Bu zavallı filozofların, dünya işlerinde ne derece
kabiliyetsiz olduklarına kanaat getirmek isterseniz, şu Sokrates'e, Apollon
kâhininin, insanların en bilgesi diye nitelemek budalalığında bulunduğu şu
filozofa bakınız. Bir gün halk önünde bilmem hangi meseleden söz etmeye mecbur
kalan Sokrates, bu işi o kadar fena başarmış ki, herkes kendisiyle alay etmiş.
Fakat itiraf etmeli ki onun bazen pek de ahmakça olmayan fikirleri var; mesela,
bilge şanı ancak tanrılara aittir diyerek bu şanı reddettiği, yahut filozof hükümet
işlerine karışmamalıdır, dediği vakit... Bununla beraber, insan olmak için
bilgelikten kesin olarak vazgeçmek gerektiğini öğrenseydi daha iyi ederdi.
Hakkında ileri sürülen suçlamalara ve onu zehir içmeye mahkûm eden yargıya kim
sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe
yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı
karşısında vecde geleceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni
öğrenmiş olsaydı, bu felaket başına gelmezdi. Fakat Sokrates'in ünlü öğrencisi
Platon'u, üstadının hayatı için titreyerek, onu savunmak için ilerlerken
görüyorum. Ne mükemmel avukat! Meclisin gürültüleriyle şaşırmış, ilk cümlesinin
yarısını söylemeyi zar zor başarıyor. Theophrastos da, bir gün halk önünde bir nutuk
söylemek istediği zaman, aşağı yukarı aynı hale düşmüş değil mi? İlk önce o
kadar şaşırmış ki, ağzından bir tek söz çıkaramamış. Bu adam savaşın kızıştığı bir
zamanda askerlere cesaret esinlemeye pek elverişliydi, değil mi?
Isokrates o kadar mahcuptu ki, halk önünde hiçbir zaman
ağzını açmaya cesaret edemezdi; Roma güzel söz söyleme sanatının babası
Cicero'nun kendisi de, acemi tavırlıydı ve savunmalarının giriş bölümünü
söylerken bir çocuk gibi kekeler, titrerdi. Gerçi, Fabius bu mahcupluğun,
tehlikeyi gören ihtiyatlı bir hatibe işaret ettiğini söyler. Fakat böyle
konuşmak, bilgeliğin iyi hareket etmeye daima engel olduğunu itiraf etmek değil
midir? Bütün bu büyük adamlar, yalnız dilleriyle savaşmak söz konusu olduğu
zaman bile damarlarında bir damla kanı kalmayan bu kimseler, düşman karşısında
kim bilir ne güzel bir tavır takınırlardı!
Bununla beraber, Platon'un şu ünlü bilgeliği dillerde
Tanrılar bilir ne kadar çok dolaşıyor; Filozoflar hükümdar, yahut hükümdarlar
filozof olsalardı, devletler ne bahtiyar olurlardı. Fakat tarihçilere
başvurunuz, görürsünüz ki hükümdarlar arasında hiçbirisi, felsefe yahut
edebiyat incelemeleriyle vakit geçirenler kadar devletleri için uğursuz
olmamıştır. Bunu kanıtlamak için her iki Cato'nun örneği yeterli olmaz mı? Biri
gereksiz gammazlıklarla cumhuriyetin huzurunu bozuyor; öteki, Roma milletinin
her şeyini fazla bilgelikle savunayım derken, onu esasından harap ediyor. Buna,
Brutus'ları Cassius'ları, Gracchus'ları ve hatta Demosthenes'in Atinalılar
Cumhuriyeti'ne yaptığı fenalık kadar Roma Cumhuriyeti'ne kötülük yapmış olan
Cicero'yu katınız.
İsterseniz, Marcus Aurelius'un iyi bir imparator olduğunu
itiraf edeyim. Oysa, bunu pekâlâ kabul etmeyebilirim, çünkü filozof sanı onu
vatandaşlara dayanılmaz ve nefretlik kılmıştır. Fakat saltanatının topluma bazı
faydalar sağladığını farz etsek bile, bu faydalar, saltanatı pek uğursuz olmuş
olan bir oğlu kendi yerine bırakmakla yol açtığı belalarla karşılaştırılabilir
mi? Felsefe üzerinde çalışan ve genellikle hayatının bütün işlerinde pek çok
talihsizliğe uğrayan kimseler, özellikle hemcinslerini yetiştirmekte pek az
başarı gösterirler ki bu da, bana kalırsa, doğanın akıllıca bir önlemidir; doğa
böylece o bahtsız bilgeliğin insanlar arasında fazla ilerlemesine engel olmak
istiyor. Biliyoruz ki, Cicero'nun soysuzlaşmış bir oğlu olmuş, ve birinin pek
doğru olarak işaret ettiği gibi, Sokrates'ın çocukları babalarından ziyade
analarına çekmişler - yani deli imişler.