped down the demonstrators could not fill the vacuum. Egypt had only two institutions sufficiently organised to rule the country: the army and the Muslim Brotherhood. Hence the revolution was hijacked first by the Brotherhood, and eventually by the army.
The Romanian ex-communists and the Egyptian generals were not more intelligent or nimble-fingered than either the old dictators or the demonstrators in Bucharest and Cairo. Their advantage lay in flexible cooperation. They cooperated better than the crowds, and they were willing to show far more flexibility than the hidebound Ceauşescu and Mubarak. 

Tuesday, September 13, 2016

Dönüm Noktası: Sorun Haline Gelen Çoraplar

1583’te William Lee, Cambridge Üniversitesi’ndeki çalışmalarını bırakarak rahip olmak için Calverton-İngiltere’ye döndü. I. Elizabeth yakınlarda bir karar çıkararak halkının her daim örgü başlık takmasını zorunlu kılmıştı. Lee şöyle yazıyor: “Bu tür giyim eşyalarını üretmenin tek yolu örgücülerden geçiyordu fakat ürünü bitirmek çok zaman alıyordu. Düşünmeye başladım. Akşamın alacakaranlığında oturmuş örgü şişleriyle iş gören annemle kız kardeşimi izledim. Eğer giyecekler iki örgü şişi ve bir sıra iplikle yapılıyorsa neden ipliği alan birkaç örgü şişi olmasın diye düşündüm.

Bu çığır açıcı düşünce tekstil üretiminin mekanizasyonunun başlangıcıydı. Lee insanları el örgücülüğünün bitmez tükenmez zahmetinden kurtaracak bir makine yapmayı saplantı haline getirdi. O zamanları şöyle hatırlayacaktı: “Kiliseye ve aileme karşı görevlerimi ihmal etmeye başladım. Makinemi ve onu nasıl yapacağımı düşünmek beni yiyip bitiriyordu.”

En sonunda, 1589’da örgü makinesi hazırdı. Makinenin ne kadar işe yarayacağını gösterip başkalarının tasarımını taklit etmesini engelleyecek bir patent istemek için I. Elizabeth’le (1558–1603) bir görüşme yapabilme umuduyla heyecanlanarak Londra’ya gitti. Makineyi kurmak için bir bina kiraladı ve kendi bölgesinin parlamento üyesi Richard Parkyns’in yardımıyla Kraliçe’nin Danışma Meclisi üyesi Henry Carey, Lord Hunsdon’la tanıştı. Carey Kraliçe Elizabeth’in gelip makineyi görmesi için bir buluşma ayarladı; fakat kraliçenin tepkisi kahrediciydi. Lee’ye patent vermeyi kabul etmediği gibi, ona “Hedefiniz çok yüksek Efendi Lee. Bir düşünün icadınızın zavallı kullarıma neler yapabileceğini. İşlerini ellerinden alarak mutlak surette yıkımın eşiğine getirir ve böylece hepsini dilenciye çevirir” diyerek karşılık verdi. Kırılan Lee şansını denemek için Fransa’ya gitti; fakat orada da başarısızlığa uğradı. Ardından İngiltere’ye dönerek Elizabeth’in halefi I. James’ten (1603–1625) patent istedi. James de Elizabeth ile aynı gerekçelerden ötürü patent vermeyi reddetti. İkisi de çorap üretiminin mekanizasyonunun siyasal istikrarsızlığa yol açacağından endişe etmişti. İnsanları işlerinden edecek, işsizlik ve siyasal istikrarsızlık yaratacak ve kraliyetin gücünü tehdit edecekti. Örgü makinesi muazzam bir verimlilik artışının yanı sıra yaratıcı yıkım da vaat eden bir yenilikti.

Lee’nin parlak icadına gösterilen reaksiyon bu kitabın temel fikirlerinden birini yansıtmaktadır. Yaratıcı yıkım korkusu, Neolitik Devrim ile Sanayi Devrimi arasında yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artışın olmayışının ardındaki esas nedendir. Teknolojik yenilikler toplumları müreffeh hale getirir fakat aynı zamanda eskinin yerine yeninin geçmesine ve belirli insanların ekonomik ayrıcalıklarının ve siyasal güçlerinin yok olmasına da yol açar. Sürdürülebilir ekonomik büyüme için genellikle Lee gibi yeni insanlardan gelen yeni teknolojilere, yeni yöntemlere ihtiyaç duyarız. Teknolojik yenilik toplumu refaha taşıyabilir fakat başlattığı yaratıcı yıkım süreci, Lee’nin teknolojisiyle kendilerini işsiz bulacak el örgücüleri gibi eski teknolojilerle çalışanların geçimini tehlikeye atar. Daha da önemlisi, Lee’nin makinesi gibi büyük yenilikler siyasal gücün yeniden şekillendirilmesi tehlikesi de yaratırlar. Nihayet, Elizabeth ve James’in patente karşı çıkmalarının nedeni Lee’nin makinesi yüzünden işsiz kalabilecek insanların kaderleriyle alakadar olmaları değildi, bu icadın siyasal istikrarsızlık yaratıp iktidarlarını tehlikeye sokarak onları yerlerinden etmelerinden, siyaseten kaybetmekten korkmalarıydı. Luddistler örneğinde gördüğümüz üzere el örgücüleri gibi işçilerin direnişlerini kırmak çoğu zaman mümkündü. Fakat elitler, hele de siyasal güçleri tehlikeye girdiğinde, yeniliğin önünde çok daha zorlu bir engel oluşturuyordu. Yaratıcı yıkım nedeniyle kaybedecek daha fazla şeye sahip olmaları yalnızca yeni teknolojileri hayata geçirenlerin onlar olmayacağı anlamına gelmiyordu, aynı zamanda genellikle bu tür yeniliklere direnecekleri ve durdurmaya çalışacakları anlamına da geliyordu. Bu nedenle, toplumların radikal yenilikler yapmaları için yeni insanlara ihtiyaç duymalarının yanı sıra bu yeni insanların ve neden oldukları yaratıcı yıkımın da çoğu zaman çeşitli direniş odaklarının –güçlü hükümdarlar ve elitler de dahil– üstesinden gelmeleri gerekir.

Sömürücü kurumlar 17. yüzyıl İngiltere’sine kadar tüm tarih boyunca bir normdu. Son iki bölümde gösterildiği gibi bu kurumların ekonomik büyüme ürettikleri zamanlar da olmuştu; özellikle de Venedik ve Roma’da olduğu gibi kapsayıcı unsurlar taşıdıklarında. Fakat yaratıcı yıkıma izin vermemişlerdi. Sağladıkları büyüme sürdürülebilir değildi ve yeni teknolojilerin olmayışı, sömürüden fayda sağlamak için çıkan siyasal iç çatışmalar ya da Venedik’te olduğu gibi, henüz olgunlaşmamış kapsayıcı unsurların en sonunda tersine dönmesi nedeniyle sona ermişti.



Saturday, August 27, 2016

Memento Mori

There are a lot of possible connections one can draw between Roman times and modern-day banking, but perhaps the most important of them is memento mori. At the peak of Rome’s power, Roman generals who had won significant victories marched through the middle of the city displaying their spoils. The marching generals wore purple-and-gold ceremonial robes, a crown of laurels, and red paint on their face as they were carried through the city on a throne. They were hailed, celebrated, and admired. But there was one more element to the ceremony: throughout the day a slave walked next to the general, and in order to prevent the victorious general from falling into hubris, the slave whispered repeatedly into his ear, “Memento mori,” which means “Remember your mortality.”

If I were in charge of developing a modern version of the phrase, I would probably pick “Remember your fallibility” or maybe “Remember your irrationality.” Whatever the phrase is, recognizing our shortcomings is a crucial first step on the path to making better decisions, creating better societies, and fixing our institutions.

Tuesday, August 2, 2016

Ev


Evin ana direği –çatal bir ağaç gövdesi– evli kadını temsil eder, bu da temelde sıkı sıkıya toprağa bağlıdır, ana kiriş ise evin efendisi, koruyucusu, savunucusu ve aile şerefinin güveni olan erkekle özdeşleşmiştir.

Sınırlı bir durum üzerinde yapılan bu titiz inceleme, kuralların ve davranışların içinde saklı bulunan bir mantığı ortaya döküyor ve biz dıştan, bunları birbirine bağlamadan ve anlamadan yan yana getirmeye uğraşıyoruz. Oysa, bunlar çağdaşlaşmanın amansız bir tekbiçimlileştirmeyle parçalayıp ezdiği Akdeniz dünyasında zaten karşımıza bir bütün olarak çıkmıyorlar. Hepsi de, daha uygun bir sıfat bulamadığımız için eskimiş gözüyle baktığımız bir geçmişi, yeniden tutarlı bir biçimde oluşturmak için çabalarken elimizde bulunan kırık dökük kanıtlar: işbölümü ve kadının rolü, aile ve şeref, dayanışmada hiyerarşi.

İşbölümü: Kadına göre tanımlanır, çünkü erkek ona ayrılmış alanlara karışmaz. Biyolojik üreme: Gebe kalmak, doğurmak, çocukları büyütmek, terbiye etmek, kollamak, kızlara evleninceye kadar bakmak ve onları evlendirerek sorumluluğu babadan –onun yokluğunda erkek kardeşlerden– başka bir adama devretmek, erkek çocukları ise erkeklerle birlikte yaşamaya başlayıncaya kadar (Klasik çağ Atinası'ndan bugünkü Mağrip'e kadar erkek çocuklar çok erken yaşta –sünnet yaşı olan 7 yaşında– erkekten sayılmaya başlanırlar) kollamak. Kadın, ayrıca, en geniş anlamıyla evin bakımını ve yiyeceklerin hazırlanmasını üstlenir: Yalnızca temizlik işleri ve yemek pişirmek değil, evin ekmeğini yoğurmak, suyunu taşımak, odununu getirmek ve kümes hayvanlarına bakmak da onun işidir. Ayrıca, Homeros'tan beri tanık olduğumuz gibi, ev zanaatlarının pazar ekonomisine karşı çıktığı, direndiği her yerde yün eğirmek, aile üyelerinin giyeceklerini dokumak gibi bütün işler de kadının sırtındadır: Kabiliye evinde, dokuma tezgâhının başköşeye yerleşmiş olduğunu daha önce gördük. Bütün bu işler onların ne komşu kadınlarla görüşmelerine, ne de çeşme başında gevezelik etmelerine engel olur; o çeşme başı ki, kadınların birbirleriyle kaynaştıkları ama aynı zamanda çekişme ve kavgalara da “sahne olan, erkekleri ister istemez işe karışmaya zorlayan geleneksel yerdir. Tarla işlerine yardım gerekince ya da acele bitmesi gereken işler çıkınca, kadın kocasıyla erkek kardeşlerinin yanındadır, belirli işler için kurulan işçi kafilelerine katılır: Messina, Kalabria, Catania'dan her yıl turunçgil ve zeytin toplamaya gelen kadın işçiler bunlardır. Başlarında yaşlı kadınlar, kabileden de bir erkek bulunur. Fakat yuvanın dışında kalan bu çalışmalar genellikle istisnadır.

Erkeğe tarım işlerinin önemli bölümünü, kadına ise ev hizmetlerinin hepsini yükleyen bu işbölümü kadının sürekli olarak evde kalmasını haklı göstermeye yeter. Birçok Akdeniz kültürü, bu sürekli evde kalmayı bir zorunluluk, bir görev haline getirmiş, onun anlamını değiştirmiştir. Kadınların örtülü, saklı, misafire görünmeyecek bir şekilde evde kapalı tutulmaları 17. yüzyıldan itibaren Güney İtalya'yı, Osmanlı yönetimindeki Balkan ülkelerini, Yakındoğu ya da Kuzey Afrika'yı ziyaret eden Avrupalı gezginlerin ağızlarından düşürmedikleri bir konu olmuş ve bugüne dek süregelmiştir. Kadının böylece toplum yaşamının tamamen dışında bırakılmasını, Batılı daha o zamandan hayretle karşılar. Oysa, Batı insanı da kadınların aynı hizmetleri yapmasına, gerek politikada gerekse kent yaşamında aynı şekilde kadınlara sorumluluk verilmemesine alışkındır. Doğulu kadının toplum yaşamına katılmaması Batılı'nın gözünde bir uygarlık olayıdır ve bunu –haksız olarak– İslamiyet'e bağlar, oysa 5. yüzyıl Yunanistanı'nda da kadının durumu aynıdır. Gerçekten de, eğer kadının evde kalması gerekiyorsa –"Evin mezarındır" der, bir Kabiliye atasözü (P. Bourdieu)– bu kuşkusuz gerçekte de var olan fakat yön değiştirmiş bir aşağı görmeden değil –çünkü ananın yaşlandıkça oğullarına nasıl söz geçirdiğini biliyoruz– kadının üstlendiği görevlerin ona verdiği, neredeyse efsanevi uzmanlaşmadan gelmektedir. Kadının doğurganlığı ailenin devamlılığını sağlar ve böylece erkeğin şerefini temsil eder —o şeref ki “tek bir bakışla bile zedelenecek kadar duyarlıdır. Bu doğurganlık erkeğe devamlı bir denetleme, kovma, cezalandırma hakkı verir: Bu, kocaya, babaya, erkek kardeşlere geleneğin tanıdığı, hatta kullanılmasını zorunlu kıldığı bir haktır.

Fakat bu doğurganlık aynı zamanda gizemli ve büyülü bir güç gibi saygı görmüş, değerlendirilmiş, yüceltilmiş ve zaman zaman onu savunmak, durdurmak ya da yok etmek isteyen bir dizi tapınma şekillerinin koruma ya da tehdidiyle karşılaşmıştır; uğruna savaşlara girilmiş, Toprak Ana, bütün eski Akdeniz dinlerinde olduğu gibi tapınma konusu olmuştur: Çokmemeli, Efesli Artemis, Yunanlı Demeter ve Hades'in kaçırıp evlendiği kızı Proserpina, Romalı Ceres gibi.

Uygarlıkların Temelinde Savaş Vardır

Uygarlıkların temelinde savaş vardır, kin vardır; muazzam bir gölge düşmüştür üzerlerine, neredeyse yarısını kaplar. Kin onların eseridir; onunla beslenir, onunla yaşarlar. Yunanlı'nın Pers'e karşı nefreti, hoşgörülü diye bilinen Pers'in Yunanlı'ya nefretinden daha çoktur. Romalı'yla Kartacalı birbirinin can düşmanıdır. Hıristiyanlık ile Müslümanlığın birbirlerinde imrenecek bir şey görmelerine olanak yoktur. Tarih mahkemesinde ikisi de haksız çıkar, hüküm giyerdi. Zaten kimin suçlu, kimin suçsuz olduğu ne zaman anlaşılmıştır ki? Sabatino Moschati'ye göre Kartacalılar tam anlamıyla barışsever insanlardır. Gerçi kendilerini cesaretle savunurlar ama yalnızca saldırıya uğradıkları takdirde. Bazı tarihçilerin söylediğine bakılırsa Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından Konstantinopolis'in zaptedilmesine kadar ayakta kalan Bizans, kendi ölçüsünde bir kutsal savaş (ya da bir Haçlı seferi) düzenlemeyi becerememiştir. Bu yorum doğru ise Bizans'ın bu beceriksizliğine sevinmemiz gerekir. Ama Bizans bu yapıcı kinden yoksun olmanın bedelini günün birinde ödemedi mi? Buradan da anlaşıldığı gibi gelecek yalnızca kin beslemesini bilenlerindir. Gerçekten uygarlıklar çoğu zaman küçümseme, hor görme, nefretten oluşur. Ama uygarlığı doğuran yalnızca bunlar değildir; özveri, gelişme, kültür değerlerinin birikimi, akıl mirası da gerekir. Akdeniz'de yapılmış olan savaşların nedeni bu uygarlıklardır, Akdeniz üzerinden yapılmış teknik, fikir, hatta inanç alışverişlerinin nedeni de yine onlardır. Akdeniz'in bugün bize sunduğu bütün o çeşitlilik ve alacalı görünüm de aynı kaynaktan gelir. Akdeniz rengârenk bir mozaiktir. İşte bu yüzden, üzerinden bu kadar yüzyıl geçtikten sonra birçok anıtın, eskinin gelgitlerini işaret eden bu sınır taşlarının kutsallığına yapılmış olan saygısızlıklara hoşgörüyle bakabiliriz: Ayasofya'nın dört bir yanında yüksek minareler nöbet tutar; Palermo'daki San Giovanni Degli Eremiti manastırı, eski bir caminin kırmızı ya da kırmızımsı kubbeleri arasına yerleşmiştir; Kurtuba'da, dünyanın en güzel camisinin kemerlerden ve sütunlardan oluşan ormanının ortasında, Şarlken'in buyruğuyla yapılmış sevimli, küçük, gotik Santa Cruz Kilisesi yer alır.

**

Politikanın sözü hiç bitmeyecektir, bu açık. Tarihin öteki güçlerini ve biçimlerini bir yana itip defalarca kendi iradesini zorla kabul ettirmemiş midir? Yüzyıllar boyunca, Roma'nın üstünlüğü sürüp giderken, bu üstünlük, politikanın hizmetindeki şiddetten başka bir şey olmamıştır: Yarattığı emperyalizm, Akdeniz dünyasını kendine bütünüyle baş eğdirmeden yatışmamıştır. Roma, bu sonuca ulaşıncaya kadar acımasızca vurmuştur: İÖ 146 yılı hem Kartaca'nın hem de Korinthos'un yerle bir edildiği yıldır. Neredeyse on yıl, İÖ 59'dan 53'e kadar süren Galya'nın fethini de bir düşünün. Avrupalıların Amerika'da yaptığı da daha farklı olmadı. Roma, Pax romana'nın mimarı olmadan önce her yanı savaşa boğdu.
**
Roma, kendi iradesini ve siyasal bütünlüğünü Akdeniz dünyasının tümüne kabul ettirdi, ancak farklılıkları, aykırılıkları, çökmeleri ve kültür çatışmalarını ortadan kaldıramadı. Bu konuda o kadar zaaf gösterdi ki, incelik bakımından kendisininkinden çok daha ilerideki bu kültürlerin, onu eğitecek olan Yunanistan'ın (başkentin seçkin çevrelerinde Yunanca konuşulacaktır) ve Yakındoğu'dan yayılan güçlü dinler ve tapınma şekillerinin etkisinde kaldı, onların yörüngesine girdi. Buna karşılık, Akdeniz'in bütününde kendi politikasının ve kuramlarının üstün dilini egemen kıldı.



Sunday, May 8, 2016

Özsaygı ve Delilik

Özsaygı her tarafa birbirinden farklı bin bir tarzda mutluluk yaymıyor mu? Bir tanesi maymun kadar çirkin olduğu halde kendini Niera kadar güzel sanır; öteki kendine bir ikinci Eukleides nazarıyla bakar, çünkü pergel yardımıyla birkaç eğri çizmeyi başarmıştır. Bir üçüncü müziğe, kılıktan yana doğanın en büyük sillesini yemiş eşekten daha fazla yeteneği olmadığı, sesi horozun sesi kadar nahoş ve kısık olduğu halde, Hermogenes kadar iyi şarkı söylediğini sanır. Yukarıdakiler kadar hoş bir delilik türü de hizmetlerinde bulunanların erdem ve hünerleriyle -sanki Tanrı bunları kendilerine bahşetmiş gibi- gururlanan ve övünen kimselerin deliliğidir. Seneca'nın söz ettiği şu mutlu zengin işte böyle idi. Bu adam ne zaman bir masal anlatsa, yanında daima, isimleri kendisine gizlice söyleyecek hizmetkârlar bulundururdu ve hayatı artık bir solumalık nefesten ibaretken en ünlü pehlivanlarla cenge cüret etmeye hazırdı, çünkü yanında bulunan bütün tutsakların gücüne sahip olduğuna inanırdı.

Burada güzel sanatlarla uğraşanlardan söz etmeye gerek var mı? Bunların hepsinde özsaygı o kadar doğaldır ki, dâhilik ününü terk etmektense babadan kalma küçük servetlerinin bütününü terk etmeye razı olmayan belki aralarında bir tane yoktur. Özellikle, aktörler, müzisyenler, hatipler ve şairler böyledirler. Ne kadar az hüner sahibiyseler, o derece kibirli ve gururludurlar. Bununla beraber, bütün deliler, kendilerini alkışlayan başka deliler bulurlar; zira bir şey ne kadar sağduyunun karşıtı ise, o kadar çok hayranı kendine çeker; en fena şey, her zaman çoğunluğu okşayan şeydir.
**
Doğa, özsaygının mutlu armağanlarını yalnız bireylere vermiş değildir.

Genellikle her kavim, her millet, hatta her şehir bunlardan oldukça bol nasibini almıştır, ingilizler, güzel adam, iyi müzisyen ve ziyafetlerinde cömert olmakla övünürler. İskoçyalılar, asaletleri, unvanları, krallarının hanedanı ile olan akrabalıkları ve skolastik tartışmalardaki olağanüstü incelikleri ile iftihar ederler. Fransızlar, nezaket iddiasındadırlar; Parisliler, özellikle Sorbonne'larında en bilimsel teoloji okuluna sahip olmakla gururlanırlar. Edebiyat ve söz söyleme sanatına sadece kendilerinin sahip olduklarına inanan italyanlar, kendilerini dünyanın barbarlık karanlıklarına dalmamış biricik kavmi sanırlar.

Aralarında bu tatlı yanılgıyı en fazla yaşayanlar Romalılardır; eski Romalıların büyüklüğünü sayıklar ve onlardan bir şeyler aldıklarına iyice inanırlar. Venedikliler, asaletlerini düşünmekle, Grekler bilimlerin kurucuları olduklarını düşünüp eski kahramanlarının sıfatlarını kendilerine takmakla mutludurlar. Türkler ve yeryüzünün dörtte üçünü kaplayan şu sayısız barbarlar, doğru dine girmiş olmakla övünürler, boş inanç sahibi alçak kimseler saydıkları Hıristiyanlara yukardan bakarlar. Çok daha mutlu olan Yahudiler meşinlerini tatlı tatlı bekleyerek yaşar ve bu arada daima Musa'nın dinine bağlı kalırlar. İspanyollar dünyanın en büyük askerleri geçinirler; yüksek boylarından gururlanan Almanlar, sihirden anladıklarını, büyük sihirbaz olduklarım iddia ederler.



Filozofların Deliliği

Bu zavallı filozofların, dünya işlerinde ne derece kabiliyetsiz olduklarına kanaat getirmek isterseniz, şu Sokrates'e, Apollon kâhininin, insanların en bilgesi diye nitelemek budalalığında bulunduğu şu filozofa bakınız. Bir gün halk önünde bilmem hangi meseleden söz etmeye mecbur kalan Sokrates, bu işi o kadar fena başarmış ki, herkes kendisiyle alay etmiş. Fakat itiraf etmeli ki onun bazen pek de ahmakça olmayan fikirleri var; mesela, bilge şanı ancak tanrılara aittir diyerek bu şanı reddettiği, yahut filozof hükümet işlerine karışmamalıdır, dediği vakit... Bununla beraber, insan olmak için bilgelikten kesin olarak vazgeçmek gerektiğini öğrenseydi daha iyi ederdi. Hakkında ileri sürülen suçlamalara ve onu zehir içmeye mahkûm eden yargıya kim sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı karşısında vecde geleceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni öğrenmiş olsaydı, bu felaket başına gelmezdi. Fakat Sokrates'in ünlü öğrencisi Platon'u, üstadının hayatı için titreyerek, onu savunmak için ilerlerken görüyorum. Ne mükemmel avukat! Meclisin gürültüleriyle şaşırmış, ilk cümlesinin yarısını söylemeyi zar zor başarıyor. Theophrastos da, bir gün halk önünde bir nutuk söylemek istediği zaman, aşağı yukarı aynı hale düşmüş değil mi? İlk önce o kadar şaşırmış ki, ağzından bir tek söz çıkaramamış. Bu adam savaşın kızıştığı bir zamanda askerlere cesaret esinlemeye pek elverişliydi, değil mi?

Isokrates o kadar mahcuptu ki, halk önünde hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemezdi; Roma güzel söz söyleme sanatının babası Cicero'nun kendisi de, acemi tavırlıydı ve savunmalarının giriş bölümünü söylerken bir çocuk gibi kekeler, titrerdi. Gerçi, Fabius bu mahcupluğun, tehlikeyi gören ihtiyatlı bir hatibe işaret ettiğini söyler. Fakat böyle konuşmak, bilgeliğin iyi hareket etmeye daima engel olduğunu itiraf etmek değil midir? Bütün bu büyük adamlar, yalnız dilleriyle savaşmak söz konusu olduğu zaman bile damarlarında bir damla kanı kalmayan bu kimseler, düşman karşısında kim bilir ne güzel bir tavır takınırlardı!

Bununla beraber, Platon'un şu ünlü bilgeliği dillerde Tanrılar bilir ne kadar çok dolaşıyor; Filozoflar hükümdar, yahut hükümdarlar filozof olsalardı, devletler ne bahtiyar olurlardı. Fakat tarihçilere başvurunuz, görürsünüz ki hükümdarlar arasında hiçbirisi, felsefe yahut edebiyat incelemeleriyle vakit geçirenler kadar devletleri için uğursuz olmamıştır. Bunu kanıtlamak için her iki Cato'nun örneği yeterli olmaz mı? Biri gereksiz gammazlıklarla cumhuriyetin huzurunu bozuyor; öteki, Roma milletinin her şeyini fazla bilgelikle savunayım derken, onu esasından harap ediyor. Buna, Brutus'ları Cassius'ları, Gracchus'ları ve hatta Demosthenes'in Atinalılar Cumhuriyeti'ne yaptığı fenalık kadar Roma Cumhuriyeti'ne kötülük yapmış olan Cicero'yu katınız.

İsterseniz, Marcus Aurelius'un iyi bir imparator olduğunu itiraf edeyim. Oysa, bunu pekâlâ kabul etmeyebilirim, çünkü filozof sanı onu vatandaşlara dayanılmaz ve nefretlik kılmıştır. Fakat saltanatının topluma bazı faydalar sağladığını farz etsek bile, bu faydalar, saltanatı pek uğursuz olmuş olan bir oğlu kendi yerine bırakmakla yol açtığı belalarla karşılaştırılabilir mi? Felsefe üzerinde çalışan ve genellikle hayatının bütün işlerinde pek çok talihsizliğe uğrayan kimseler, özellikle hemcinslerini yetiştirmekte pek az başarı gösterirler ki bu da, bana kalırsa, doğanın akıllıca bir önlemidir; doğa böylece o bahtsız bilgeliğin insanlar arasında fazla ilerlemesine engel olmak istiyor. Biliyoruz ki, Cicero'nun soysuzlaşmış bir oğlu olmuş, ve birinin pek doğru olarak işaret ettiği gibi, Sokrates'ın çocukları babalarından ziyade analarına çekmişler - yani deli imişler.